Oyalanmadan Yola Çıkmak / Dr. Adem Ergül

Gönülde mazeret yoksa aşılamayacak engel de yoktur.

Musa aleyhisselam Rabbi’nden aldığı bir davet sebebiyle kavminden yetmiş kişiyi de yanına alarak Tur dağına doğru yola çıkmıştı. Rabbi’yle konuşma nimetine bir an önce kavuşmak istiyordu. Hatta o kadar hızlı hareket ediyordu ki kendini takip eden kavmini bile gerilerde bırakıp adeta koşarak vadedilen yere onlardan çok önce vardı. Her şeyi gören ve bilen Yüce Rabbimiz, Musa aleyhisselam’a:

“Ey Musa! Seni kavminden ayırıp böyle acele ettiren sebep nedir?” (Tâ-hâ, 20/83) diye sual buyurunca Musa aleyhisselamın verdiği cevap bizler için pek manidardır:

“Onlar, işte onlar da benim ardımca geliyorlar. Ben sana yönelerek rızana ereyim diye acele ettim Rabbim!” (Tâ-hâ, 20/84)

Engin rahmet ve şefkatiyle kullarına en güzel yolu gösteren Rabbimiz, Hakk’a ve hakikate ayak sürüyerek tembel tembel değil, yürüyerek bile değil, belki koşar adım gitmenin zât-ı uluihiyetinin rızâsına vesile olacağını Musa aleyhisselamın dilinden ne güzel beyan eder. Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhın rivayet ettiği şu hadis de aynı gerçeğe işaret eder. İbn Mes’ud der ki:

Peygamber aleyhisselama:

“Allah’ın en çok beğendiği, razı olduğu amel hangisidir?” diye sordum.

“Vaktinde (geciktirmeden) kılınan namazdır.” diye cevap verdi. (Buhari, Mevakıt, 5)

Emrin gereğini yerine getirme konusunda ihmalkâr davranmak, işi ağırdan almak, tembellik göstermek, ayak sürümek, esasen emri vereni ciddiye almamanın bir işaretidir. Bu nevi davranış gösteren kimseler, emri verene karşı gönüllerinde samimiyet ve muhabbetten bir eser bulunmayan, ikiyüzlü, şahsiyeti gelişmemiş, özü ile sözü birbirini tutmayan yüreği hastalıklı kimselerdir. Nitekim “Namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkan kimseler”in münafıklar olduğu ifade edilmiştir. (Nisa, 4/142) Bu sebeple olacak ki Fahr-i kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, daima tembellikten Allah’a sığınmıştır.

Seven kimse, sevdiğinin isteklerini koşarak yerine getirmekten büyük bir zevk alır. Onun yapılmasını istediği talepleri şöyle dursun, işaret ve telmihlerini bile emir telakki edip onları geciktirmeden hemen yerine getirmeyi en büyük vazife bilir. Verilen emrin ifasını geciktirecek her türlü değerlendirme ve yorumlardan uzak durur. Mazeret üretmek, aklına bile gelmez. Zira mazerete sarılmak, çoğu zaman gönülsüzlüğün ve muhabbet eksikliğinin bir alâmetidir. Esasen gönülde mazeret yoksa aşılamayacak engel de yoktur.

Kur’ân-ı Kerim, ahiret hayatına talip olanlardan yürüyerek hedefe gitmelerini değil, adeta koşmalarını talep eder;

“Kim ahireti ister ve ona yaraşır bir şekilde ciddi olarak sa’y ü gayret göstererek koşuşturursa, işte böylelerinin çabaları-koşuşturmaları şükranla karşılanacaktır.” (İsra, 17/19)

“Rabbinizin mağfiretine ve genişliği yerle gök genişliği kadar olan cennete erişmek için koşuşturun, yarışa girin.” (Hadid, 57/21)

“Hayır işlerinde yarışın!” (Bakara, 2/148)

Yasin suresinde, kavmini inkârdan kurtarmak ve onların kendilerine gönderilen Allah adamlarına karşı gelmelerine mâni olmak maksadıyla şehrin uzak bir semtinden koşarak gelen bir adamdan bahsedilir. (Yasin, 36/19-27) Bu hadise temsili olarak insanlığın kurtuluşu için yürüyerek değil, âdeta koşarak bir tebliğ ve irşad hizmetine yönelmek gerektiğini ne güzel hatırlatır. Bugün İslam âleminin, insanlığı kurtaracak âb-ı hayata sahip olmasına rağmen pasif bir konumda bulunması ve âdeta kendi kabuğuna çekilmesi ne kadar acıdır.

Hakk’ın muhabbet ve rızasına karşı ilgimiz, ciddiyetimiz ve bu uğurda sa’y ü gayretimiz nispetinde Kerim olan Mevlâmızdan karşılık göreceğimiz şüphesizdir. Nitekim kuluna merhameti nihayetsiz olan Rabbimiz kudsi bir hadiste şöyle buyurur:

“Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım.” (Buhari, Tevhid, 50)

Gönüller sultanı Hz. Mevlana da der ki:

“Etrafında neyi görüyorsan, her şey kendi aslına doğru koşar gider.

Allah yolunda hızla mesafe alamıyorsan hiç olmazsa topallayarak ve sürünerek, düşe kalka Hakk’ı arama yolunda yürü!

Hak yolcusu sel gibi, dere gibi coşarak, koşarak denize akar gider. Ona ulaşınca onda da yok olur.

Canana koşmayan, sevgiliye kavuşmaya çalışmayan, sevgiliyi bulmak için uğraşmayan canlar, binlerce de olsa onlar hakikatte yarım bedenden ibarettir.

Ömür, meydanda koşma, çalışma didinme zamanıdır. Oturup zevke, içkiye dalma zamanı değildir.”

“Acele etmek şeytandandır” buyrulmuştur. Ancak hayırlı işlerde acele etmek de ayrıca emredilmiştir. Zira hayırlı işlerde acele etmemek, birçok fırsatların kaçmasına sebep olur. Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda bizleri şöyle uyarır:

“Salih ameller işlemekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.” (Müslim, İman, 186)

“Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de ‘falana şu kadar filana bu kadar’ demeye bırakma. Zaten o mal vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhari, Zekât, 11)

“Yedi (engelleyici) şey (gelme)den önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz, unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, (her şeyi) bozup perişan eden hastalık, saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm, gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccal, belası en müthiş ve en acı olan kıyametten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?” (Tirmizi, Zühd, 3)

Bu uyarılar, uyanık gönüller için ne büyük ikazlardır. Şu âlemde herkesin uğrunda koştuğu bir davası ve sevdası vardır. Kimi oyun ve eğlence için koştururken, kimi mal, makam ve şöhretler uğruna nefes tüketir, kimi de kulluk ve Allah’a vuslat uğrunda var gücüyle didinir ve koşturur.

Geri Duran Geri Kalır 

Hayırlı amellere ve hizmetlere koşamamak, nasipsizliğin bir işaretidir.

Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabının mescidde gerilerde saf tutmaya çalıştığını görür ve bunun üzerine onlara şu uyarıda bulunur:

“Öne doğru ilerleyin ve bana uyun! Sizden sonrakiler de size uysunlar. Bir topluluk devamlı surette geri geri durursa, Allah da onları geri bırakır.” (Müslim, Salat, 130)

Semûre b. Cündeb radıyallahu anhden gelen bir rivayette de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:

“Hutbe sırasında hazır bulunun ve imama yakın olun. Zira kişi uzaklaşmaya devam ede ede, girse bile cennette de geri kalır.” (Ebû Dâvud, Salat, 232/1108)

Bu nebevi uyarılar, gönül seferine çıkan Hak yolcuları için çok büyük manevi ikazlar ihtiva etmektedir. Öyle ki Hakk’a doğru olan seyr u seferde gerilerde kalmanın, diğer bir ifadeyle geri bırakılmanın âdeta perde arkası sebebini izah etmektedir.

İlahi mükâfat ve ecirlere karşı isteksizlik, tembellik, istiğna ve geride kalmayı tercih etmek, manen geri bırakılma cezasıyla neticelenmektedir. Bu ceza, hassas gönülleri titretecek, büyük bir azab-ı ilahidir.

Allah’ı ve O’nun rızasını en önemli gaye haline getirmesi gereken mü’min, İlahi fuyuzât ve ikramlara karşı açlık hissini daimi olarak gönlünde hissetmeli ve hiçbir zaman doygunluk belirtisi göstermemelidir. “El-Fakru fahrî” (Rabbim’e karşı ihtiyaç içinde olmam benim için iftihar vesilesidir) buyuran Allah Rasûlü’nün izinde, O’nun hissiyatından nasibdar olmak ve bu yolda sürekli açlık hissetmek, Hak yolunda ilerlemenin en önemli esasıdır.

İslam âlimleri, İlahi ecre nailiyet söz konusu olduğunda, başkalarını kendine tercih etmeyi hoş görmemişlerdir. Bunun sebebini açıklarken de hiç kimsenin İlahi ecre karşı istiğnada (doygunluk hissi içinde) bulunmasının doğru kabul edilemeyeceğini beyan etmişlerdir. Mesela büyük hadis âlimi İmam Nevevi, “İnsanı Allah’a yaklaştıran hususlarda başkalarını kendine tercih etmek mekruhtur.” tespitinde bulunmuştur.

Hayırlı amellerde geri geri durmak değil, koşmak emredilmiştir. “Hayırda yarışın” buyrularak cennet ve İlahi rızaya erişmek için yarışa girilmesi istenmiştir.

Yüce Rabbe yaklaşabilmek ve O’nun yakın kullarından (mukarrebînden) olmak, hayatı Allah’a ve O’nun rızasına erme noktasında yarış halinde bir halet-i ruhiye içinde yaşamakla mümkün olmaktadır. Nitekim bu hakikat ayet-i kerimede şöyle ifade edilir:

“İmanda, fazilette öne geçenlerdir ki onlar (ahirette de) öndedirler. İşte Hakk’a yakın olan mukarrebîn de onlardır.” (Vâkıa, 56/10-11)

İnsanı Hakk’a kurbiyyet (yakınlaşma) yolunda tembelliğe iten, çoğu zaman nefsani hesaplar ve hazlardır.

Hayır yolu, sarp bir yokuşu tırmanma çabasıdır. İnsan nefsinde ise atalet (tembellik) esastır. Bu bakımdan imansız, idealsiz ve mefkûresiz bir yüreğin, sarp yokuşu göze alması zordur. Zayıf imanlı kimseler de bir takım temennilerde bulunsalar bile böyle bir azimden mahrumdurlar. Bu mahrumiyet, çoğu zaman birtakım mazeretler ortaya koymakla tezahür eder. Böyle kimseler vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında hakikati kendileri de sezerler; fakat başkalarına karşı kendilerini haklı çıkaracak özürler ileri sürmekle, hakikatte kendilerini kandırmaya da devam ederler. Ayet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilir:

“Doğrusu insan, birçok mazeretler ileri sürse de hakikatte kendisini görür ve bilir.” (Kıyame, 75/14-15)

Esas olan, gönüldeki mazeret üretme hastalığını tedaviye yönelmektir. İçinde istek olmayan, imanında ve davasında şüphe ve tereddütleri bulunan kimseler için, havanın sıcaklığı ya da soğukluğu bile engel teşkil eder. İmanda problemleri olması sebebiyle Tebük Gazvesi’ne çıkmayan kimselerin durumları hakkında Kur’ân-ı Kerim şu beyanda bulunur:

“Allah’ın Rasûlü’ne muhalefet etmek için geride kalanlar, oturmuş olmakla sevindiler. Malları ve canları ile Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmıyorlardı. “Bu sıcakta savaşa gitmeyin.” diyorlardı. De ki: “Cehennem ateşi sıcaklık yönünden daha şiddetlidir.” Eğer anlasalardı (cihaddan geri kalmazlardı)” (Tevbe, 9/81)

“Eğer çağrıldıkları şey elde edilmesi kolay bir dünya menfaati ve sıradan bir yolculuk olsaydı (Ey Peygamber) sana uyacaklardı. Fakat zorlukla katedilecek mesafe kendilerine uzak geldi. (Sen gazadan dönünce de) onlar: “Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık.” diye Allah adına yemin edecekler. Onlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah onların yalancı olduklarını bilir.” (Tevbe, 9/42)

Karşılığı yalnız Allah’tan beklenen hayır ve hizmetlerde yer alamamanın önemli bir sebebi de dünyevi menfaatleri her şeyin önüne alma tercihidir. İman merkezli bir hayat tarzını benimsemeyen insan, fıtratında bulunan aceleciliğin de tesiriyle, sürekli dünyevi hesapları gündemine alır. Ahiret mükâfatı ise uzun vadede bir sonuç gibi görüldüğünden sürekli geri bırakılır. Yüce Rabbimiz bu hakikate de şöyle dikkat çeker:

“Hayır, hayır! (Ey insanlar!) Siz çarçabuk geçeni (bir dünya ve nimetlerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz!..” (Kıyamet, 75/20-21)

Dünyevi rahat ve zevklere saplanıp kalmanın, insanı Hak yolunda geri bırakan çok tehlikeli bir tuzak olduğu da şöyle beyan edilir:

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda topluca çıkıp seferber olun’ denildiğinde yere çakılıp kaldınız? Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat ahiret hayatının yanında dünya hayatının zevki pek azdır.” (Tevbe, 9/38) 

Hayırlı amellere ve hizmetlere koşamamak, nasipsizliğin bir işaretidir. İçinde hayra karşı istek, şevk ve heyecan bulunmayan kimselerin, hemen tevbe ve istiğfara yönelmeleri, kendilerini hesaba çekmeleri, manevi hayatlarının diriliğe ve sağlığa kavuşması için zaruridir. Yine Tebük Gazvesi’nde yaşanan şu tablo ne kadar ibretlidir:

Ebu Heyseme Tebük seferine en son katılanlardan biriydi. Başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medine’de kalmış, orduya iştirak etmemişti. Bir gün, bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu da yemeğe çağırmışlardı. Ebu Heyseme bu manzarayı görünce aklına Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının hali gelerek yüreği sızlamış ve kendi kendisine:

“Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken benim bu yaptığım olacak şey mi?” demiş ve büyük bir pişmanlıkla kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhal yola düşüp Tebük’te İslam ordusuna katılmıştı.

Onun geldiğini gören Allah Resülü sallallahu aleyhi ve sellem bu davranıştan memnun oldu ve:

“Ya Ebâ Heyseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a dua etti. (İbni Hişam, IV, 174)

Kendinde hayra ve ilây-ı kelimetullah hizmetlerine karşı isteksizlik bulunan kimse şayet tedaviye yönelmezse zamanla hastalığı artacak, donuklaşacak, uzaklaşacak ve hatta kendisi hayra koşmadığı gibi koşmaya çalışanları da küçük görmeye başlayacaktır. Bu ise İlahi rahmetten tard edilmenin son tezahürleridir. İşte bu durum Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin haber verdiği “Allah tarafından geri bırakılma.” cezasının tecelli etmesidir.