Tasavûfî açıdan oruç konusunda sûfiler ibadetleri insanın yaratılış gayesi ve Allah’a karşı tevazunun zirvesi olarak değerlendirirler. İslam’ın inşa edildiği beş esastan biri olan orucu da Allah’ın emirlerine boyun eğmek, O’nun emirlerinden uzaklaştıran her şeyden uzak durmak, nefsin arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Allah’tan başka her şeyi terk etmek şeklinde izah eden sûfiler, oruç ibadetiyle başta Allah’ın rızasını elde etmeyi amaçlar. Bununla birlikte oruç, nefsi tezkiye etmeye, ahlâkı güzelleştirmeye ve takvâya ulaşmanın vesilelerinden biridir.
Oruç ibadeti, zahirî ve bâtıni manada kişiye takvâ boyutuyla sağlayacağı faydalar göz önünde bulundurulduğunda sadece tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar aç kalmak ve cimadan uzak durmaktan ibaret olmadığı görülür. Derûni anlamı ve hikmetleri tefekkür edilip yaşanılmadan tutulan bir oruç, ruhsuz bir beden gibidir. Nasıl ki, ruhsuz bir beden canlılık ve neşeden yoksun ise kalbe etki etmeyen oruç da, Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi “Aç kalmaktan başka bir şey değildir.” (İbn Hanbel, 2/373) Dolayısıyla kul oruç ibadetini eda ederken, orucun feyz ve bereketini elde edememe gibi bir olumsuzlukla karşı karşıya kalabilir. Neticede ibadetlerdeki fıkhi kurallara uymak belki kişiyi sorumluluktan kurtarabilir, fakat bu durumdaki kişilerin kaybettikleri kazandıklarından fazladır.
Tasavvuf klasiklerinde oruç konusunu ele aldığımızda, orucun sadece imsak ile iftar arasındaki fıkhi şartları yerine getirmenin ötesinde, hakiki manada nasıl edâ edilmesi gerektiği üzerinde durulmalı.
Sûfîlerin eserlerinde belirttikleri oruç ile ilgili derûnî tecrübeleri göz önünde bulundurduğumuzda, Resulullah’ın ve Sahabe-i Kiramın tuttuğu orucu eda etme gayretinde oldukları ve günümüze kadar örneklik teşkil ettikleri görülmektedir.
Hz. Âdem’e dayanan oruç ibadetinin en mükemmel ve mükevven hâli ile son din olan İslam’ın insanlığa, ahlaki, kalbî, nefsi ve rûhi terbiyeyi sağlayacak reçeteyi sunduğu anlaşılmaktadır.
Sûfilere göre orucun eda edilmesindeki maksat, Allah’ın emrine uymak, kulluk vazifesini yerine getirip nefsin afetlerinden kurtulmak, aklı, ruhu ve kalbi Allah’ın emirlerine amade kılmanın yanı sıra, Gazzâlî’nin ifade ettiği gibi “Allah’ü Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlaklanmaktır.”
Bütün inanç ve kültürlerde var olan oruç uygulamaları farklı olsa da ana hatlarıyla kulluğun ispatı, tevbe, bağışlanma, yaratıcıya yakın olma ve ahirete dair umutlar için eda edildiği görülmektedir.
Sûfilere göre, oruç ibadetinin Allah’ın razı olacağı şekilde yerine getirilmesi, nefsi ıslah etmenin yanında, takvânın, ihlasın ve güçlü bir imanın göstergesidir. İnsan, oruç vesilesi ile iradesini kuvvetlendirip kötülüklerden sakınır, menhiyattan uzak durarak kalbini, aklını, ruhunu ve nefsini terbiye eder. Böylece senenin on bir ayı mubah olanları terk ederek nefs tezkiyesi yapar ve zaman içinde ahlâk güzelliğine erişir. Sûfilerin, orucu imsâk olarak niteleyerek bu manada Allah hariç her şeyden uzaklaşmayı oruç olarak telakki etmeleri, oruca kazandırılan büyük bir anlam zenginliğidir.
Nefsin terbiyesinde az yemek yemeyi (Kıllet-i Taâm) az uyumayı (Kıllet-i Menâm) ve az konuşmayı (Kıllet-i Kelâm) esas alan sûfiler, orucu bu çerçevede önemli bir riyazet vesilesi olarak görmüş, aynı zamanda orucun en önemli kazanımı olan marifetullah’a ve kalbin hakikatlere açık hale gelmesine de vesile olmuşlardır.
Sûfilere göre oruç, kalp, ruh, akıl ve nefs dâhil, bütün azalara oruç tutturmak ve bu vesile ile insan-ı kâmil vasfını yakalayabilmektir. Kişi, Allah’ı görüyormuş gibi ve Allah’ın da onu görmesinin ihsan şuuruyla orucunu eda ettiği vakit, davranışlarını kontrol eder hale gelir. Böylece hata etmekten ve günah işlemekten kaygı duyar. Bu vesile ile düşüncede, duyguda ve eylemde hep güzele yönelir, hata ve günah işlememe adına duyduğu kaygı ve hassasiyet, onu orucun amacı olan takvâya yönlendirir. Takvâ ise kulu hem hidayete hem de en üstün dereceye ulaştırır. Ayrıca orucun, kişinin şehvetlerini yenmeye muvaffak olması ve kulu takvâya yönlendirmesi, kötülüklere karşı kalkan olma vasfının önemini ortaya koyar. Sûfiler, nefsin isteklerini azaltmak ve beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak için ruhun ve kalbin üstünlüğünün ancak oruç, açlık ve riyazet ile mümkün olabileceğini ifade etmektedirler. Nefsi terbiye etmenin zorluğuna binaen cihad-ı ekber kabul edilen mücahedede oruç, kişiye nefsini yenmede en büyük katkıyı sağlamaktadır.
Mutasavvıfların oruç konusunda üzerinde durdukları temel husus, fıkhî şartları yerine getirdikten sonra menhiyattan uzaklaşıp azaların hepsini kalp ile birlikte Allah’ın razı olacağı fiillerle meşgul etmektir. Bütün azalara tutturulan oruç aynı zamanda kalbe de tutturularak kalbi mâsivadan uzaklaştırmayı hedefler. Dil, göz, kulak, mide, el, ayak ve avret mahalli oruç sayesinde ıslah edilince, kalbin ve ruhun ıslahına zemin hazırlanmış olacaktır. Mesela susmayı (samt) kalbin salah yollarından biri olarak benimseyen sûfilerin, dile oruç tutturmalarındaki maksat, dilin afet ve tehlikelerinden kurtulmaktır. Oruç tutarak insanların şerrinden salim olmanın, dili ıslah etmek ile mümkün olduğunu belirten sûfiler, dili korumak ve afetlerinden sakınmak için terimleştirdikleri ve riyazette uyguladıkları Kıllet-i Kelâm, bir diğer ifadeyle samt’ı (sükût) kalbin tasfiyesi için gerekli şartlardan biri olarak görmüşlerdir.
Yalanın ve gıybetin orucu bozduğuna dair uyarıları hassasiyetle dikkate alan sûfiler, orucun hakikatini imsâk (tutmak) olarak tarif etmiş ve dil, göz, kulak, el ve ayaklara da oruç tutturmanın üzerinde durmuşlardır. Bu manada oruç tutmanın hakikatlerinden birinin dile sahip çıkmak olduğunu belirtmişlerdir. Kur’an’da zikredilen, Hz. Meryem ve Hz. Zekeriya’nın tuttuğu susma orucunun bu tür oruç olması, orucun sadece gıdadan ve şehvetten uzak durmaktan ibaret olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Sûfilere göre, gözlere oruç tutturmadaki maksat, harama bakmaktan alıkoymaktır. Gözler, ruhani kalp aynasını temsil eder. Bu nedenle göz neye bakarsa kalp onu kaydeder, gözler bedenin dünyaya açılan penceresi olması hasebiyle yanlış yerlerde ve kusur arama gayretinde istihdam edilmemeli ve sûi nazardan muhafaza edilmelidir. Bu nedenle kişi oruçlu iken gözlerine hâkim olmalı ve kalbin kirlenmesine vesile olabilecek her manzaradan gözün uzak tutulması manasında gözlere oruç tutturulmalıdır.
Kulak, dedikodu ve gıybet dinlememelidir. En önemlisi kulağa kötü şeyleri dinletip şehvetin fütursuzca harekete geçmesine, ruhun ve kalbin kirlenmesine sebep olabilecek her şeyden kaçınılmalıdır. Mideyi aç bırakıp oruç tutturduktan sonra, haram ve şüpheli lokmalardan kaçınarak oruç tutturmak oruca anlam katar.
Sûfilere göre, el ve ayaklarda Allah’ın çizdiği sınırlarda hareket etmeli, kulu isyana götürecek yerlere gitmeyecek şekilde oruçtan nasibini almalı, yanlış adımlardan korunmalıdır. Kişi Allah’ın çizdiği sınırlarda şehevî isteklerini dizginleyerek kendine hâkim olmalı ve orucun şehevî duyguları zayıflattığı bilinci ile hareket edip şehevi duygularına mağlup olmama adına, meşru dâire dışındaki cinsel arzu ve isteklere oruç tutturmalıdır. Bütün organlarına oruç tutturmayı başaramayan kimse şeklen oruç tutsa da, hakiki manada orucun özünü yakalayamamıştır. Böylece, hem oruç ibadetinin manevi kazanımlarından hem de, orucun hikmetlerinden mahrum kalır. Hz. Peygamber’in “Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.” (İbn Hanbel, 2/373) hadisi şerifi de bu gerçeği vurgular.
Sûfilere göre oruç, nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, ruhu safiyâne hale getirmeyi kolay kıldığı gibi, günümüz insanlarının zevk, şehvet ve dünyevileşme ihtiraslarına karşı dikkate alınması gereken yegâne çözümlerden biridir.