"Gizem" ve "merak", cazibe katsayısı çok yüksek kavramlardır. İnsanoğlu her zaman bilinmeyenin peşine düşmüş, derinlik ve enginlik çağrıştıran her türlü meçhule karşı yoğun bir ilgi duymuştur. Batıni konular, her çağda popülaritesini muhafaza etmiştir ve etmeye de devam etmektedir. Tarih boyunca gerek doğu gerekse batıda mistik ve ezoterik akımlar insanı, olayları ve evreni açıklamaya yönelik çok değişik teori ve iddialar ileri sürmüşlerdir.
Yahudi "Kabala"sından Hristiyan "mistisizm"ine, Hind "Nirvana"sından günümüz "New age" akımlarına, piramitlerden "Ufo" araştırmalarına varıncaya dek çok değişik okült akımlar, insan gizem avcılığının bir sonucu olarak tezahür etmişlerdir.
Bütün bu arayışların temelinde "hakikati yakalama" arzusu yatmaktadır. Enteresan bir tecellidir ki "hakikatler manzumesi" de genellikle bedihi değil örtülü, gizli ve gaybi olmaktadır. Şifreli, kodlu ve kriptoludur. Herkesin kolayca ulaşıp elde edeceği türden olgular değildir. Mutlaka bir uğraş, gayret ve araştırma gerektirir. Hakikatin "ancak kendisine yönelene kendisini açan" bir karakteri söz konusudur.
Tasavvuf da hakikati arama sanat ve mesleği olunca yukarıda yalnızca belli başlılarını sıraladığımız ezoterik akımlardan biri gibi algılanmış, dolayısıyla her daim bu cereyanın da müspet yahut menfi müşterileri olagelmiştir.
İslam tasavvufunu diğer arayışlardan ayıran en belirgin özellik "Kur'an ve Sünnet yörüngeli" oluşudur. Diğer arayışlar, akıl ve sezgi eksenli beşeri karakter arz ederken İslam tasavvufu ilahi bir nitelik taşır. Akıl ve sezgi, Kur'an ve Sünnet'e aykırılık taşımadığı müddetçe her zaman gerekli ve geçerlidir. Ancak şu önemli detayı da gözden uzak tutmamak gerekir: Tasavvufta "akla aykırılık" değil "aklın alamayacağı, kavrayamayacağı" olgular söz konusu olabilir.
Fizik ve metafizik tüm kâinatta, soyut ve somut her varlığın mizan ve miyarı farklıdır. Eşya ve olaylara açıklık getirirken salt, tek bir ölçüden bahsedilemez. "Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer, 54/49) ilahî beyanı, ölçüsüz hiçbir şeyin olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Burada önemli olan husus, insanların söz konusu o "olay" ve "şey"de hangi ölçünün geçerli olduğunu bulabilmesidir. Eşya ve olaylara açıklık getirirken bazısı için akıl, bazısında sezgi, bazısında da bilimin geçerli olabilmesi gibi, kimi durumlarda da sadece vahiy geçerli olur. Özellikle İslam terminolojisindeki "gayba iman" olgusunu bu kapsamda değerlendirebiliriz: Cennet, Cehennem, kabir hayatı, ruh, melek, cin, mahşer vs. bir çok terim vahiy buudlu kavramlardır. Kemiyet ve keyfiyetlerini salt akılla anlamak ve kavramak mümkün değildir. Bunların varlığı "akla aykırı" değil, ancak muhtevaları "aklın tam olarak kavrayamayacağı" bir hüviyet arz eder. Her varlık için kendi parametrelerini kullandığınızda ölçme ve doğrulama problemi de ortadan kalkacaktır.
"Herşeyin bir tek izah tarzı vardır. O da akıl ve bilimdir." derseniz, o zaman bilimi, tabu ve dogma hâline getirmiş olursunuz. Böyle bir paradigma, epistemolojik doğruluk ve geçerlilikten yoksundur. Bilim felsefecisi Popper bile bilimsel bilgiyi, "yanlışlanabilen bilgi" olarak tanımlamaktadır. Durum böyle olunca herşeyi bilimle açıklamaya kalkmak, bilimin her zaman karşı çıktığı "bilime mutlaklık kazandırma" iddiası olur ki bu da bilimselliğin ruhuna aykırıdır.
Her nesne ve olayın bir ölçü birimi ve analiz formatı vardır. Bu ölçütleri bulan, kavrayan, hayat ve düşüncelerine uyarlayabilen insan, kaostan sıyrılmayı başarıp gerçekleri ve mutluluğu yakalayabilmiş insandır. Neler akıl ve bilimle, neler de vahiyle test edilecek bunu iyi belirlemek gerekir.
Süt litre ile, kumaş metre ile ölçülür. Siz "metafizik" olanı "pozitivist fizik" yasalarıyla ölçmeye kalkarsanız; sütü metre, kumaşı da litreyle ölçme gibi bir absürtlüğün içine düşmüş olursunuz.
Şunun da bilinmesinde büyük yarar vardır: Bilim ve felsefeye kaynaklık teşkil eden, hatta bazılarınca metafizik olanın inkâr edilmesinde dahi kullanılan "akıl ve bilinç"in bizatihi kendisi de metafiziktir. Elle tutulup gözle görülebilen somut bir fenomen değildir. Beyinle ilgisi vardır, ancak beyindir denilemez. Çünkü hayvanlarda da beyin vardır. Madde ötesinin inkârında delil olarak kullanılan aklın kendisinin, bizatihi madde ötesi olması, materyalist bilimi suçüstü yakalatmaktadır. Ne yaman bir çelişki değil mi?
Böyle bir girizgâh yapılmasının temel nedeni; yukarıda kısaca değinilen hususların tasavvuf ve etrafında gerçekleştirilen birtakım tartışmalarla yakın ilgilerinin olduğunun vurgulanması, ayrıca tasavvuf okyanusunda kaptansız, pusulasız bir gemi gibi dolaşan kimi insanlara da bazı önemli gerçekleri hatırlatmak içindir.
Tasavvuf mavera yolculuğudur. Gizemlidir, sırlarla doludur ve ilgi çekicidir. "Zulmani ve nurani yetmiş bin perde"nin arkasındaki hakikate seyirdir. Bir nehrin, kaynağından çıkıp deryaya vasıl oluncaya kadar geçirdiği tüm evreleri içerisinde barındıran bir seyahattir. Kâh olur sert ve sığ zeminlerden geçer, kâh olur şelalelerden dökülürsünüz. Kimi zaman durgun sular gibi derinleşir, kimi zaman da girdaplara sürüklenirsiniz. Bu çetin yolculukta acı ve tatlıyı, hüznü ve huzuru, tehlike ve emniyeti, kabz ve bastı çoğu zaman bir arada yaşar; muhabbet, haşyet, hayret, temkin menzillerinde soluklanır, ama her hâlükarda Rıza'ya kilitlenmiş olarak yolculuğunuza devam edersiniz.
Böyle bir yolculuk kılavuzsuz asla mümkün değildir. En basit turistik gezilerde bile turist rehberleri kılavuzluk ederken, tasavvuf denen "büyük hakikat" yolculuğunda rehbersiz, pusulasız bulunmak, hatta böylesi bir yolculuğun da mümkün olabileceğini iddia etmek ne büyük akılsızlık ve nasipsizliktir.
Tasavvufa yöneltilen eleştirileri temelde iki fasılda değerlendirmek mümkündür: Birincisi "tasavvufun kökenine" ikincisi "tasavvufi uygulamalara" yöneliktir.
Tasavvufun menşei tartışması, sûreti haktan gözükerek saf dimağları bulandırmaya yönelik cehalet istismarıdır. "Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında tasavvuf mu vardı?" gibisinden aldatıcı sorularla "bid'at" vurgusu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu iddiayı çürütmek çok kolaydır: Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), yani "asr-ı saadet" zamanı, bütün İslami ilimlerin membaıdır. Bu ana kaynağın temel karakteristiği, bütün ilimlerin "sohbet" ve "uygulama" boyutunda hayata serpiştirildiği bir özellikte olmasıdır. İlimler, henüz kodifikasyona uğramış, tedvin edilmiş yani yazılı bir disiplin hâline getirilmiş değildir. "Sahabe" kelimesi de zaten "sohbet" kelimesi ile aynı etimolojik kökten gelir. O kutlu dönem, yazılı olmayan sözlü ve uygulamalı bir zaman dilimidir. Ayetler her ne kadar, nazil oldukça vahiy katiplerine yazdırılıyor olsa da ortada henüz "Mushaf" dediğimiz, günümüz anlamında yazılı bir kitap yoktur. Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Bu durumun anlamı şudur: İlk dönem itibariyle kelam, fıkıh, hadis, tefsir vb. adı altında metodolojisi geliştirilmiş, tasnifi yapılmış, kavram ve tanımlarıyla ortaya çıkmış bir ilmi disiplin henüz teşekkül etmiş değildir. Söz konusu bu temel ilimlerin günümüz anlamında ortaya çıkışı ancak asr-ı saadetten sonraki dönemlere rastlamaktadır. Bir başka ifadeyle bu ilimler köken itibarıyla Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında var, ama metodolojik ilmi disiplin olarak henüz yokturlar. Şimdi bu tespitten hareketle "Kelam, fıkıh vb. ya da Mushaf, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında yoktu, sonradan uyduruldu." mu diyeceğiz? Böyle bir iddia bühtandır, tek kelimeyle saçmalıktır.
Aynı durum tasavvuf için de söz konusudur. Tasavvufun temel hedefi "ihsan"dır. İmam-ı Azam fıkhı, "Kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir." şeklinde tanımlar. Leh ve aleyhte olma durumu çok geniş bir yelpazeyi ihtiva eder. İnsan, içi ve dışı ile mürekkep bir varlıktır. Dolayısıyla afaki ve enfüsi herşey fıkhın konusunu teşkil etmektedir. İnsanın afakına yani zahirine yönelik kurallara "fıkh-ı zahir", enfüsi yani içe dönük kurallar bütününe de "fıkh-ı batın (tasavvuf)" denilmiştir. Fıkh-ı batın; ihlas, ihsan, muhabbet, tevekkül, rıza, sabır, şükür, yakin, huşu, güzel ahlak, nefs ve kalp marazları, tezkiye, tasfiye vs. yani kısaca "takva" dediğimiz boyutu ihtiva eder. Dikkat edilirse tüm bu kavramlar Kur'an ve Sünnet kaynaklı kelimelerdir. Bu hususlarla ilgili kurallar manzumesi, "tasavvuf" denilen ilmi bir disiplinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bir bebeğe isminin sonradan veriliyor olması, o bebeğin, isim konulmadan önce var olmadığına delil teşkil etmediği gibi, "tasavvuf" isminin sonradan konulmuş olması da Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında tasavvufun olmadığı anlamına gelmez. Konu bu kadar açıktır.
Fıkıh zülcenaheyndir, iki kanatlıdır. Tarihsel süreçte zahir kanadı "mezhepler", batın kanadı da "tasavvuf" olarak ekolleşmiştir.
O halde tasavvuf; İran, Hind, Çin ve Şaman menşeli bir bid'atler silsilesi değil, bilakis Kur'an ve Sünnet'in özüdür denilebilir. Olay bundan ibarettir.
Tasavvufa yöneltilen ikinci temel eleştiri, "uygulamalar" boyutuyla ilgilidir.
Bu boyut, en fazla spekülasyonla karşılaşılan alandır. Tasavvuf; karakteri, kimyası itibarıyla tecrübi ve indî bir sahadır. Dolayısıyla subjektiftir. Yaşanılan hâller, vecdler, keşif ve kerametler, olağanüstülükler vb. her zaman ilgi odağı olmuştur. Fizik yasalara uymayan, onları aşan olaylar, çoğu zaman şüphe ve istifhamla karşılanmıştır. Yazımızın başında kısaca değindiğimiz, akla aykırı olmayan ama onu aşan bu gibi tecrübeler, kimilerince şarlatanlık olarak algılanmıştır. Bu inkâr, yaşanılan harikaları, bazen akla ve ilme sığdıramama, bazen de kıskançlık ve haset şeklinde tezahür etmiştir.
Ayetlerde anlatılan, Belkıs tahtının Hz. Süleyman'ın bir sahabesi tarafından derhal huzura getirilmesi ya da Hz. Meryem'e olağanüstü bir tarzda sunulan ikramlar "keramet"in Kur'an'dan delilleridir. Sahih hadislerde de sayısız keşif ve keramet örnekleri bulmak mümkündür. Dolayısıyla, Allah dostlarından yine Allah'ın izniyle sadır olan bir takım olağanüstülüklere inanmamak, Kur'an ve Sünnet'e aykırılık teşkil eder. Böyle bir durum, ayet ve hadislerle sabit "keramet" müessesesini inkâr demektir ki maazallah bu da insanı küfre götürür. Belli bir şahsın velilik yahut kerametini inkâr ise elbette küfür kapsamında değerlendirilemez.
Pozitivizm ve materyalizmin tesirinden kurtulamamış akıllar için kavranması zor olgulardır bunlar. Ancak son yıllarda, özellikle kuantum fiziğinin her ihtimale gerçekleşebilirlik imkânı tanıyan niteliği, holografik evren yaklaşımları, tarihe Philadelphia Deneyi olarak geçen tartışmalar, hatta son dönemlerde vizyona giren "matrıx" türü filmler klasik bilim paradigmasının dışında, "olağanüstülükler" ve "paranormal" olaylar için yeni bilimsel arayış ve yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir. Bilim literatürüne de girmiş olan "boyutlar", "paralel evren"ler, evrenin yüzde doksanından fazlasını kapladığı iddia edilen, varlığı bilinen ama nasıllığının sırrı çözülemeyen "karanlık madde" ve "karanlık enerji", yine "kara delik" gibi kozmik fenomenler, kâinatta klasik bilimsel yasaların dışında başka form, yasa ve işleyiş mekanizmalarının da var olabileceğini bize haber vermektedir.
Bilim dünyasındaki bu türden gelişmeler, tasavvuf terminolojisindeki bir takım kavramların daha kolay kavranılır olmasına zemin hazırlamıştır. "Elimle tutup gözümle görmediğime inanmam!" türü sığlık ve körlüklere günümüz dünyasında artık yer yoktur. Son bilimsel bulgular, iman umdeleri ve tasavvuf kavramlarını daha anlaşılır kılmıştır. Bu durum, Kur'an'daki, "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefslerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O'nun (Kur'an) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin'in herşeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) ilahi beyanın, tecelli ve tezahüründen başka bir şey değildir. Artık son gelişmelerle birlikte, çağın yeni bilim anlayışı ile tasavvuf, her zamankinden daha da yakın hâle gelmektedir. Bu durum aslında bir Kur'an mucizesidir.
"Tasavvuf ve akıl" konusu, müstakil ele alınması gereken bir mevzudur. Akıl kelimesi semantik açıdan köstek, bağ anlamına da gelmektedir. Hadis-i şerifte; "Aklı olmayanın dini yoktur." buyrulmaktadır. Akıl gibi şerefli bir varlık söz konusu değildir. Ne var ki akıl, herşey demek de değildir. Çünkü bazen köstek, bazen bağ, bazen de pranga fonksiyonu icra edebilir. Hele hele maveranın namütenahi ikliminde seyahat ediyorsanız, aşk ve muhabbet okyanusunda bazen kupkuru ve yapayalnız kalabilirsiniz; oralarda sadece akılla gidilmez. Öyle aşamalar vardır ki akıl orada yalnızca katalizör konumunda olmak durumundadır.
Hedefe çabuk ulaşayım diye hareket hâlindeki gemide yürümeye kalkmak ne kadar akılsızlık ise yolculuğun bazı safhalarında aklı rehber edinmek de o kadar akılsızlıktır. Bu tutum, aklı inkâr veya iptal değil, bilakis aklın bir gereğidir. Nitekim Yunus ve Mevlana'ya kitapları yaktıran, Necip Fazıl'a aklını kusturan bu kertedir. Burada akıl aşağılanmamakta, fonksiyon değiştirmektedir. Olay, arabanın vites değiştirmesi gibi bir durumdur. Farklı bir moda geçmektir. Yoksa akıl ve ilim her daim lazım ve zaruridir. Ancak bazen de aşk ve muhabbetle gidilir. Kimi zaman da kimi kişiler direkt olarak, vasıtasız çekilir ve götürülür ki bu da mahbubiyet sırrıdır.
Spekülasyon noktalarından biri de tasavvufu tarif sadedinde kullanılan "Kaal ilmi değil, hâl ilmidir." anlayışıdır. Burada ifade edilmek istenilen husus, tasavvufun temrin, egzersiz ve amel ağırlıklı bir ilmi disiplin oluğunu vurgulamak içindir. Olay teoriden ziyade pratiktir. Tasavvufun ilginç bir özelliği, esrarını, daha çok söyleyen ve yazana değil, yapan ve yaşayana açmasıdır. Bu sırlı dünyada ancak icraatlar neşvü nema bulabilir.
Yüzme metaforu sanırım konuyu daha anlaşılır kılacaktır: Yüzme bilmeyen bir kimseye önce teorik bilgiler öğretilir. Suya girmezden evvel bir takım zaruri egzersizler, rehber eşliğinde tarif edilir. Hâl böyleyken, ne kadar teorik bilgiye sahip olursanız olun suya girmedikten sonra o bilgilerin hiçbir anlamı yoktur. Şayet yüzmeyi öğrenmeden suya dalarsanız bu sefer de boğulursunuz. Aynen onun gibi, tasavvuf okyanusuna da yüzme bilmeden bodoslama dalmak, boğulmakla eş değerdir. Pusulasız ve bilgisiz deryalara açılmak tehlikelere yelken açmak demektir. Aynen bunun gibi, mürşitsiz, rehbersiz, yalnızca kitap okuyarak ve yazarak tasavvufçu olmak mümkün değildir. Bu hâl, yüzmeyi öğrenip de suya dalmamış insanın durumundan farksızdır. Teori ile pratik bir arada olursa ancak sonuç alınabilir.
Ayrıca "hâl"in ön plana çıkıyor olması ilmin, sohbetin, kaal'in ikinci plana atıldığı, önemsiz olduğu anlamı da taşımaz. İlimden murad ameldir.
Tasavvuf, insan derûnunu keşif, gönül ve davranış dünyasını dizayn etme iddiasında olduğu için psikoloji bilimiyle de yakın ilgisi vardır. Modern psikolojide kullanılan id, ego, süper ego, bilinçaltı, psikanaliz, kişilik, psikoz ve nevrotik rahatsızlıklar vb. kavramlar ile tasavvufta kullanılan nefs, enaniyet, muhasebe, murakabe, şahsiyet, kalp marazları gibi kavramlar arasında paralellikler kurulabilir. Ancak tasavvufun sağlamasını psikolojiye yaptırtmaya kalkmak ya da tasavvuf referanslarını modern psikolojide aramak, büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü günümüzde pozitivist psikoloji bilimi "ruh" olgusunu inkâr üzerine inşa edilmiştir. Ne garip bir paradokstur ki "ruh bilimi" diye ifade edilen psikoloji, sırf metafizik olduğu gerekçesiyle ruhu inkâr etmektedir. Dolayısıyla ilgi alanını, ruh ve ruhun şubeleri sayılabilecek kalp, sır, hafa, ahfa gibi letaiflerin oluşturduğu tasavvufu, tüm bu varlıkları inkâr eden modern psikolojiye referans yaptırtmak, ilmi hakikatlerle kesinlikle bağdaşmayacaktır. Psikolojinin birtakım tespit, analiz ve tedavi metotlarından yararlanılabilir. Ancak ruhu inkâr üzerine kurulu bir psikoloji biliminin insanı açıklamada yetersiz kalacağını ifade etmek için bilim adamı olmaya da gerek yoktur. Çünkü insan, beden ve ruhtan mürekkep bir varlıktır. Ruhu inkâr ederseniz geriye yalnızca ceset kalır. Böyle bir durumda da insan gibi muallâ ve muazzez bir varlığı hayvan derekesine indirgemiş olursunuz.
Benzer durum diğer bilim disiplinleri için de geçerlidir. Ruhu ve metafizik alanı inkâr eden bugünün pozitivist bilimsel verileriyle, ana konusunu esas itibarıyla metafizik olguların oluşturduğu tasavvufu birbiriyle tam olarak uyumlu kılma çabası, sağlıklı bir yol olmasa gerektir. Böyle bir uyum, metafiziğe kapı aralayan bir bilimsel paradigma değişikliğiyle ancak mümkün olabilecektir. Bu yönde olumlu gelişmelerin var olduğunu yukarıda izah etmiştik.
Tasavvuf, kendini kanıtlamış bir ilmi disiplindir. Kendisini modern bilime "çek ettirme" gibi bir kompleksi yoktur. Ancak çağın idrakine kendisini söyletebilmesi, geniş kitlelere erişebilmesi bakımından günün geçerli terminolojisini kullanmasında da hiçbir sakınca yoktur, hatta yararlıdır.
Aşağılık kompleksinin tesiriyle, bilim ve batı karşısında hep reaksiyoner ve savunmada kalan İslam dünyasının, artık aksiyoner olma zamanı gelmiştir. Tüm orijinalliğiyle kendi "tez"ini ortaya koyabilecek birikim ve donanımı mevcuttur. Hiçbir eziklik duymaya gerek yoktur. Batı, İslam'a muhtaçtır. Güçlü olursanız saçmalıklarınız dahi taklit edilir, moda olur. Tabiatın kanunu budur. Karşı taraf kendini size göre tanımlamak zorunda kalır. Bu tespitler birer züğürt teselli olmayıp bilimsel projeksiyonların gelecek öngörüsüdür.
Dinin yükselişe geçmesiyle birlikte tasavvufa olan ilgi de her geçen gün artmaktadır. Hayatın yalnızlaştırdığı, makineleştirdiği, kendine ve başkalarına yabancılaştırdığı modern insan, kaotik dünyasından kaçıp sığınabileceği asude bir liman aramaktadır. O nedenle tasavvuf her dem tazelik ve canlılığını korumaktadır. Mevlana'nın Mesnevisi bugün Amerika'da "best seller" yani en çok satan kitaplar arasındadır. Ne var ki tasavvuf, yalnız okumak ve yazmakla yaşanılacak bir "tatmin metaı" değildir. Tasavvuf ile beklenen maksadın hâsıl olması isteniyorsa, oyunu kurallarına göre oynamak gerekir. Aksi takdirde büyük bir aldanış ve hayal kırıklığı yaşanır.
Son zamanlarda sürekli tasavvuftan bahseden, derin konulara dalış yapan "tasavvuf dalgıç"larına rastlar olduk. İnsanların kavramakta güçlük çektiği kelime ve terimler kullanıp anlaşılmaz, aforizmik cümleler kurarak bir takım atraksiyonlarla dikkat çekmeye çalışan "tasavvuf spekülatörleri" piyasayı kaplar oldu. Böyle bir retorik, maskeden başka bir şey değildir.
Bazı tasavvufi konular, doğası gereği ancak ehlinin ve o seviyede bulunanların anlayabileceği hususlardır. Tasavvuf spekülatörü dediğimiz kişiler, bilhassa girift konuları seçerek, anlaşılmazlık nedeniyle insanlarda oluşan hayranlık duygusunu istismar ederek, kendi egoist ve narsist duygularını tatmin etmektedirler. Tasavvuf, hakikati tebliğ ve yaşama sanatı iken bu spekülatörler, kendilerini pazarlamak ve satmaktadırlar. Bu yüzden de gerçek anlamda ne kendileri, ne de onları takip edenler mutlu olmaktadır.
Gereklerini yerine getirmeden; zikirsiz, mürşitsiz, nefsi arındırmaya yönelik bir mücahede olmaksızın tasavvufla ilgilenenler, açık denizlerde kaptansız, pusulasız bir gemide yalnız kalmış kişi gibidirler. Onlar, tasavvufu yaşayan değil ancak edebiyatını yapan lafazanlardır. Yollarını bulmaları, gayeye vasıl olmaları mümkün değildir. Geçici şevk ve muhabbet duyabilir, teberrüken bazı maslahatlar elde edebilirler; ama hepsi o kadar. Fena ve bekaya ulaşmaları asla söz konusu olmayacaktır.
Nasıl ki tarih yazanla tarih yapan bir değildir, yazan yapana sadık kalmak zorundadır; aynen onun gibi tasavvufu "yazan"la "yapan" da bir değildir. Yazan, yapan ve yaşayana her zaman sadık kalmak durumundadır. Aksi takdirde yapmadığını söyleyip hevasına uyan "yalancılar" konumuna düşecektir. Şu ilahi uyarı, sanıyorum gerçeği tüm çarpıcılığıyla ortaya koymaktadır: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." (Saff, 61/2-3)