Niyet Ettim Cüz’i İradeye...Reddettim Münkeri / Dr.Alper Yücel Zorlu

Yazar Hacer Selçuk “Kötülüğün estetiği”ni yazmış, iyi de yapmış… İyiliğin estetiği var, -hukukçular ne der bilmem ama- bence kötülük de alabildiğince kusursuz işlenen bir şey… Yoksa kötülük olmazdı. Yeryüzü, her haliyle imtihan dünyası ve bu durum, varoluşsal olarak hayata yüklediğimiz anlamda en keskin konu. Olumsuzluklarla yüzleşmek zorunda olan insanlar için uhrevi anlamda manevi bir makam vesilesi olabilecek bu konu, hikmet dairesinde düşünmekte zorlanan bazı insanlar için de bir isyan ve inkâr vesilesi olabiliyor. Ne yazık ki iyilik ve güzelliklerle karşılaşınca şükreden insanlar, bazen, kötülüklerle yüzleşmek zorunda kalınca, çok uç bir tepkiyle, isyana meylediyor. Dünyada, kötülüklerin de olabileceği düşüncesi, bu nedenle bazen insanların kafasını karıştırmış; “Neden kötülük var?”, “Niçin benim başıma geldi?” gibi mülahazalarla bazı sorgulamalara gitmişler… Kötülüğe maruz kalanlarla, kötülüğü yapanların durduğu yer… Bu sorular zamanla insan zihninde “Yaratıcıya rağmen insan nasıl kötülük yapabilir?” sorusuna döndüğü gibi, “İnsan niçin kötülük yapar?” sorusunu da gündeme taşıyor… Yaratıcının mutlak güç, kuvvet ve kudretine rağmen kötülüklerin var oluşu, pek çok insanın manevi sarsıntılar geçirmesine yol açmış…

Oysa nöroteoloji alanındaki ilginç gelişmeler ve bu çerçevede 1938 yılında yapılan Benjamin Libet deneyi benzeri bazı deneyler vardır ki, özgür iradeyi sadece beyinde gerçekleşen kimyasal süreçlere indirgese de sonuçları itibarıyla bizlere bir şeyler anlatıyor. Bu deneyi, kendi akademik çalışmalarında inceleyen Dr. Seyithan Can ve Dr. Sabahaddin Kılıç şu değerlendirmelere yer vermektedir:

“İnsanın fiillerinde özgür olduğunu öne sürmek aynı zamanda fiillerinde rolü olduğunu ve gerçekleştirdiği iyi ve kötü eylemleri nedeniyle sorumlu tutulacağını kabul etmeyi gerektirir. Bu noktada Eş’arî ve Mâturîdî âlimleri, bu sorumluluğu ifade etmek için kesb kavramını kullanmışlardır. İslam düşünce tarihinin en önemli tartışma konularından biri olan insanın fiillerinde özgürlüğü meselesi, “Deneğin bir eylemi gerçekleştirirken karar aldığı anı tespit etmek için uygulanan deneyin sonucunda, deneğin fiili yapmaya karar verdiği an ile fiili gerçekleştirdiği an arasında 200 milisaniyelik bir süre olduğu hesaplanmıştır. Deneyin çalışmamızı ilgilendiren ve ünlenmesine sebep olan durum, deneğin fiili yapmaya karar verdiği andan yaklaşık 350 milisaniye öncesinde de elektriksel bir aktivite tespit edilmesiydi. Denek, fiili yapmaya karar vermeden yaklaşık 350 milisaniye önce bilinmeyen bir mekanizma tarafından kararın verildiği sonucu bilim ve felsefe dünyasında ilgi uyandırmıştır. Bilim ve felsefe dünyası bu deneyin sonuçlarını farklı şekillerde yorumlamıştır.”

“Kesb kavramı Kur’an-ı Kerimde hem güzel işlerin yapılmasında (el-En’âm, 6/158) hem de günahların yapılmasında (el-En’âm, 6/70; el-Bakara, 2/79) kullanılmıştır.”

“Yukarıda da ifade edildiği üzere Eş’arî kelamcılar tarafından sistemleştirilen kesb nazariyesine göre kulun fiilinin yaratıcısı Allah’tır. İnsanın kazandığı fiile tesir eden kudret, ona Allah tarafından verilmektedir. Benjamin Libet deneyi sonuçları ile birlikte değerlendirildiğinde kesb, fiili işlemeye yönelirken bilinçli karar alma anından önce tespit edilen elektriksel aktivite ile izah edilebilir. Libet’in ulaştığı sonuca göre bu aktivite bilinçsizdir. Fiili işlemeye karar veren bilinçli aktivite bu bilinçsiz aktivitenin sonucudur. İnsan iradesi istemli fiilin başlatıcısı değil, başlayan fiili kontrol eden bir aracıdır.”

“Yapılan ölçümler değerlendirildiğinde deneğin düğmeye basmaya karar verdiği an ile düğmeye bastığı an arasında ortalama 200 milisaniye zaman farkı olduğu görüldü. Bu beklenen bir durumdu. Ancak denek, düğmeye basmaya karar verdiği andan 350 milisaniye önce beyinde elektriksel bir aktivite tespit edildi. Deneğin deneyden bilinçli olarak haberdar olduğu kısım 200 milisaniyelik bir zaman dilimidir. 350 milisaniyelik bir zaman diliminde ise denek, deneyden haberdar değildir. Tartışmaya konu olan nokta işte burasıdır.”

“Özetle, özgür iradenin istemli fiili başlatmadığını, ancak başlatılan fiili kontrol eden bir aracı olduğunu belirtir.”

“Benjamin Libet’in deney sonunda ulaştığı bir başka sonuç da şudur: Denekler bilinçsiz bir halde alınan kararı, bilinçli karar verme anı ile bilinçli hareketin başlangıcı arasında geçen yaklaşık 200 milisaniyelik süre içinde bilinçli veto edebiliyordu. Bu durumda, insanın fiillerinden sorumlu olduğu ve özgür olduğu sonucuna ulaşılabilirdi.”

İnsan, evrende olan her şeyi kontrol edecek kadar güçlü değil. Bu durum, insanın, “Ben her şeyi yapar ya da kontrol edebilirim.” gibi bir düşünceyle asla hareket edemeyeceğini peşinen bizlere anlatıyor. Adını koyalım ya da koymayalım, bunun adı, insanın her konuda keskin bir iradeyle her şeyi çözemeyeceğinin taa en başında delili. Ama herhangi bir eylemi gerçekleştirme hususunda tamamıyla iradesiz ya da güçsüz olduğu anlamına da gelmiyor. Buna icmalen, tanımlanan her hareket için “cüz’i irade” deniyor. Bu anlamda, niyetin, eylemden ne kadar süre önce zihnimize geldiği sorusu, kötülük ya da iyiliğe niyetlenenlerin ne tür zihinsel süreçlerden geçerek bunu eyleme dönüştürdüklerini de insana sorgulatmış olmalı ki, Benjamin Libet Deneyi gibi deneylerle bu konuda araştırılma ihtiyacı duyulmuş… Aslında bu tür deneyler, İslam’da, cüz’i irademizle gerçekleştirdiğimiz fillerinden sorumlu olan bizler açısından bakıldığında “Şüphelilere yaklaşmayın” düsturunun da ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Yani Benjamin Libet deneyi benzeri defalarca tekrarlanmış deneyler, insanın iadesinin cüz’i oluşuna da işaret ediyor. Cüz’i ama sorumlu… Ama aynı zamanda insan niyetinden daha önce, o fiilin tek başına insandan kaynaklanmadığını anlatan ve insan zihninde, çok kısa bir aralıkta da olsa, veto etme hakkı insanda gizli kalmak üzere bir takım elektriksel aktivitelere de işaret ediyor. Şüphelilere yaklaşma durumunda dahi, fiilin yaratılabildiği ama bir taraftan da deney dışı bir ilahi yönlendirme, insanın bir şeye karar vermede şüphelilerden uzak durmasını telkin ediyorsa, Allah (c.c.), rahmeti gereği işin başında insanı hep iyiliğe teşvik ediyor demektir ki, buradaki merhameti görmemek mümkün değil… İnsan ise iyilikle kötülük arasında irade ortaya koyduğu içindir ki, insan bu yüzden yüce, insan iyiliğe talip olmakla bu yüzden muhteşem ve meleklerden de üstün olma istidadında…

Kelamcılar asırlardır bu konuyu tartışıyor, geriye sadece itiraflar kalıyor, evet, samimi itiraflar… Faust, Mefisto, Shakespeare, Karamazov Kardeşler ve Dostoyevski’nin de edebi eserlerinde kötülüğe dair yazılar yazdığı bilinir. İmgeleyebildiğimiz şeyleri fiile dönüştürmek mümkün ve hayaller bu yüzden var. Bir şeyin gerçekleşme zemini olmasa hayali de olmazdı. Hayali olduğuna göre imgelem de mümkün… Ama insan zihnine gelen her şey, asla insanı temsil etmez, hayal bile olsa böyledir. Mesela bir insanın eliyle güneşe dokunduğunu düşünmesi “kuvve-i hayaliye” olarak adlandırılır. Kaldı ki, irade her şeyin üstünde bir somutluk taşımaktadır. Peki, insan,  niçin kötülüğe meyletmektedir?

Kötülük, mutlak kötülük gibi değil, davranışlara yansıyan olumsuzluklar şeklinde de olabilir. İşin bu kısmını terapi mantığında değerlendiren pek çok psikiyatrik durum ve terapi anlayışları zaten var. Ama günümüz insanında yaygın gaflet görüntülerini bir başka açıdan da değerlendirmek mümkün…

İşin bir başka boyutunda “balık hafızalı” olmak, bir adım ilerde de “mental yorgunluk” dediğimiz durumlar var. Modern hayatın insana unutturduğu şeyler, bir tür mental yorgunluk gibi her yerimizi sarmış… Bizlerin yaşadıklarının diğer adı gaflet olsa da bir tür dünyevileşmeye dayalı mental yorgunluk olduğunu düşünüyorum. Ahirete dair konuları unutmayı da bir tür mental yorgunluk olarak değerlendiriyorum. Yoksa insanın, kendine dair böyle keskin bir gerçeği unutması ne denli mümkün olabilir ki…

Sahnenin öbür tarafında, bu durumları kendi içimizde değerlendirmek için, insanı yani kendimizi tanıma zarureti de var. Yoksa iyilikle kötülük arasında gidip gelen insanın “irade” ortaya koyabilmesi gibi önemli bir konuyu ihmal etmiş oluruz. İnsanı tanımlamadan, nasıl bir irade ortaya koyabileceğini konuşmak hiç de kolay değil… Çünkü insan, iyilik ve kötülüklerle iç içe… İnsanın iç dünyası, zihinsel ve kalbî alanlardan oluşmaktadır. Bazen insan zihninin, şeytanî bir rol oynaması da mümkündür. Zaten insan zihninin işlevselliğinde “tepkisel zihin” dediğimiz bir alan da mevcuttur. İnsanın yapılandırılmış geçmişine ait durumlar, insanda “otomatik düşünceler” dediğimiz bir yapıyı da hep ön plana çıkartabilir. Üstelik şartlanmışlıklar, benzeri durumlarda aklın tedai, yani çağrışım kanunları gereği çalışma prensipleri nedeniyle, görüntü benzerlikleri, limonun ağzı sulandırması örneğinde olduğu gibi, aynı biyolojik tepkileri verdirme kudretindedir. Zihinsel iç dünyamızı etkileyen bu durumlar, içimizden geçen her şeyi, kendimize mal etmememiz gerektiğini de bize telkin eder. Bu bilgilerin ışığında, “Nefis olanca gücüyle kötülükleri emreder.” ayetini değerlendirirken, “ben başkayım nefsim başka” demeyi akledemezsek, içimizden geçen her kötülük zannettiğimiz şeyi, “nefs” zannederek, ve “neden bunlar içimden geçiyor ki?” diye telaşlanıp, kendini kronik kötü ilan etme ihtimali her zaman mevcuttur. O nedenle, tüm bunların hepsinin önünü alacak şekilde şüphelilerden uzak durma mantığında hareket ederken, içimizden ara sıra gelip geçiveren kötülük hallerine itibar etmemeyi de bilmek ve öğrenmek zorundayız. Şenel İlhan Beyefendi’nin özellikle korona döneminde kendi merhametinden yayınladığı vesvese konulu sohbetler ve insan aklına dair bazı değerlendirmeler ve ölçü sohbetleri gerçekten bu konuda çok can kurtarıcıdır:

“Bilinçaltı, nefs, şemalar, engram, ruh veya ne isim verirseniz verin… İnsan, işte bu aynı kapıya çıkan güçler tarafından otomatik yaşamak üzere kodlu olarak yaratılmıştır ve istese de istemese de böyle yaşar... Yani aklı hayatının her alanında, en fazla yüzde yirmi olarak ve bazen kullanılan bir alet gibi canlılığını sürdürür ve dediğimiz gibi bilinçaltı yönlendirmelerle yaşayan insanoğlu, kesinlikle, nefsi teskiye ve kalbi tasfiye etmeden, en fazla yüzde yirmilik devreye girebilen ve onu da uzun süre sürdüremeyecek bir yapıda yaratılan yapısıyla, ahlaksızsa ahlaksızlığı ile, ahlaklı ve iyi ise iyiliği ve diğer tüm kodları ile yaşamak zorundadır...

Mesela, her araba kullanan kişi aslında bilinçaltı otomatiği ile kullanır; aklı sanki direksiyon gibi arada devreye girer... Tabi usta şoförler böyle... Acemi olanlar daha çok yani yüzde seksen aklıyla hareket ettiği için ve tek başına akıl için bu sürdürülmesi imkânsız zor bir durum olduğu için, bilinçaltı, kalp, nefs, ne derseniz deyin ustalaşınca akıl geriye çekilir ve artık iç dinamikler arabayı sürer ve hayatın her alanı işte böyle araba direksiyonu gibi aklın en az devreye girmesi ile hayatımız devam eder gider...

Yani sözün özü: Kâmil insanların yanında, ahlaksızlık kodlu, cehalet, kabalık vs. kodlu insanların aklıyla gaf yapmadan ve saçmalamadan durmaya çalışmaları her ne kadar edep ismini alsa da sürdürülebilir bir şey değildir... O yüzden bir noktadan sonra, en iyisi herkesin kendi dengi ve emsali ile hasbihal etmesi ve beraberliği doğru olandır...

Berberlikten bozma bir sünnetçi ile estetik anlayışı güçlü bir sanatçı kişiliği beraber etmek zulüm olduğu gibi asla ve kat’a sürdürülebilir de değildir ve bu konuda ısrar edilmesi ve sürdürmeye girişilmesi ise İslam’a, insanlığa ve hatta fıtrata ters sapkınlık denecek kadar uç büyüklükte bir yanlış ve büyük bir İslam ve insanlık dışılıktır!.. Sanıyorum söylediklerim gayet açık ve nettir... Sözü uzatmak ise zaten abes ve akıllara boşuna külfet ve zillettir...”

Teşhir toplumuna dönen bir dünyada, başkalarının özel yaşam alanlarındaki özeli, sadece sözleriyle değil, gözleriyle de taciz etmemek önemli olmalı diye düşünüyorum. Bu anlamda Bediüzzaman’ın; “Göz zinası yapan, gözünün namusunu satmıştır.” anlamına gelen sözleri, İslam’ın ne kadar nezih bir noktadan insan yaşamına baktığının çok açık bir göstergesidir diyebiliriz.

Gözüyle başkalarını ziyaret etmek, sıra dışı ve istenmeyen bir durum. Eskiler buna göz zinası diyorlar. Hz. Ali Efendimize birinci ve ikinci bakışın hükmünü anlatan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ikinci bakıştaki istek ve irade payını da sorgulamış oluyor aynı zamanda. Bu eylem üzerinden düşünüldüğünde, Benjamin Libet deneyinin söylediklerinden yola çıkarak, “Şüphelilere yaklaşmamak” düsturundaki hüküm, sınır ve incelikler düşünüldüğünde, Allah-kul ilişkisinde yolların merhametle döşeli olduğunu görmemek mümkün değil… İnsana ümit vermekte de korkutmakta da aynı anlamlı kaygının olduğu düşünülürse, üç günlük dünya için “fırıldak olmaya gerek yok.” demek gerekiyor.

Necip Fazıl;

“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden,

Soruversem: “Haberin var mı öleceğinden?

Büyük randevu. Bilsem nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta!” demişti.

Ben bunları düşünürken, boş bir cenaze aracı geçiyordu… İçi boştu… Ve birisi, zamanı gelince orayı dolduracaktı… Yani bizler sorumluluk sahibi insanlarız dostlar…

Hoşçakalın…