Yıl 1972, 16 yaşlarında terü taze bir delikanlıydım. Klasik Türk Musikisi’ni çok seviyordum. Bir yandan keman ve ud çalmayı hayal ediyor, öte yandan Türk Musikisi nazariyatını öğrenmeye gayret ediyordum. O devirlerde müzik materyallerine ulaşmak ne mümkün! Değil enstrüman, müzik ile ilgili bir dökümanı temin etmek bile neredeyse imkansızdı. Kendisinden meşk edebileceğimiz bir musiki üstadı bulabilmek de aynı derecede müşkildi. Ayrıca içinde yaşadığımız toplum da musiki ile iştigal edenlere bir takım kötü yaftalar takıyor, isimlerini karalıyor, iftira ve tel’inlerle onları itibarsız kılıyordu. Fakat ben bütün bu olumsuz şartlara rağmen içimdeki musiki hobisinin önüne geçemiyordum. En kısa zamanda bana ışık tutacak bir hocaya ulaşmayı ümit ediyordum. Bir gün bu istek ve duygularımı rahmetli dayımla paylaşmıştım. Biraz düşündükten sonra bana bezzazlar çarşısında Hüsnü Akyol adında ihtiyar bir saat tamircisinden bahsetmişti. Mesleğinde Sivas’ın en iyi ustası ve mahir bir hattat imiş. Hüsnü Efendi üstelik ince ruhlu ve derin bir musiki üstadı ve de Tambur virtiyözü imiş. Dayımdan aldığım bu malumatı değerlendirmeye karar verdim. Saatçi Hüsnü Efendi’ye yapacağım ziyareti birkaç gün önceden prova ettim. Söyleyeceğim sözlerle, giyim kuşam ve tavırlarımla onun üzerinde iyi bir intiba bırakmalıydım. Her türlü hazırlığımı yaparak bezzazlar çarşısında soluğu aldım. Saatçi dükkanının önüne geldiğimde kalbim heyecandan bir kuş gibi çırpınıyordu. Sakinleşmek için kapı önünde bir müddet bekledim. Ne mümkün! Anladım ki korkunun ecele faydası yok, nefesimi tuttum ve kapıyı çalmadan içeri daldım…
Geldiğimi duymadı, hissetmedi, hatta görmedi bile. Sanırım dut ağacından oyma bir tambur vardı elinde. Önünde Osmanlıca yazılmış saz eserleri vardı. Onları deşifre ediyordu. Öyle temiz ve falsosuz bir icrası vardı ki “Demek ki insan ihtiyarladığı zaman iyi bir müzisyen oluyormuş.” diye geçirdim içimden. Bir zaman kulağım saz eserinde, gözlerim karşı duvardaki köstekli saatlerde dolaştı. Masa üzerine rastgele serpiştirilmiş hat meşklerine daldı gönlüm. İyi de oldu, çünkü bu güzelliklere dalmışken heyecanım da kendiliğinden sükûn buldu. Duvardaki saatlerin hepsi muntazam bir şekilde çalışıyordu, bir tanesi hariç! Yılların tozuyla kerme bağlamış ve kaderine terk edilmiş bu bozuk saatin altına bir yazı iliştirilmişti. Merakımı celp ettiğinden yazıyı okumak için birkaç adım daha ilerledim. Şöyle bir beyit:
Mecali kalmadı akrebin, yelkovanın
Kırıldı zembereği kahpe nizamın
Beytin altına da bir tarih düşülmüştü: 16 Haziran 1950 Vakt-i Asr… Belki de bunların hiçbir anlamı yoktu. “Usta, kırılan saatine şiir yazmış. Demek ki Hüsnü Efendi’nin şairliği de varmış.” diye düşündüm. Hüsnü Efendi saz semâisinin son mülâzime hânesini de icra ettikten sonra mızrap tutan eliyle gözlüğünü aşağı çekip munis gözlerini bana yöneltti. Tepeden tırnağa şöyle bir süzdükten sonra “Ne istiyorsun evlat söyle bakalım!” dedi. Edepli bir şekilde cevap verdim “Efendim! Ben Erzincanlı Bıçakçı Hafız Ahmet Efendi’nin torunuyum. Türk müziğine çok merakım var. Zamanınız müsaitse sizden bir makam meşk etmek istiyorum.” dedim. Birden gözlerinin içi güldü, dudaklarında derin bir tebessüm belirdi. “Öyle mi? Demek sen o hazretin torunusun. Bak şimdi gönül telimi titrettin benim. Ayının ayakta gezeni çoktur ama arada bir Ahmet Efendi gibi mübarek insanlar da çıkıyor! Gel bakalım otur şöyle yanıma!” diyerek halı desenli minderi işaret etti. Süklüm püklüm oturdum. Uzun uzun rahmetli dedemin güzelliklerinden ve faziletlerinden bahsetti. Konuşmak istiyordu. Belli ki eşref saatine denk gelmiştim. Bir yandan pürneşe konuşmasını sürdürürken öte yandan ispirto ocağında ısıttığı ıhlamur çayını bardaklara dolduruyordu. Maziden dem vurduğu için musiki konusundaki isteğimi tekrarlamaya cesaret edemedim. Kendisi konuyu döndürüp dolaştırıp saatlerin tamir ve bakımında bilinmesi gereken inceliklere getirince biraz önce aklıma takılan altında beyit yazılı duvar saatini sorma gereği duydum. Elimle göstererek “Hüsnü Amca!” dedim. “Merakımı bağışlayın! Bütün saatler tıkır tıkır çalışıyor ve söylediğiniz gibi mükemmelen tamir gördükleri anlaşılıyor. Ancak şu saate sanki uzun yıllardır hiç el sürülmemiş gibi. Üzeri toz toprak içinde. Bu saatin müşterisi veya sahibi yok mu?” Hüsnü Efendi gözlerini kapatıp bir müddet dinlendi ve derin bir iç çektikten sonra anlatmaya başladı: “O benim saatim. Yung Hans marka. Orijinal Alman! Uçak fabrikatörü Nurettin Demirağ yurt dışından getirip elleriyle bana hediye etmişti. Bu antika saati müzayededen satın almış. O nedenle evvela maddi değeri pek büyük. Meraklıları bir ev parası teklif ettiler yine de satmadım!” Hüsnü Efendi biraz duraksadı, altı köşeli terekli şapkasını sağ eliyle alıp sol eliyle saçsız başını kaşıdıktan sonra sözlerine devam etti: “Manevi değerine gelince; merhum Adnan Menderes, Demokrat Parti’yi kurduktan sonra ilk seçimlerde tek başına iktidar olmuştu. İlk icraatıyla halkın 18 yıllık büyük bir çilesine son vermek istiyordu. Kendi ifadesiyle ‘Ezan din diliyle okunmadıkça gözüm açık gider.’ diyordu. Bu konuda o kadar aceleciydi ki Reisicumhur Bayar “Ne olur biraz sabırlı ol!” deyince “Ezanın asli hüviyetine kavuşmadığı bir memlekette başbakanlık filan yapmam. Vallahi gözümü bile kırpmam, alır başımı giderim.” diyerek O’nu tehdit etmişti. Ezanı hürriyetine kavuşturan kanun değişikliği meclisten bir çırpıda çıkıverdi. Ajanslar 16 Haziran 1950 sabahı bu haberi geçtiler fakat İstanbul’da bulunan Reisicumhur, kanunu ancak öğleden sonra onaylayabildi. O gün bütün Türkiye sevinç ve sürûra boğuldu. İnsanlar pürtelaş koşuşturuyor, bu haberi duyanlar duymayanlara müjdeliyordu. Kolay mı? 18 yıllık hasret nihayet dinecek ve ikindi ezanı minarelerden din dilinde okunacaktı. Ezana daha iki saat vardı. Ama o gün ne hayvan pazarında ne de mezbahada bir tane bile kesimlik hayvan kalmadı. Sanki kurban bayramıydı. Kurbanını yedeğine takan kendi mahalle camisinin yolunu tutuyordu. Kadınlar, çocuklar, genç ve yaşlılar cami önlerinde kümelendiler. Ben de iş tulumunu çıkartıp hemen yanı başımdaki Meydan Camii önündeki mahşeri kalabalığa karıştım. Kurbanlıklar kıbleye yatırılmış, nefesler tutulmuş, Hafız Bedrettin şerefedeki yerini almıştı. Eczacı Ali Rıza ve ekinci un fabrikatörü Koçer, kurban için birer deve getirmişlerdi. İnsanlar bir taraftan saatlerine bakıyor diğer taraftan eli kulağında bekleyen Hafız Bedrettin’i izliyordu. Saat 16:35… Herkes birbirini susturdu. Binlerce göz Hafıza yöneldi. Hafız semaya doğru o berrak sadasıyla adeta gürledi: “Allahu Ekber, Allahu Ekber!..” Ezan yeryüzünden Arş’a mı çıkıyordu, Arş’dan yeryüzüne mi iniyordu vallahi bilemedik. Hafızın tekbiriyle birlikte bıçaklar kurbanların boynuna indi. Koçer, fötr şapkasını yüzüne kapatmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kadınlar ağlıyordu, gençler ağlıyordu, ihtiyarlar sürekli şükür secdesine kapanıyordu. Hafız Bedrettin şedaraban makamında girdi ezana. Hem de tiz nevadan. Ne tevafuk! Benim en sevdiğim makamdır şedaraban. Ezan bittiğinde kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Şerefeye bakıp el kol hareketleriyle bağırıp çağırıyorlardı. “Hafız Efendi inme aşağı! Yeniden oku, bir daha oku!” diye. Bilal-i Habeşi’nin yıllar sonra Medine’ye geldiğinde okuduğu ezanı hatırladım. Hazreti Hasan ısrar ediyordu ya “Ey Bilal, ne olur yeniden oku!” diye. Bütün Medine halkı -Rasûlullah dünyaya döndü- diye Ravza’ya koşuyorlardı. Bizler de o anda Ensar ile aynı duyguları yaşıyorduk. Neyse, Hafız Bedrettin tekrar ellerini kulaklarına götürdü. Herkes suspus oldu. Aynı ezan, aynı makam, aynı tesir ve de ardından aynı istek tekrarlanınca Darendeli Hacı Hasan Efendi duruma el koydu. Artık namaz için camiye girmek gerektiğini belirterek Müslümanların bu kutlu gününü tebrik etti. Fakir fukara kurban paylaşımına giriştiler. Ben de bu manzara karşısında sevinç gözyaşlarına müstağrak bir halde dükkanıma avdet ettim. Fakat içimde bir burukluk, boğazımda düğümlenen tarifsiz bir keder vardı sanki. Bu mutlu günde neden böyleydim ki? Biraz düşündükten sonra şafak attı. Tabi ya, sadakalar, kurbanlar, bağışlar… İnsanlar şükran duygularını dindirmiş, bir bedel ödeyerek fedakarlık yapmış ve huzur bulmuştu. Ama ben hiçbir şey yapamamıştım. Yahu iyi de kıyıda köşede param pulum da yoktu. Yani benimkisi duyarsızlık değil, düşkünlük. Böyle kendi kendime alıp verirken gözüm bir gelin gibi raks eden duvardaki köstekliye ilişti. Her gün itina ile tozunu aldığım kimseye el sürdürmediğim, bir saniye bile yalan söylemeyen bu değerli yadigarı uzun uzun temaşa ettim. Şöyle bir yutkunduktan sonra kararlı bir şekilde kucaklayıp indirdim aşağı. Bir hamlede zembereğini söküp, çekiçle ezdikten sonra çöpe attım. Akrep ve yelkovanı geriye çekerek 16:35’de sabitledim. Böylesine güzel bir ânın hatırına köstekliyi feda ederek kendimce güya zamanı durdurdum. Bu esnada Sivas’ın tüm camilerinde benzer tören ve nümayişler yapılmış. İstanbul, Erzurum, Edirne, Konya ve Bursa başta olmak üzere bir çok şehirde ezanlar akşama kadar devam etmiş. İsmail Ağa’da zamanın kutbu Ali Haydar Efendi şükür secdesinden başını kaldırmış ve çevresindekilere “Haberiniz olsun! On Ali Haydar, bir Menderes yapmaz. Bu muhteremin kıymetini biliniz!” demiş. O zamanlar bu sözü pek afaki bulanlar olmuştu. Bence de öyle! Amma velakin on Ali Haydar değerindeki bu mümtaz şahsiyeti biz ezana kavuştuktan on sene sonra tutukladılar. Ötesini ne sen sor ne de ben söyleyeyim! Sözün kısası bir melek indi gökten, ezanı getirdi; başka bir melek indi, Menderes’i götürdü!
Hüsnü Efendi soğuyan ıhlamurundan bir fırt çektikten sonra uykudan uyanmış gibi şöyle bir irkildi. Bir hamlede dağılan zihnini toparladıktan sonra benim dükkanda bulunma nedenimi hatırladı: “Yahu bak! Hafız Bedrettin’i yadedince aklıma geliverdi. Sen bir makam meşki istemiştin ya! Şedaraban geçelim bari!” diyerek tamburunu eline aldı. Önce makamın gamını gösterdi: Yegah’tan Neva’ya uzanan bir dizi. Mi bakiye bemol, fa bakiye diyez; si bakiye bemol, do bakiye diyez. Yani çifte Hicaz. Ardından Tamburi Cemil Bey’in Şedaraban saz semaisini o kadar falsosuz icra etti ki içimden “Bu eseri binlerce kez icra etmiş olmalı.” diye geçirdim. Çünkü tambur doğrusal hareketlerle çalınan yani sürekli değişik pozisyonlarda gezinmeyi icap ettiren bir enstrüman.
Saz Semaisi hitama erdiğinde ihtiyar, hayat yorgunu gözlerini bana dikerek ve şakayla karışık bir ses tonuyla “Anladın mı delikanlı?” diye bağırdı. Ben sessizce “Anladım efendim!” diyerek cevap verdim. “Pekala! Haydi seni yolcu edeyim de işime gücüme bakayım.” diyerek ayağa kalktı. Yanındaki çekmeceden bir gürün elması çıkarıp bana uzattı. İkramını alıp hürmetle elini öptüm, teşekkür ve minnet duygularımı izhar ettim. Dükkandan çıkarken artık hikayesini çok iyi bildiğim tozlu duvar saatiyle son bir kez göz göze geldik.
Bezzazlar çarşısından ayrılarak Meydan Camii önüne geldim. Caminin güdük minaresine bakarken Hafız Bedrettin canlandı hayalimde. Okuduğu Şedaraban ezanı duyar gibi oldum. Vakit yakın… Cemaat, yuvasına dönen kuşlar gibi huzur ve huşu içinde cümle kapısından içeri süzülüyor. Her minareden bir ezan yükseliyor. Evet, Vakt-i Asr! Hamdolsun ezanlar gümbür gümbür! Fakat yerli yerine oturtamadığım bazı düşünceler uçuşuyor zihnimde. Heyhat! Yeni yetmeliğimle çözemiyorum. Ezan nedeniyle Menderes’i inim inim inleten, iman dolu göğsünde yetmiş sigara söndüren, idamından önce koğuşunda üç kez asıp ölmeden ipini gevşeten, acılara dayanamayıp inlediğinde “Ulu yezit, ulu! Tanrı uludur! Seni de işte böyle uludur!” diyerek alay eden, darağacına çıkarıldığında çingeneye “Sakın hemen öldürme, tadını çıkar, istediğin kadar oynayabilirsin!” diyen sadist mahluklar ihtilalden sonra ezanı niçin arzu ettikleri şekle döndürmediler? Herhalde hatalarını anlamış olmalılar! Yok yok! Hatalarını görebilecek gözleri olsaydı, bu yeteneklerini işledikleri diğer hataları düzeltmek için de kullanırlardı. Bunun başka bir nedeni olmalı! Tabi ya! Ne diyordu Hüsnü Efendi? Mecali kalmamış akrebin, yelkovanın; kırılmış zembereği kahpe nizamın. Netice-i kelam; sosyolojik gerçeklerden kaçamamışlar…
Uzun yıllar sonra 1998 sonbaharında akademik faaliyet raporu için bir müzik eseri bestelemem gerekti. Yukarda sizlerle paylaştığım hatıranın anısına başarılı bir müzik kompozisyonu hazırladım. Bu eser denetimden geçerek 16102 arşiv numara ile TRT Repertuvarı’na girdi: Eyyubi Işıksal - Şedaraban Şuğl – Fesaddaknâ Yâ Hayral Berâ, Ya Rasûlallah