Sultanü'l Vâizîn Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ Hocaefendi

 

Feyz: Bizlere babanızdan, yani yakın zamanda vefat eden Tahir Büyükkörükçü Hoca Efendi’den bahseder misiniz? 

Babam 1925 yılında Konya’da dünyaya gelir. İlkokulunu Konya’da okur, sonra o günlerin meşhur ortaokulu Karma Ortaokulu’na kayıt yaptırır. Bu arada aile bütçesine katkıda bulunma bahanesiyle, babası ve büyükleri tarafından kunduracılığa verilir. Fakat bir kunduracıda hizmet görmesinin asıl sebebi, dükkanın, Kur’ân-ı Kerîm Hocası Mustafa Efendi’nin dükkanı olmasıdır. Kendisi, Endâzenin Mustafa Efendi’nin yanında biraz Kur’ân-ı Kerîm öğrenir, biraz da hocasının hizmetinde bulunur. Bu esnada bir cami vaazında Hacı İsa Rûhi Bolay Hoca Efendi’yi dinler ve hayran olur. Hissiyyatını Kur’ân hocası Mustafa Efendi’ye aktarması üzerine hocası, kendisini İsa Hoca Efendi’ye götürür ve talebeliğe kabulü yönünde ricada bulunur. Bunun üzerine babacığım, İsa Hoca Efendi’nin halkasına dahil olup derslerine devam etmeye başlar. Tabi o dersler babamın çok hoşuna gidince ortaokulu üçüncü sınıftan terk eder ve tamamen ilme yönelir. Medrese usulü tefsir, hadis, fıkıh, usûl, ferâiz, sarf-nahiv, mantık, beyan… gibi temel İslami ilimler tahsil eder. Bu dersler dört sene devam eder. Askerlik zamanı gelir ama dersler bitmemiştir. Hocası, “Senin askerliğini tecil ettirelim.” diyerek askerliğini bir yıl tecil ettirir ve o dersler bitirilir. Bu arada biraz da hafızlığa çalışır. Dersler bittikten sonra Hacı İsa Rûhi Bolay Hoca Efendi’den icazetini alır ve askere gider. Üç yıl askerlik yapar, tamamlar gelir, 1949-50 yıllarına doğru. 1950’de hem evlenir hem de vaizlik vesikasını alır, vaizliğe başlar. Bu arada hemen kendisine on yedi kadar talebe bulur ve Arapça okumaya başlarlar. Ancak bir gün dersleri basılır ve talebeleri dağıtılır. Kendisi de vaizlikten dokuz ay el çektirilir. Daha sonra görevine döner. Konya’da o günlerde vaaz eden hocalarımızın hemen hepsi yaşlı vaizlerdir. Genç bir vaiz Konyalının dikkatini çeker. Bir mescitte vaaza başlar, zamanla biraz daha büyük cami, biraz daha büyük cami ve bu tüm Konya’ya yayılır. Arkasından 27 Mayıs ihtilali olur. 27 Mayıs ihtilali babam için sıkıntılı geçer ama Allah’ın lütfuyla direkt bir sıkıntıya muhatap olmaz. Fakat o günlerin hayli sıkıntılı geçtiğini ama buna rağmen bir tek vaazından geri kalmadığını hep söylerdi.

60 ihtilalinden sonra -tabi ihtilali yapanların dişine dokunduğu için- Tahir Hoca Burdur’a tayin olunur. Burdur o zaman için çok küçük bir vilayettir, bir nevi sürgün diyebiliriz buna ve Burdur’a sürgün edilir. Sürgünden bir buçuk yıl sonra Konya’ya müftü olarak gelir. Babamın Konya’da altı yıl kadar müftülüğü vardır. Müftülüğünden sonra vaizliğe tekrar geri dönmüştür. Ondan bir buçuk iki yıl sonra da 1973 yılında emekli oldu. Sonra bir siyasi hayatı, siyasete intisabı vardır. 1977 seçimlerinde Millî Selamet Partisi’nden parlamentoya girdi. Üç yıl kadar devam eden milletvekilliği hayatı 12 Eylül’de inkıtaya uğradı. 12 Eylül’de tutuklandı ve on bir ay kadar cezaevinde kaldı. Ondan sonra da 1985’e kadar mahkemeleri devam etti, nihayet 1985’te beraat etti. Müteakiben hemen Hicaz’da oturma izni aldı. Ondan sonra kış aylarında altı yedi ay kadar Medine-i Münevvere’de, beş altı ay kadar da mevsime göre Konya’da kalıyorlardı. 1999 yılına kadar bu böyle devam etti. Bu arada Konya’da bulunduğu süre içinde Kapu Camii’nde vaaz etti. 1999’da annemin rahatsızlığı sebebiyle Türkiye’ye döndüler, sonra birkaç umresi daha oldu. 2003 yılında annemi kaybetmiştik ve bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde de kendisini 86 yaşında Hakk’ın rahmetine, O’nun bağışlamasına uğurladık. Babamın kısaca hayat hikayesi bu şekilde. Babamlar beş kardeştirler. Biz evlatları olarak dört kardeşiz; üç kızı, bir oğlu var.

Feyz: “İslam âlimi, Allah dostu” deyince, özellikle insanlara ahlaki yönleriyle de tanıtılması gerekiyor. Babanızın ahlaki yönünden bahseder misiniz?

Doğrusu babam, eski tabirle tam bir selef bakıyyesiydi, yani eskilerden kalma bir hocaydı. Yaşantısı tamamıyla selef ulemasının yolunda ve izindeydi. Tefsirde, hadiste, fıkıhta, tasavvufta Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat çizgisinden hayatı boyunca taviz verdiğini hiç görmedik.

Ben, gelen dostlarıma hep şöyle söyledim: “O, bize İslam’ı tavsiye etmezdi, emrederdi.” Bir defa, İslam ahlakı evde yaşanıyordu. Kadın-erkek münasebetlerinde, aile içi hayatımızda, akrabalar ve komşularla olan münasebetlerimizde şeriat çizgisi, inanın çok net hatlarla muhafaza ediliyordu. Misal vereyim; olur ya insanlık hâli, biz burada otururken içeride bulunan bir hanım misafir biraz yüksek sesle konuşacak olsa mutlaka uyarırdı. Evinde, -eski tabirle- haremlik selamlık disiplinini muhafaza ederdi. Bir defa İslam ahlakını tasavvuf çerçevesi ve çemberi içerisinde, tam Rasûlullah’ın ve sahabesinin ve ondan sonra gelen büyüklerimizin yaşadığı zühd çemberi içerisinde yaşardı. Mutlaka teheccüde kalkılır, muhakkak evrâdu ezkâr yapılır ama şeriatten de asla taviz verilmezdi. Yani tasavvufta ölçü İslam’dı, şeriatti. Kimilerinin gevşek tasavvufi meşreblerine asla müsaade etmezdi babacığım. Ben dostlarıma hep şöyle söyledim bu hakikati ifade için: “O’nun sevgisi ve takdiri şeriate göre, İslam’a göre; sitemi, kahrı ve ikazı da yine İslam’a göreydi, şeriate göreydi.” Kim İslam’a daha yakın, kim daha çok ibadet ederse, daha çok takdir görürdü. Hatta güzel bir hâl gördüğü zaman güzel bir tavırla “Aferin” derdi. Ama bizden, en yakınlarından kimin bir meselede bir ihmali oldu ise mutlaka ikaz edilir, kimsenin -Anadolu tabiriyle- gözünün yaşına bakılmazdı. İslam ahlakı O’nun davranışlarında bir esastı.

Feyz: Hocamız insana ve hayata nasıl bakardı?

Vaazları göz önünde… 1973 yılında emekli oldu, vaazlarından sohbetlerinden asla geri kalmadı. Bu, O’nun insan sevgisini gösterir. Acaba bir kişiyi kurtarabilir miyim, bir kişinin hidayetine vesile olabilir miyim? Gençleri bilhassa çok seviyordu. Vaazlarını dinlerseniz hep gençlere hitap ettiğini görürsünüz. O’ndaki insan sevgisi İslam’ın istediği insan sevgisiydi. Kendisini insanlara, insanlığa adamıştı. Mesela son zamanlarda Kapu Camii kürsüsünde diz çöküp oturamaz hâle gelmişti yaşlılık sebebiyle, ama “Hayır, kürsüden inmeyeceğim.” dedi. Böyle olunca kendisine yüksek bir minder yaptırdık, vaazlarına devam etti.

Feyz: İnsanlar O’nu nasıl algılardı?

Etrafından hayatı boyunca saygı gördü. Çünkü vakurdu, yaşantısından taviz vermez ama kırmazdı da… İkaz ederken Allah için ikaz ettiği için, bazen etrafını çok sert ikaz ettiğini görürdük, ama karşı taraftaki bunu fevkalade biliyordu ki “Bu benim hayrıma, bu benim ahiretimle ilgili, bu benim maneviyatımla ilgili.”, onun için dostlar kırılmıyorlardı. Hatta şöyle diyen dostları görmüşümdür: “Hocam bu güne kadar siz bizi el üstünde tuttunuz, ikazlarınızda bile çok tatlı ikaz ettiniz, bir de gerekirse dövün bakalım ne yapacağız?” Yani onlara fevkalade merhametle yaklaşır, ikaz ettiğinde de Allah için ikaz ettiği için, hep saygı ve sevgi görürdü. Doğruyu söylemek gerekiyor, hep el üstünde tutuldu. El üstünde tutulduğu için son yolculuğunda da parmaklar üzerinde uğurlandı. 

Feyz: Babanız, bir hizmet ve dava adamı olarak nasıl birisiydi? Bizimle paylaşır mısınız?

Yorulmak nedir bilmezdi, samimiyetle söylüyorum. Kim nereye, konferansa, sohbete çağırsa giderdi. Çok mütevazı bir insandı. Kim çağırsa giderdi. Zaten Rabbim öyle dayanıklı bir vücut vermiş ki, arabayla Medine-i Münevvere’den çıkıyorduk beraber, Şam’da birkaç saat istirahat ediyor, sonra Konya’ya geliyordu, direksiyonda bir başkasının yardımı olmadan. Böyle güçlü bir bedeni vardı elhamdülillah. Böyle olunca da koşup koşturmak O’nun için zevkti. Yani bu konuda Necip Fazıl üstadın O’nun nasıl bir dava adamı olduğunu anlatan yazısını derginizde yazmanızı gönlüm arzu eder. Orada Necip Fazıl’ın kendisini nasıl ifade ettiğini görebiliriz. Mesela 27 Mayıs’ta demişler ki: “Ne zaman bu hocanın ipini çekeceğiz.” Babam, “O şartlar da bile bir tek vaazımı feda etmedim.” derdi. 

Feyz: Hocaefendi sohbetlerinde Allah dostlarından çok bahsediyor. Mevlana Hazretleri’nden, Hacı Veyis Zâde’den, Ladikli Ahmed Efendi’den… Babanızın onlara olan muhabbet ve sevgisinden de bahseder misiniz?

Efendim, başta kendi üstadı Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri olmak üzere bütün evliyaullaha tarif edilmez bir bağlılığı vardı. Yani hayatı boyu hep şöyle söylemişti: “Evliyaullahın himmetini ve Ümmet-i Muhammed’in duasını alanın sırtı yere gelmez.” Bu iki şeye çok önem veriyordu, kardeşlerimiz bunun şahitleri… Mevlana Hazretleri’ni kürsülerde anlatan O, büyüklerden bahseden O… Tabi bu aslında Rasûlullah’ın ve sahabenin sevgisinin tezahürüdür, O’nun çiçekleridir. Çünkü evliyaullah o bahçenin gülleridir, o bahçenin çiçekleridir; onlara fevkalade saygı duyar, sevgi duyardı. Bu, ciddi tasavvufi bir neşenin tezahürüdür. Mevlana Hazretleri’ni çok sever, Bediüzzaman Hazretleri’ni çok sever, Ladikli Hacı Ahmed Efendi amcamızı ve Hacı Veyis Zâde Hocamızı, kendi hocasını hocası olarak çok sever ve çok yâd ederdi. Yani evliyaullaha çok aşırı bir muhabbeti vardı. Onlardan söz açıldı mı akan sular durur, babam hepsine fevkalade saygı ve sevgiyle muhabbetlerini bildirirdi. Hayatına hep onlara göre yön verirdi. Herhangi bir meselede mesela, “Hacı Veyis Zâde Hocamız şöyle buyurdu.” denilmesi bir hüccettir. “Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri böyle yaptı.” denilmesi bir delildir. Evliyaullahtan falan kişi şöyle söylemiştir, O’nun için örnektir. Allah dostlarına böyle fevkalade bir muhabbeti vardı. 

Feyz: Son zamanlarını nasıl geçirdi?

1999’dan sonra, kürsüden indikten sonra uzun süre ev sohbetleri devam etti. Birkaç umresi daha oldu ve artık ev sohbetlerinden de çekilince yani iyice takati kalmayınca evden çıkmadı. Ama altı yedi ay evveline kadar insanlar geliyor, onlara dilinin döndüğü kadar nasihatlerde bulunuyor, irşadı bırakmıyordu. Son birkaç ay rahatsızlandı ve bildiğiniz gibi Hakk’ın rahmetine kavuştu. 

Feyz: Bu kadar çok sevilmesini neye bağlıyorsunuz? 

Doğrusu, çok sevilmesinin nedenini, söylediklerini yaşaması olarak görüyorum evladı olarak. Yaşamadığı hiçbir şeyi söylemedi, söylediği her şeyi hayatına hâkim kılmaya çalıştı. Mü´minleri çok sevdi, onlar için hiçbir fedakârlıktan sakınmadı. Mesela, biz bir yere konferansa gideriz, babamın dostları kendi ceplerinden yol paralarını verirler, gittikleri yerden asla bir ücret almazlar. Sonra yine çok önemli hususlardan bir tanesi -tekrar ediyorum- evliyaullahın himmeti üzerindeydi, Allah dostlarına fevkalade bağlılığı vardı. Bizim mesleğimizde, vaizlik mesleğinde çok önemli bir şey, yaşadığınızı söylerseniz karşı tarafa tesir eder. Babam da hep Mevlanamız’ın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” düsturuyla yaşadı. Ben şimdi Konyalılara öyle söylüyorum; babam kürsülerde sert bir vaiz olarak, tavizsiz bir vaiz olarak tanınır ama evdeki hayatı on misli daha sert ve tavizsizdi. Dediğim gibi bize hep İslam’ı emrediyordu. O’nun hayatı İslam’a adanmış, şeriate adanmış, tebliğe adanmış bir ömürdü diyebilirim. 

Feyz: Okuyucularımızla paylaşabileceğiniz özel hatıralarınız var mı? 

Bir tanesini söyleyeyim. İki ay evveldi, iyice de durgunlaşmıştı, yatağından pek fazla indiremiyorduk. Hizmetini görüyoruz, gece ayrılıyoruz. Yanında birimiz muhakkak kalıyordu. İstirahate geçmeden önce son olarak “Babacığım, bir emriniz var mı?” diye sordum. “Emrim, namazlarınızı vaktinde kılın.” buyurdular. Yani ben O’na, “Bir su ister misiniz, bir ihtiyacınız var mı?” anlamında bir emriniz var mı dedim; O ise aynen böyle söyledi: “Emrim, namazlarınızı vaktinde kılın.” Mühim bir hatırası bu… 

Seccade Anısı 

Gençlik devreleri çok enteresandır babamın. Genç yaşında tasavvufa intisab eder. Şöyle anlatırdı bize: “O dervişlik yıllarında Adil Hoca diye bir kardeşimiz vardı. Konya’dan çıkıp yayan gidelim, Sami Üstadımızı Adana’da bir ziyaret edelim, dedik. Konya’dan iki kişi çıktık, yürüye yürüye köyleri, kazaları geçerek gidiyoruz. Konya’nın köylerinden birinde mola verdik. Köylüler bizi tanıdılar, misafir ettiler. Burada namaz kılarken bir seccade serdiler. Seccade çok hoşuma gitti. Ziyarete de gidiyoruz ya “Ben bu seccadeyi satın alayım, üstadıma hediye edeyim.” dedim. Bana “Senden para almayız.” dediler. Ben de “Olmaz, para vermeden almam.” dedim. O günün şartlarında da “Sana yirmi iki liraya verelim bu seccadeyi.” dediler. Yirmi iki liraya seccadeyi aldık, yola çıktık. Beni, seccadeyi parasız almamakta kararlı görünce yanımdaki arkadaşa geri vermişler parayı. “Buradan iyice uzaklaştıktan sonra hocamıza ver parasını.” demişler. Uzun bir yolculuktan sonra Adana’ya geldik. Adana’da Üstad hazretlerini bulamadık ama seccadeyi hediye ettik ve dua istedik. Daha sonra da Konya’ya döndük. Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra Ladikli Hacı Babamızı ziyarete gittik. O’nun bağında namaz kılıyoruz. Seccadeye bir baktım seccade beni tanıdı, ben seccadeyi tanıdım. “Ahmed Ağa, ben bu seccadeyi bir yerden biliyorum.” dedim. “Hocam, o seccade size verilmek üzere geldi. O seccadeyi yıllar evvel Adana’da Hacı Sami Efendi Hazretleri’ne hediye etmişler. Oradan Mısır’daki Hacı Hayrullah Efendi’ye geçmiş, oradan Şam’daki falan veliye, oradan Mekke’deki falan üstada, oradan Medine’deki falan büyük zâta... Sonra da bize getirdiler, biz burada onu uzun süre serdik, üzerinde namazlar kıldık. Hızır aleyhisselam da seccadenin üzerinde hayli namaz kıldı. Sen bunu götür, burada çok toz toprak altında kaldı, suya vuruver, dedi. Üzerinde evliyaullahın ve Hızır aleyhisselamın namaz kıldığını Ladikli Hacı Babamız söylemişler. Biz hayli üzerinde namaz kıldık, baktık ki eskiyor, fazla yıpranmasın diye bir kardeşimiz böyle çerçeveletti. Biz de manevi bir hatıra olarak onu muhafaza ediyoruz.”

Ali Ulvî Kurucu’nun Rüyası

“Rüyamda Ravza-i Mutahhara’dayım. Görevliler yatsı namazından sonra cemaati çıkarıyorlar. “Kalkın, buraları süpüreceğiz.” diyorlar. Şöyle baktım ileride Tahir Hoca kardeşim oturuyor. Bunun üzerine “Ama Tahir Hoca burada oturuyor, O’nu kaldırmamışsınız.” dedim. “O buranın ehlindendir.” dediler.” Babam bu rüyayı işitince ağlamıştı. Çok çok memnun, mesut olmuştu ve “Bu rüyayı bizzat kendim görsem bu kadar sevinmezdim. Kendisine son derece hüsn-ü zan ettiğim ağabeyim görünce çok memnun oldum, Rabbim’e hamd ediyorum.” demişti. Babamın bizim muttali olmadığımız bir gönül âlemi vardı doğrusu. Çok ketumdu, rüyasını bile kolay kolay anlatmazdı. Bir Allah dostunun şöyle dediğini hatırlıyorum: “Konyalılar Tahir Hoca’nın kim olduğunu ancak mahşerde anlayacaklar.” Zahiren bir hoca olarak ve bir vaiz olarak görünür ve de o gönül yönüne pek kimseyi muttali kılmazdı. 

Başka bir hatıramı anlatayım:

Bundan altı ay evveldi. Sultan Selim Camii’nde Salı vaazım var. Birden telefon geldi, dediler ki; “Bulgaristan’dan bir misafirimiz var.” “Ben hazırlanıyorum vaaza gideceğim, şu anda gelmem mümkün değil. Sultan Selim Camii’ne gelsin, orada görüşelim.” dedim. Bir hanım kardeşimiz, ta Bulgaristan’dan babamı ziyaret için çıkmış gelmiş. Kendi ürettiği şeylerden hediyeler getirmiş. “Ben Bulgaristan’dan sırf O’nun ziyareti için geldim. Biz O’nu vaazlarından tanıyoruz ve çok seviyoruz.” diyor. Hatta “Tahir Hocamız benim kocamı hacca gönderdi.” dedi. “Hayırdır, nasıl oldu bu? Babam Bulgaristan’a hiç gitmedi.” dedim. “Geçen sene kocam hacca niyetlendi ama kanuni engeller çıkardılar gidemedi, çok üzüldü. O gece rüyasına Tahir Hocamız girer ve kendisine şöyle der: “Sakın pes etme, şuraya git, şöyle yap, şöyle tedbirler al, sonra da müracaat et; göreceksin ki hacca gideceksin.” Ertesi gün sevinçle kalktı gitti. Müracaat etti, koştu koşuşturdu ve o sene hacca gitti.” şeklinde anlattı. Bunlar bizim muttali olmadığımız tarafları… 

Televizyonlarda, cenazeye 500 bin kişinin katıldığı söylenmişti. Ertesi gün emniyet müdürümüz haber göndermiş. Emniyetin tespitine göre cenazesinde 440 bin kişi vardı. Hakikaten Konya tarihinde Kapu Camii, İplikçi Camii, Şerafeddin Camii, Aziziye Camii, Sultan Selim Camii, hepsi tek bir cami oldu. Rabbim cümle kardeşlerimizden razı olsun.