“Allah’ın dinine göre, insanlara ve diğer varlıklara faydalı olmak ancak ahlak ilminin uygulanmasıyla gerçekleşir.” diyorsunuz. Konuyu biraz açar mısınız?
Ma‘rifetullaha göre ahlak; Hakk’ın insanlar için koyduğu hudutların edebine uymak olduğu gibi Allah’ın hayatın bütününe dair dilediği hak ve hukuka mâsivâ kirlerinden tamamen arınarak yaşanılan hâl ve edeptir. Bu ilâhî şuurla yaşayan kişinin her ameli ahlak hakikatini ortaya koyar. Biraz önce ifade ettiğimiz edep, sûfilerin hâlinde ve anlayışında, başta mevcudatın daha sonra Hakk’ın hak ve hukukuna riayet olduğu için yaratıcıya ve bütün mevcudata karşı olan mesuliyetimizin amel ile yerine getirilmesidir. İnsana karşı ahlakımız, Hakk’ın bize gösterdiği istikâmet üzere onlarla hayatı paylaşmamız ve insana olduğu gibi, her varlığa karşı ilâhî görevimizi yerine getirmemizdir. Konuyu yani sizin sorduğunuz “ahlak ilmi”nin ne olduğuna dair birkaç ayet zikrederek anlamaya çalışalım; “Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59/9), “Onlar, kendileri muhtaç oldukları halde, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz” derler, (İnsan, 76/8-9), “Asıl erdemli kişi Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir.” (Bakara 2/177). Bunun yanı sıra Allah, hayatımızın her konusunda yapmamız gereken her şeyi Kur’an da açıkladığını şu ayetle ifade ederek; “Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” (En‘am, 6/59) buyurarak Kur’an ayetleriyle yaşanan hayatı “ahlak” olarak ifade etmektedir.
Diğer varlıklarla alakalı olarak da aynı hakikatleri görüyoruz. Zira Allah diğer mevcudatın Kendisine ibadet ettiğini onlarca ayette net bir şekilde beyan etmektedir. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44), “Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyle bilir.” (Nûr, 34/41), “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.” (Hac, 22/18) işte bunlar gibi onlarca ayetlerle varlıkların Allah’ı nasıl yaşadıklarını ve bizim de onların hak ve hukukuna olan riayetimizin ne olduğunu bilerek yerine getirmemiz onlara karşı ahlakımızı ortaya koyar. Onları incitmemek, eziyet etmemek, ihtiyaçlarını karşılamamız, Allah’a karşı olan ahlakımızın gereğidir.
Bu hakikatler çerçevesinde ilâhî ahlâk ve kişilik sahibi olan kimseler, bütün davranışlarında ilâhî ilimle hareket ettikleri gibi, kalplerinde ve belleklerinde düşündükleri ya da tahayyül ettikleri her şeyde rabbânî davranırlar. Böyle bir hayat yaşayan kişi, her hâl ve eyleminde neyi nasıl ve ne şekilde, kimin için yaşayacağının bilincindedir. Allah’ın ilmiyle terbiye alan kişi, insanlar ve diğer varlıklarla olan ilişkilerinde, onlara karşı davranışlarında ve onlar hakkındaki düşüncelerinde daima Allah için, edebi, hakkı ve adaleti düşünür. Bu tavrı gösterirken, her varlığın Allah’tan bir rûh/can taşıdığının inancıyla varlıklara nasıl davranacağının bilincindedir. Allah rızasını kazanmak anlayışıyla hâl yaşayan kişi, insanı incitmekten sakındığı gibi, bir böceği, bir bitkiyi ya da bir taşı incitmeyeceğinin de şuurundadır. Zira o, bütün varlıkların kendi ilâhî fıtratlarına göre Allah’ı yaşadığını bildiğinden ötürü onları incitmekten kaçınır. Bu şuuru kendisine öğreten yine Allah’ın ilmidir: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (el-İsrâ, 17/44)
Sûfî, rabbânî ahlâk gereği, bütün varlıkların bir amaç, gaye ile yaratıldığının bilinciyle hiçbir varlığa gereksiz ya da çirkin olarak bakmamaktadır. O, Allah’tan aldığı ilimle her nesnenin, varlığın ilâhî dengenin sağlanması amacıyla yaratıldığını bilerek, farklı tür ve renklerden yaratılan varlıkların ilâhî âhengin sağlanmasının birer parçası olduğunun yanı sıra Allah’ın ilminin tezâhürleri olduğunun şuurunu taşır. Ve daha önemlisi, hayvan, bitki, taş ve insan olsun her varlık kendisine farz olan ilâhî tefekkürü gerçekleştirirken, yaratıcıyı eserleriyle okuyarak, Rabbinin farklı ilimleriyle aydınlanır/nûrlanır. Bütün bu eylemleri gerçekleştiren insan, Allah’ın farklı ilimlerini de idrak edip yaşarken, Allah’ın ilmi konusunda da daha fazla bilgilenerek Allah’a olan imanı pekişir. Zira Allah, kişinin kendi ilmiyle amelde bulunduğu sürece daha fazla bilgili olacağını şöyle ifade eder: “Allah’tan sakınanlara, Allah ilmini öğretir” (el-Bakara, 2/282). Aynı şekilde, “Ey inananlar! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.” (Muhammed, 47/7). Allah’ın hükümleriyle tefekkür ibadetini yerine getiren kişi, gördüğü muhteşemlik ve cezbedicilik karşısında Allah’a olan hayranlığı ve hayreti artarak muhabbetin ziyadeleşmesine dönüşür. Bu muhabbet, tutkuya dönüşerek Allah’a olan bağlılığın sağlamlığına sebep olur. Bu anlayışı benliğiyle kabul edip yaşayan kişinin hayatı tamamen rabbânîleşir ve Allah’ın ahlâkını yaşamaya başlar. Bu ahlâkı yaşayan, bütün yaratılanlara, mevcûdata sevgi, saygı, merhamet, şefkat ve minnetini ilikleriyle yaşayarak gösterir. Bu davranış ilâhî kişiliğin de gereğidir.
Ahlakî bir hayat yaşanması için olmazsa olmaz şartlar neler olabilir? Teorik ve pratik ahlak ayrımına göre de bu soruyu cevaplar mısınız?
Öncelikle şunu ifade edelim, Hakk’ın iman edenler için ahlakı “teorik” ya da “pratik” olarak ayırması söz konusu değildir. Bu gibi yapay ayırımlar Batılı düşünürlerin değerlendirmeleridir. Maalesef bu tabirler daha sonra “İslâm ahlakçıları” tarafından da kullanılmıştır. Onun için bu konu Hakk’ın muradının dışında bir ahlak anlayışı olduğundan dolayı üzerinde durmayalım. Allah’ın bir mü’minde dilediği ahlak ya da hayat, Allah’ın ayetleriyle ifade buyurduğu ve Hz. Peygamber’in de bu hakikatleri hayatında fiili olarak ortaya koyduğu hakikatlerdir. Ahlak dediğimiz hakikat, Allah’ın insanın kendisinin muradınca yaşaması için ortaya koyduğu ayetlerle net bir şekilde ifade edilmektedir: “Mûsâ, “Rabbimiz, her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir” dedi.” (Tâ hâ, 20/50). Aynı şekilde “Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (en-Nahl, 16/89; el-Hâc, 22/16) gibi benzer ayetlerle, ahlakın Kendisinin dilediği hayatın yaşanması olduğunu net bir şekilde ifade buyuruyor. Aynı şekilde Allah’ın hükümlerine göre yaşamak, O’nun ahlâkını yaşamanın yanı sıra O’nun tayin ettiği kişiliği de taşımak demektir. Kur’ân ahlâkı, Kur’ân’ın verdiği ilim ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu ilme göre ortaya koyduğu usve-i hasene yani örnek davranışla ortaya çıkar. Zira Allah, bu ahlâkı şöyle ifade etmektedir: “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (el-Bakara 2/151).
Allah’ın insandan murat ettiği hayatın örnekliğini ortaya koyan Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi beşerî nefsinden ve düşüncesinden çıkan bir ahlâkı yaşamamış bizzat Allah’ın terbiyesinden geçerek, Allah’ın dileğinin dışında bir yola girmeden, Allah’ın belirlediği hayatı yaşayarak insanlara örnek olacak bir ahlâkı ortaya koymuştur (ilâhî terbiye ile bu hayatı yaşaması takdir edilmiştir). O, sadece bir insan olarak, Allah’tan aldığı görev gereği hayatını şekillendirdi: “De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim rabbine kavuşmayı bekliyorsa dünya ve âhirete yararlı iş yapsın ve rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”” (el-Kehf 18/110; Fussilet, 41/6-7). Peygamber’in kendi isteklerini insanlara hayat anlayışı olarak sunması asla mümkün değildir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. (Size okuduğu) Kur’an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.” (en-Necm, 53/3-4). Yine Allah, Hz. Peygamber’e gelen hakikatlerin konusu hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, kendisine Kitab’ı, hükmü (hikmeti) ve peygamberliği verdiği hiçbir insanın, “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” demesi düşünülemez. Fakat (şöyle öğüt verir:) “Öğretmekte ve derinlemesine incelemekte olduğunuz Kitap uyarınca rabbânîler (Allah’ın istediği örnek ve dindar kullar) olun.”” (Âl-i İmrân 3/79). Hz. Peygamber (s.a.v.) ya da diğer peygamberler, Allah’ın bu hükmüne muhalif bir davranış içerisine girmiş olsalardı, Allah, kendilerini şiddetli bir şekilde cezalandıracağını şu ifadeyle beyan eder: “Eğer Peygamber, bizim adımıza bir söz uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun şah/can damarını koparırdık, hiç kimse de bunu engelleyemezdi.” (el-Hâkka, 69/44-47).
Kısacası mü’minler/sûfîler, Allah’ın Kur’ân’da açıkça ortaya koyduğu hükümleri, Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi yaşayarak bir hâl/ahlâk sahibi olmayı gaye edinmektedir. Bu hakikat da ancak Allah’ı Allah’la tanıyıp hayatın her aşamasında, evresinde O’nu yaşamakla mümkün olur. Bunun sonucunda Allah’ın Rasûlune olan şu hitabı gerçekleşir: “Sen yüce bir ahlâk üzerindesin” (el-Kâlem, 68/4). “Peygamberin ahlâkı da Kur’ân’dı.” Yine aynı şekilde başka bir rivayete göre, sahabeden bir grup, Hz. Aişe’ye Hz. Peygamber’in ahlâkını sorduklarında, O da sahabenin bu sorusuna, hayretvâri bir ifadeyle cevap verir; “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ândı.” Bundan dolayı Allah’ın insandan kendileri için yapmasını istediği her şey, ahlâktır. Ahlâkı, Hakk’ın muradından ayrı görmek bir insanın bedeninde derisini soymak ya da canını almak gibidir. Ahlak, Allah’ın insanda yerine getirmesini dilediği hakikatlerdir. Allah da insandan hayrın dışında bir şey de dilememektedir.
Ahlakı orijinal, öznel ve otantik kılan şey nedir? Ahlak niçin bu denli özeldir?
Ahlak, insanlık tarihi boyunca her toplumda her düşünce ve dinde insanların özel ve sosyal hayatta göstermiş oldukları davranışlar olarak kabul görmüştür. Farklı ahlak kuramlarına bakıldığında ahlak, “davranış bilimi” olarak kabul görmüştür. Her düşünür ve düşünce ekolu kendi anlayışlarına göre ahlaka farklı tanımlar ve değerlendirmeler getirmişler ve getirmektedirler. Bazıları ahlakı, aynı anlayışta olan insanların egoizmlerinin aynı noktada buluşması olarak görürken bazıları da ahlakı, insanların birbirlerinin lehinde hareket ederek her türlü egoistlik anlayışlardan uzak durmaları olarak görürler. Düşünürler ise genel olarak ahlakı teorik olarak ele alıp yorumlamışlardır. Onlar, farklı ahlakî yaklaşımlardan bahsetmektedirler. Onlara göre; duyguların baskın olduğu “duygucu ahlak”, diğer insanların acılarının ve mutluluklarının hissedildiği “sempati/duygudaşlık ahlak”, başkaları için fedakârlığın baskın geldiği “digergamlık ahlakı”, “şekli, duygu, menfaat, iyilik ya da davranış ahlakı” gibi anlayışların ötesinde ilahi iradeyi esas alan “görev ahlakı” gibi farklı ahlak yaklaşımları vardır.
Kur’ân ahlakı ise bütün bu ahlak anlayışlarının ötesinde Allah’ın insanda onun huzuru için yaşamasını dilediği ahlak; ilim, iman ve din anlamına gelen hakiki hayatın kendisidir. Bu yüzden Allah’ın insanda yerine getirmesini dilediği her ibadet ahlakın bir unsuru ya da esasıdır. Allah da insandan sadece huzurlu bir hayat/ahlak dilediğine göre, bu ahlak/hayatta mâsivâ/beşerî hiçbir kir bulaşmadığı için ilâhîdir. İlâhî olan da; orijinaldir, özneldir, otantiktir. Kısacası Hakk’ın ma‘rifetiyle şekillenen hayat/ahlak her cephesiyle beşer üstü bir hakikatten mayasını aldığı için hem estetiktir hem de yaşama sanatının diğerleri tarafından tadılmayan bütün güzelliklerini içinde barındırmaktadır.
Ahlak anlayışları içinde Muhâsibî’nin ahlak anlayışının özel ve güzel bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Biraz bahseder misiniz?
Muhâsibî, yazmış olduğu eserlerde bir sûfîde bulunması gereken ahlâkı, Kur’ân’a göre hâl ortaya koymaya bağlamaktadır. Muhâsibî, ahlâk anlayışını, kişinin benliğini Allah’ın muradına göre şekillendirerek, beşerî benlikten arınmak üzerine temellendirir. Onun ahlâk anlayışında, insanın hâlinin, davranışlarının Allah’ın hükümlerine göre terbiyesi, eğitimi ve ıslah edilmesi vardır. O, bir mü’minin sahip olduğu ahlâkı, başta Adâbun’n-nüfûs ve er-Riâye li hukûkillah adlı eserlerinde olmak üzere genel olarak bütün eserlerinde işlemektedir. Muhâsibî’nin ahlâk anlayışının temelini, Allah’ın hükümlerine göre yani dinin kaide ve kurallarına göre yaşamak gerçeği oluşturur. Allah rızasını kazanmak ve O’nun rızasına göre hâl yaşamak mü’minin hayatının/ahlâkının gereğidir. O, ahlâkı, mü’minin kurtuluşunun hedefi olarak görmektedir. Muhâsibî, mü’minin ahlâkının, Allah’ın otoritesine yani Allah’ın gönderdiği vahye bağlı olduğunu onunla şekillendiğini ifade ederek, kişinin ahlâkının Allah’ın hükümleri doğrultusunda eğitilirse güzelleşeceğini ve herkesin o güzelliğe meyl edeceğini söyler. Ona göre, insanın ahlâkının, ancak Allah’ın hükümlerine göre hâl yaşadığı takdirde ahlâk olabileceği ve bunun da tam bir teslimiyetle mümkün olacağını ifade eder. Muhâsibî’ye göre ahlâk, temelini Allah’ın buyruklarında bulur. Muhâsibî, diğer bazı İslâm ilahiyatçılarının aksine, din ve ahlâkı birbirinden ayırmamakta, ikisini farklı disiplinler olarak görmemektedir. O, ne dinden ayrı bir ahlâk ne de ahlâktan ayrı bir din anlayışı kabul etmemekte ve tam rabbânî bir anlayışla Allah’ın rızasına göre bir hâl ortaya koymaktadır. Muhâsibî, net bir şekilde ahlâkın ölçüsünü dine yani Allah’ın koyduğu ölçülere bağlamaktadır. Ona göre, Allah’ın dilediklerini O’nun için yapmak, yapma dediklerini de O’nun için yapmamak ahlâktır.
Muhâsibî’nin ahlâk anlayışı, gereklerini insanın ahlâk tecrübesinden alan ve bu tecrübede kayıtsız-şartsız bir yükümlülük bularak buradan Allah’ı tanımanın ön görülerle vazife şuuruyla kanıtlamak çabası yerine, yalnızca Allah’ın ayetlerinde aldığı bilgiyle insan davranış ve duygularını temellendirmeye çalışarak her hâle ilâhî bir perspektifle yaklaşır. Ona göre, herhangi bir davranışın ahlâkî olup olmadığı, bu hâlin Allah için yapılıp yapılmadığına bağlıdır. Çünkü onun anlayışında ahlâk, temelini Allah’ın hükümleri olan ayetlerden alır. Muhâsibî, ahlâkı, doğrudan Allah’ın hükümlerine bağladığı gibi, Allah’ın her bir hükmünün de bir ilim olduğundan neticede ahlâkın kaynağı da ilimdir demektedir. Allah’a kurbiyet sağlayan haller ya da O’ndan uzaklaştıracak amelleri bilerek hayat/ahlâk yaşamak, ancak ahlâkî erdemsizlikleri bilen ve Allah’ın insanlara yüklediği görevlerin sorumluluğunu bilen kişilerce anlaşılabilir. Muhâsibî, Allah’ın hükümleri ile ahlâkı bütünleştiren sûfilerin başında gelmektedir. Ona göre, Allah’a yönelen, hayatını O’nun rızasına vakfeden, Allah’ı kendi benliğine tercih eden kişinin yaşadığı hayat aynı zamanda onun ahlâkıdır. Allah’ın rızasına talip olan ve her konuda O’na yönelen kişi, aynı şekilde ahlâkî bilinç ve hâl dinamizmini yine Allah’ın ayetlerinden alacaktır. Muhâsibi’ye göre, kişinin herhangi bir davranışının ahlâkî olup olmadığını anlamanın ölçüsü, o davranışın ya da hâlin Allah için yapılıp yapılmadığına bakmak gerekir.
Muhâsibi’nin anlayışında sûfî ahlakî kişiliğini tefekkür vadilerinden dersler çıkarıp, Allah’ın ilminden aramalıdır. Ona göre kişinin ahlâk oluşum süreci, ölüme kadar sürekli kendini yenileyerek, Hakk’ın rızasını kazanmak çabasıyla kesintiye uğramayan bir süreçtir. Muhâsibî, ahlâkı en büyük bir sanat olarak tanımlar. Bu sanat, insanın bütün yapıp-ettiklerine, hâllerine cevherine uygun tam ve mükemmel olarak eylemlerini iyileştirip, kişiyi en alçak seviyeden en yüksek mertebeye çıkarır. Muhâsibî’ye göre, Allah’ın razı olduğu şeyler iyidir, hoşlanmadığı şeyler de kötüdür. O, bunu “iyi-kötü” kavramıyla açıklar. Bu yüzden Allah’ın hükümlerine göre hayat sürmek ahlâk sahibi olmaktır, mâsivâ ile yaşamak ise gayr-i ahlâkî bir hâldir.
Gazzalî’nin de Muhâsibî’nin iyi bir takipçisi olduğunu görüyoruz. Ahlak konusunu Gazzali nasıl değerlendirmektedir?
Muhâsibî’nin ahlak anlayışı kendisinden sonra birçok sûfî tarafından örnek alınmıştır. Bu sûfilerden birisi de Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî’dir. Tasavvufî ahlâk anlayışını Muhâsibî’nin anlayışı doğrultusunda ortaya koyan Gazzâlî, Muhâsibî de olduğu gibi, ahlâkı, Allah’ın muradını yerine getirmek olarak izah etmektedir. Gazzâlî’nin ahlak anlayışında insan, Allah’ın sıfatlarını kendi benliğine geçirerek bu sıfatlara göre ahlâkını oluşturmalıdır. Örneğin insan âlim sıfatını, Allah’ın âlim sıfatından alarak yaşamalıdır. Allah’ın sıfat ve isimlerinin tecellîsi insanın hâline yansıyınca işte o vakit insan, Allah’ın ahlakını yaşamış olur. Gazzâlî’ye göre, Allah’ın isim ve sıfatlarından bilgilenip, onlardaki erdemlerle kişilik kazanıp ahlaklarını Allah ilmiyle süsleyenler, Allah’ın dilediği hayatı yaşayan dostlarıdır. Gazzâlî, Muhâsibî’de olduğu gibi, Allah’ın ahlakıyla hâl ortaya koymanın hakikatinin temelini ya da öncülüğünü ilme/bilgiye bağlamaktadır. Bu ma‘rifeti de enformatik bir bilgi unsuru olarak değil, yaşanan tecrübî değer olarak kabul etmektedir.
Gazzâlî, ilâhî ilim olan ma‘rifeti, mü’minin ahlakını inşa eden hakikat olarak gördüğünden, her mü’minin ilâhî ilim eğitiminden geçmesini gerekli görür. Ayrıca Allah’ın dininin hükümlerini yerine getirmenin ahlakın kendisi olduğunu vurgulayarak, Hakk’ın murad ettiği bu hayatı, ancak sûfilerin yaşadığını ifade eder. Kendisine göre, Allah’ın insanlardan dilediği hayatı sûfîler ilimle yerine getirirken, bu ilimle yaşadıkları ahlakla rabbânî hayatın huzurunu yaşarlar ve zevkini de tadarlar. Gazzâlî, eserlerinde Allah’ın ahlakının, Hakk’ın ilmi olan isim ve sıfatlarıyla nasıl yaşanacağını yine bu isim ve sıfatlarla açıklar. Örneğin Allah’ın “Mü’min” isminin, O’nun ilmini, ahlakını yaşamak için insanlara güven vermesi anlamına geldiğini söyler. Ona göre, “Mü’min” ismine layık olmak isteyen kişi, insanları Allah’ın yoluna yönlendirerek, onlara Allah’ın insanda dilediği hâlin göstergesi olan ahlakı yaşaması gerekir. Allah’ın diğer bir ismi olan “Melik”, mülkünde hükmünü yürütmek anlamına geldiğinden dolayı insana ahlâk modeli olacağını ifade eder. Gazzâlî’ye göre, Allah’ın mülkü, bütün varlık âlemi, insanların mülkü ise bedenleridir. Allah’ın mülkü olan evren, O’nun koyduğu kanunlarla ahenkli ve düzenli bir şekilde işlerken; insanın mülkü olan bedeni de insan tarafından yaşanan ahlâkî gereklilikler çerçevesinde Allah’ın murad ettiği ahlâkı yaşayabilir. Ona göre, ma‘rifet dışında başka bir ilmin kişiyi istenen kimliğe ve ahlâka ulaştırması zordur. Gazzâlî’ye göre, güzel ahlakın alâmetleri Kur’ân’da mü’minlerin özellikleri olarak bahsedilen özelliklerdir. Yine Allah’ın kitabında inkârcıların ve münafıkların vasıfları olarak bahsettiği özellikler ise kötü ahlâkın alâmetleridir. Gazzâlî’ye göre, insan nefsinin biri pozitif diğeri negatif iki unsuru vardır. Kalpten atılması gereken kısım negatif tarafı, onun yerine konulması gereken kısım ise pozitif tarafı oluşturmaktadır. Gazzâlî, negatif yön için mühlikât, pozitif yön için ise münciyât kavramlarını kullanır. Ona göre güzel ahlâk, münciyât yönünün galebe gelmesidir. Gazzâlî, mühlikât ve münciyât ile ilgili konuları ayetler ve Hz. Peygamber’in sünneti ışığında uzun bir şekilde izah eder.
Sûfî ahlakının temelinde Hz.Peygamber’in (s.a.v.) ahlakının olduğu bilinmektedir. Kur’ân ve Sünnete dayalı ahlak bilgimiz açısından sûfî ahlakını değerlendirir misiniz?
Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ‘muteber imanın kimde olduğunu’ sorduklarında şu cevabı verir: “Ahlâkı en güzel olandır.” Bu yüzden sûfîlere göre Allah, bir mü’minin sahip olduğu vasıfları kitabında net bir şekilde ortaya koymaktadır ve Hz. Peygamber de bu meziyetleri hayatında yaşayarak mü’minlerin de aynı şekilde yaşamalarının örnekliğini göstermiştir. Allah da Hz. Peygamber’in bu ilâhî tabiatını överek mü’minlere örnek vererek, “Şüphesiz ki sen yüce bir ahlâk üzerindesin” (el-Kâlem, 68/4) buyurarak, Peygamberin üstün kişiliğini yani yaşadığı hayatı, “ahlâk” olarak vurgular.
Peygamber’in ahlâkını yaşamak, Kur’ân’ın canlı uygulaması olan sünnetine tabi olmak ve Allah’ın yegâne “kâmil hâl” olarak dilediği ilâhî fıtrata sahip olmaktır. Mü’minler, Peygamber’i bütün insanları ve diğer bütün varlıkları yalnızca rahmetle, sevgiyle kucaklayıcı bir görevle gönderilen ve aynı şekilde kendileri için huzur ve güven veren bir ahlâk abidesi olarak bilirler. Hz. Peygamber’in ahlâkını yaşamayı da Allah’ın kendilerinden yapmasını istediği farz/gereklilik olduğunun şuurundadırlar. Hz. Peygamber, insanlar arasında seçilip rabbânî eğitimden geçip, övülen bir makama çıkmasına rağmen (el-İsrâ 17/79) çevresindeki insanlara “Ben de sizin gibi bir insanım” (el-Kehf 18/110) mesajını vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), mü’minler için elzem/hayatî olan bir şahsiyettir. Bu yüzden sahabe kendisine “annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah” diye hitap ederdi. Çünkü Hz. Peygamber, her mü’min için nasıl hayatın merkezinde ise, sahabenin hayatının iksiriydi. Allah’a itaat edip bağlanan insanlar, Allah’ın kendilerinden dilediği hayatı yaşarlar. Allah’ın ‘sevin’ dediği ve kendisine itaati bizzat Zât’ına itaat olarak gördüğü Hz. Peygamber’e uymak, Allah’ın hükmünün gereğidir (en-Nisâ, 4/80).
Hakk’ın Hz. Peygamber’i (s.a.v.) “üsve-i hasene” (el-Ahzâb, 33/21) olarak nitelendirilmesi görevli geldiği toplumun diğer insanlarda olmayan vasıflara sahip olmak konumunu ifade etmektedir. Çünkü kendisine uymak, Allah’a uymaktır. Hz. Peygamber, bütün varlık evrenini gözetleyen, onlara Allah’ın bilgisiyle donanan bir hayatı müjdeleyen, sadece iyiye ve güzele tereddütsüz bir şekilde uymaya teşvik eden Allah ilminin kandilidir. O, bu görevini yerine getirirken, Allah’tan aldıklarını önce kendisi yerine getirir, daha sonra kendi hayatında ahlâk ya da hâle dönüşen bu hakikatleri diğer insanların yerine getirmesini isterdi (el-Ahzâb, 33/45-46).
Hz. Peygamber (s.a.v.), öyle bir ilâhî fıtrata sahiptir ki, Allah’ın yeryüzündeki halifesi/vekili olması hasebiyle kendisine tabi olup ilâhî risâlet kubbesinin altına giren herhangi bir mü’min üzüntüsü kendisine ağır gelirdi. Onların dertleriyle dertlenir her türlü ihtiyaçlarına tereddütsüz karşılık verir, mü’minlere düşkün olduğu için onlara daima şefkat ve merhamet kucağını açardı (Âl-i İmrân, 3/159). Allah’tan aldığı ilim gereği mü’minlere kanat gererek her durumda onların ihtiyaçlarını karşılar, kendisine inananları, kendinden bir parça olarak görürdü. Zira kendisi bir rivayette bu hâli şöyle ifade etmektedir: “Mü’minler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acıyıp merhamet etmekte ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hastalandığında diğer organlar da aynı acıyı yaşar.” (Buharî, Edeb 27; Müslim, Birr 66) Yaptığı hiçbir iyiliği, asla karşılık bekleyerek değil, yalnızca Allah böyle murat ettiği için yerine getiren örnek bir şahsiyettir (eş-Şuârâ, 26/127).
Muhammedî Hakikat, bütün varlığı kuşatan evrensel bir rahmettir. O, bütün mevcûd/varlığın varoluş sebebidir. Aynı zamanda Yüce Peygamberin ontolojik olarak yaratılışı, bambaşka bir ulvîliği ifade eder. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu rahmet kuşatıcılığı bütün mahlûkatı ihata etmiştir. Ayette olduğu gibi “Rahmetim her şeyi kuşatır” (el-A‘râf, 7/156). O, sevgisini, rahmetini, kuşatıcılığını Allah’tan alarak, sadece ontolojik olarak varlığın varoluşuna neden değil, merhameti, rahmeti ve sevgisiyle de ruz-i mahşerin rahmet ve şefkat kapısıdır. Çünkü O, “Rabbi’nin rahmetini yerine getirmek” (ed-Duhân, 44/6) için gönderilmiştir.
Allah ile insan arasındaki sevgi, sanki tüm anlatılanların özeti gibi. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu konu nasıl yorumlanmalı?
Tasavvuf anlayışında muhabbet, Allah’ın muradına göre ve Hz. Peygamber’in yaşadığı hâl üzere ahlak yaşamak çerçevesinde ele alınıp kabul edilmektedir. Sûfî perspektifte muhabbet denilince anlaşılan hakikat, Allah ile insan arasında olması gereken bağdır. Aslında ilâhî muhabbeti dile getiren sûfîlerin anlayışında, “muhabbet” kavramı da, insanın kendine has varlık konumunun fark edilişidir. Yani Allah’ın kendi iradesinin insanda yansımasının kuvvetli bir biçimidir. Muhabbetle yaşayan Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) ve Zünnûnî-i Mısrî (ö. 245/859) gibi sûfîler, Allah’ın hükümlerini yaşayarak, ilâhî benlikle muhabbet denizine giren ve ilâhî ilimle feyzlenen, nasiplenen kişileri “mahbûb”, fillerinden ötürü yaşadıkları eylemi “muhabbet” olarak tanımlarlar. Zünnûn, muhabbeti, insanın Allah’ı sevmesinin hakikati, O’nun hükümlerince hayat sürmesi olarak görerek, bunun da ancak Hz. Peygamber’in yaşadığı hayatı/ahlâkı yerine getirmekle olur şeklinde değerlendirir. Muhâsibî’ye göre, muhabbete konu olan Allah olduğundan, insanın Allah’a olan muhabbetinin belirtisi, O’nun rızasını kazanması ve Peygamberine uymasıdır. Ona göre, Allah’ın insanı sevmesi de, “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmrân, 3/31) ayetindeki “Allah da sizi sevsin” cümlesiyle ifadesini bulur.
Sûfîlerden Selh Abdillâh b. et-Tüsterî’ye (ö. 283/896) göre muhabbet, Allah’ı unutmamak şartıyla yaşamak ve Hz. Peygamber’in yaşadığı hayatı, ahlâkı yerine getirmektir. Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî (ö. 295/908), muhabbeti, perdeleri kaldırmak, Allah’ın sırlarına vakıf olmak şeklinde tanımlar. Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîler muhabbeti, kişinin beşeri sıfatlarını bırakarak Hakk’ın sıfatlarıyla donanmak olarak kabul etmişlerdir. Bazı sûfîler de muhabbeti, Hakk’ın her muradını yerine getirmek olarak tarif etmişlerdir. Yine Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö. 297/909) göre, tevhîdi yaşayan kişi, fenâyı yaşayarak “aynü’l-mahabbe” denilen sevgiyi yaşar. Cüneyd-i Bağdâdî’nin mürîdlerinden Muhammed b. Ali b. Cafer Bağdâdî el-Kettânî (ö. 322/933), muhabbeti, kişinin her konuda bütün tercihlerini Allah’ın hükümlerine göre yapması olarak tarif eder. Ebû Ya‘kûb en-Nehrecûrî es-Sûsî’ye (ö. 330/941) göre muhabbet, kişinin her hâlinde Allah’la olması, Allah’tan gelen nimetleri ve hazları düşünmemesi, daima Allah’a olan muhtaç hâlini yani fakr durumunu unutmamasıdır. Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî (ö. 481/1089) de muhabbetin, mü’minin Allah’a seyrinde kendisine rehberlik eden Allah’ın hükümlerine tabi olmak olduğunu söyler. Allah’a giden yolun esası, her türlü beşerî amaç ve beklentilerden yüz çevirip yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek yaşamaktır. Bazı sûfîlere göre, kişi Hakk’ın rızasına kavuşmak için bir himmet içinde olmalıdır. Ebû Talib el-Mekki’nin de dediği gibi, eğer bu himmetle kişi hayatında daima Allah’ı yaşıyorsa, O’nu hayatının merkezine koyup yaşayanları dost edinip seviyorsa ve Hakk’ı devamlı ananlarla beraber oluyorsa, şikâyet ve özlemini O’na yapıyorsa, gönlünü sadece Hakk’a açıyorsa, bütün her şeyi yaratıcıya havale ediyorsa, her gördüğü nesnede, eşyada Hakk’ı arayıp buluyorsa, O’nu ilâhî murad gereğince yaşayıp, her eşyada bir ders çıkarıyorsa, o zaman, “muhabbet” denilen teslimiyetin izlerini, üzerinde taşıyor demektir ve çabasının neticesini de almış demektir.
Kişinin ilâhî murada göre yaşaması için, hem güçlü bir ilim hem de bu ilimden doğan güçlü bir sevgi gerekir. Gazzâlî’ye göre, sevgi sadece bir duygu değil, yüksek bir kavrayış formudur. Çünkü sûfî, Rabbinin kendisine vermiş olduğu sevgiyle O’nu tanır, O’nu tanımasıyla mâsivâdan vazgeçer. Bu da sûfîlerin anlayışında sevgi ile kendini bilme arasındaki ilişkinin ne derece yakın olduğunu göstermektedir. Sûfî için Allah’a itaat, her türlü belâya, ilâhî imtihana direnmenin tek gücüdür. Örneğin, Hz. Eyyûb’un muzdarip olduğu hastalığın şifa sebebi, Hz. Eyyûb ile Yaratıcısı arasında oluşan sevginin gücüdür. Çünkü Eyyûb peygamber, insanın dayanma tahammülü gösteremediği o hastalığın acısından Allah’a olan bağlılığından dolayı bir an olsun bile “ah” dememiştir. Allah, kendisini daima sabırlı bulmuş ve onun teslimiyete dayalı direnişini mükâfatını vererek, sevgisini övmüştür. “Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 38/44).
Sûfî için, beşerî nefsin isteklerine karşı mücadele etmenin en etkin silahı, Allah’ın insanda istediği hayatı yaşamanın neticesinde oluşan muhabbettir. Allah’ın ma‘rifetiyle kazanılan sevgisiyle sûfî, arzu ve isteklerin hepsini önleyebilir. Yani nefsin dürtüleri, Allah’a bağlılığın sevgisiyle yok edilir. Onlara göre, insan nefsi/benliği mevzi almış bir asker gibi her an harekete geçmeyi beklemektedir. Yani beşerî nefs düşmanının harekete geçmesi ân meselesidir. İşte insanın başucunda sürekli tetikte bekleyen bu düşmandan kurtuluşunun tek çaresi Allah ilmiyle şekillenen bir ameldir.
Kısacası sûfîlerin teslimiyete dayalı Allah muhabbeti, rûhun madde/dünya sevgisinden vazgeçip, Hakk’ın hükümlerini yerine getirmesidir. Yani O’nun farz kıldığı ibadetlerle yaşamanın verdiği hazza, lezzete, muhabbet adı verilir. Bu bağlılık insanın “elest” özüne geri dönüşüdür. İnsanın doğası gereği tanımadığına karşı sevgi beslemesi mümkün değildir. Onun için sâlikin amacı sülûkta karşılaştığı bütün perdeleri kaldırarak, Allah’ı tanıma noktasına ulaşabilmesidir. Sûfînin varlığını kuşatan sevgi her yönüyle, tüm benlik, gönül ve zihinle Allah’ı sevmeye başlar ve O’na itaat ve ibadet etmesiyle doruğa çıkar.