Günümüzde kadının eğitimi kavramı kadını maalesef sadece kadın olarak görmekten ne kadar etkileniyor? Kadın algımız ne durumda? Temelde çok yönlü ele alınması gereken bu konuda düşünceleriniz nelerdir?
İnsanı diğer canlılardan ayıran iki önemli özellik var; düşünmesi ve konuşması. Aslında biz düşüncelerimizi de kelimelerle, kavramlarla ifade ederiz; konuşmamızı da kelimelerle ve kavramlarla ifade ederiz. Dolayısıyla hiçbir kavram tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkmamıştır, her kavramın bir arka planı vardır. Dolayısıyla kadın kelimesinin de bir arka planı var.
Batı dilinde kadın “femine” veya “female” olarak ifade edilir. O aslında Latincedeki “feminus”tan gelir. “Feminus” demek, itikadı zayıf, inancı az demektir. Kutsal kitapları da bu inancı besliyor, bu düşünceyi besliyor. Mesela Tevrat’ta şöyle bir cümle vardır: “Yeryüzü kadın yüzünden lanetlenmiştir.” Niye? Çünkü şeytana uyan Hazreti Havva’ydı; onun itikadı zayıf, inancı azdı, dolayısıyla şeytana uydu, Hazreti Adem’i de o yoldan çıkardı, Allah da onları lanetleyip yeryüzüne gönderdi. Dolayısıyla, yeryüzü kadın yüzünden lanetlenmiş oluyor.
İncil’de de benzer bir şey var, diyor ki: “Adem aldanmadı; fakat kadın aldandı.” Niye kadın aldanıyor? İtikadı zayıf işte, inancı az, onun için şeytana o uyuyor.
Bizde, yani Müslümanlarda ise kadın kavramı “nisa” kelimesiyle karşılanır. Nisa demek, “et tahiru fil vakt” yani zaman itibarıyla biraz gecikmiş demek. Çünkü Hazreti Havva validemiz, Hazreti Adem’den bir müddet sonra yaratılmıştır. Vakit olarak biraz gecikmiş demek.
Dolayısıyla bizim kavramlara verdiğimiz anlam veya bir anlam üzerine bindirdiğimiz kavram, aslında o konuyla ilgili dünya bakış açımızı da ortaya koyar. O yüzden Batı dünyasında kadın uzun yıllar değersiz bir varlık olarak görülmüştür. Mesela Yahudilikte kadınlar suçlu olduğundan dolayı kutsal mekânlara sokulmamışlardır. Şimdi de siz mesela Ağlama Duvarı’nın önünde ağlayan bir İsrailli kadın, Yahudi kadın göremezsiniz. Çünkü orası kutsal bir mekândır, kadınlar oraya sokulmazlar. Keza Batı dünyasında da Hıristiyanlıkta da uzun yıllar kadınlar İncil’e el dokunamamışlardır. Ancak 8. Henri döneminde bir parlamento kararıyla kadınlar İncil’e dokunabilmişlerdir. Ayrıca Hıristiyanlığın Protestan hareketinden sonra kadınlar biraz daha özgür bir alan kendilerine bulmuş ve rahatlıkla dini kaynaklara ulaşabilmişlerdir.
İslam’da ise baştan beri kadın önemli bir unsur olarak bilinmektedir. Mesela bir hanım sahabe gelir, Efendimiz aleyhisselama şöyle sorar: “Ya Resulallah! Kur’ân hep erkeklerden bahsediyor, biz kadınlardan hiç bahsetmiyor.” Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştur:
“Şüphesiz Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)
Arap dili yapısı itibarıyla müzekker dediğimiz eril terimler kullanılır.
Şunu gözden kaçırmamamız lazım: İlk peygamber olan Hazreti Adem’e de ilk iman eden bir kadındır, son peygamber olan Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) ilk iman eden de bir kadındır. İmanda öncelik daima kadınlardadır.
Günümüzde ise maalesef biz kadın anlayışımızı Batı’ya uyarlamış durumdayız. Batı’da kadınlar değersiz bir varlık olarak görülmüştür. Endüstriyel devrim meydana geldikten sonra fabrikasyona geçildi. Fabrikalarda ucuz işgücüne ihtiyaç vardı, en ucuz işgücünü de kadınlar oluşturuyordu. O yüzden fabrikalarda kadınları çalıştırdılar. Endüstrinin geliştiği şehirlerde adeta kadınların hegemonyasında olan varoşlar oluşmuştur. Dolayısıyla, kadınların birdenbire mali açıdan güçlendiği görülmüştür. Hatta kocalarını ömür boyu kendilerine borçlu kılan kadınlar var Avrupa’da. O kadar çok yüklü borç vermiş ki kocasına, kocası bunları ödeyemez hâle gelince, artık sürekli kocası üzerinde hegemonya kuran kadınlar var. Böyle zenginleşince, toplumda kendilerini ifade etme ihtiyacı hissetmişler. Dolayısıyla feminist hareketin Batı’da doğmasının sebebi bu amillerdir. Çünkü kadın, horlanan bir durumdan kendisini ifade eden bir duruma gelmiştir. Bu yüzden Batı’da bunun sonucu olarak pek çok alanda kadınlar kendilerini ifade etme imkânı yakalamışlar.
Hazreti Peygamber (sav) dönemindeki kadın eğitimi Mescid-i Nebevi ekseninde ele alınıyor. O dönemin eğitiminde dikkat çeken çarpıcı konular nelerdir?
Efendimiz Aleyhisselam döneminde eğitimin görüldüğü özgün kurumlar genelde mescitlerdir. Çünkü o zaman şartlarında müstakil eğitim kurumları yoktu. Sadece küttab denilen ilkokul seviyesinde, bizim Osmanlı dönemindeki sübyan mektebi dediğimiz okullar seviyesinde okullar vardı. Burada kız çocukları ile erkek çocukları beraber eğitim görüyorlar. Ama onun üstünde bir eğitim kurumu yok. Zaten buna da ihtiyaç da hissetmiyorlardı. Bırakın bayanlar için, erkekler için de özel böyle kurumlar yoktu. Ama Resulullah Aleyhisselam Mescid-i Nebevi’yi kurduğu zaman, onu bir eğitim-öğretim kurumu olarak da faaliyete geçirdi. Bizzat kendisinin etrafında halka şeklinde Müslümanlar oturuyorlar, onlara ders veriyordu. Biliyorsunuz, bir de ashab-ı suffa dediğimiz kimselerin kaldığı suffe denilen bir yer var. Suffe denilen yer, Mescid-i Nebevi’nin dışında, eskiden develerin bağlandığı bir yerdi. Orayı temizletip üstünü kapattırınca, kimsesi olmayan veya Medineli olmayan ama Medine’de kalan sahabe orada kalıyor ve orada kalan sahabelerin eğitimiyle bizzat Efendimiz ilgileniyordu. Mescid-i Nebevi’nin içerisinde de “suffetu’n nisa” dediğimiz kadınlar suffası vardır. Mesela, bayan sahabelerden gelen rivayetlerde diyor ki: “Biz suffetu’n nisa’da oturmuşken, Efendimiz Aleyhisselam vaaz ederken bize doğru döndü, gülümseyerek şunları şunları söyledi...” Demek ki oturdukları yerden Peygamber Efendimiz’i çok rahat görebildikleri bir yerde duruyorlar. Muhtemelen etrafı çevrili, bayanlara ait olduğu belli olacak şekilde ayrılmış bir yer burası ve kadınlar çok sık ve kalabalık olarak Mescid-i Nebevi’ye gelip gidiyorlar. O dönemde Mescid-i Nebevi’nin üç kapısı var. Mihraba yakın kapılardan birini Efendimiz Aleyhisselam işaret ederek diyor ki: “Keşke şu kapıyı bayanlara ayırsak.” Ama Efendimiz’in vefatından sonra Hazreti Ömer radıyallahu anh’ın hilafeti döneminde Hazreti Ömer o kapıyı sadece bayanların girişine tahsis ediyor, erkeklerin oradan giriş yapmasını yasaklıyor. Muhtemelen bu suffetu’n nisa’nın hemen yanındaki kapıdır. Ve o kapı “babü’n nisa” olarak biliniyor. Günümüzde hâlâ Mescid-i Nebevi’de “babü’n nisa” (kadınlar kapısı) var.
Hanım sahabeler Mescid-i Nebevi’ye çok sık ve çok kalabalık geliyorlardı, orada eğitim-öğretim görüyorlardı. Hatta bir gün bayanlardan biri Efendimiz aleyhisselama gelip diyor ki: “Ya Resulallah! Allah’ın size bildirdiği hakikatleri erkekler alıp gidiyorlar. Bir günü de bize tahsis edin, biz de gelip sizden ilim tahsil edelim.” Bunun üzerine Efendimiz Aleyhisselam bir günü özel olarak bayanlara ayırıyor ve o gün bayanların eğitim-öğretimine tahsis edilmiş oluyor.
O dönemde en önemli mesaj da hutbelerde verilirdi. O gün için Efendimiz Aleyhisselam onların daima mescide gelmelerini, hutbeyi dinlemelerini teşvik ediyordu. Fakat maalesef, sonradan, fitne gerekçesiyle, kadınlarımıza Efendimiz’in tanıdığı bu hakların önemli bir kısmı ellerinden alınmış ve kadınlar ihmal edilmiş.
O güzide eğitim kurumu ve eğitim döneminden günümüze, o dönemin güzellikleri ana başlıklar hâlinde özünde taşınmak, ele alınmak ve güncellenmek istenirse, ifade edilecek, fikri mesai açısından ele alınacak konular nelerdir? Evrensel İslam algısı, İslam’ın son din oluşu, fıtrat dini oluşu da göz önünde bulundurulursa bu soruya nasıl cevap vermek istersiniz?
Efendimiz Aleyhisselam şöyle buyurur: “İlim elde etmek, talep etmek her Müslüman’a farzdır.” Dolayısıyla Efendimiz ilim talebinde asla kadın-erkek ayrımı gözetmemiştir. Sonra Müslümanlar aslında zihinlerinde bu ayrımı yapmışlardır. Mesela, Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmet İbni Hanbel’in kadınlarla ilgili hükümleri bildirdiği “Ahkamü’n Nisa” isimli bir eseri var. Bu eserde diyor ki: “Eskiden beri, yani Efendimiz Aleyhisselam döneminden beri kadınlar ve erkekler aynı meclise devam ederlerdi. Fakat Hicri 3. yüzyılın başlarından itibaren, bir kadının başparmağını göstermesi fitne sayıldı.”
Efendimiz zamanında mescitte şöyle bir düzen var: Bayanlar suffetü’n nisa’da oturuyorlar, erkekler mescidin diğer kısmında oturuyorlardı. Ama namaz kılacakları esnada saf olduğundan dolayı, önde erkekler, arka tarafta da bayanlar safa geçip namaz kılıyorlardı. Farz namazlarını beraber kılıyorlardı.
Namaz esnasında böyle. Ama namazın dışında, kadınlar kendilerine ayrılmış bölümde, suffetü’n nisa dediğimiz yani kadınlar suffası dediğimiz bölümde oturuyorlar, erkekler de mescitte oturup hutbeyi de dinliyorlar, dersleri de dinliyorlar.
Bakın, Resullullah Aleyhisselam döneminde fitneye sebep olacak bazı hadiseler olmuştu. Ama Efendimiz “Ey kadınlar, bakın, işte böyle olumsuz olaylara sebep oluyorsunuz, mescide gelmeyin...” demedi.
Aslında başka kültürleri dini anlayışımızın önüne geçirmişiz. Cahiliye Araplarının kadına bakış açısının yansımasıdır diye düşünüyorum. Çünkü cahiliye döneminde Araplar kadınlara hiçbir değer vermezlerdi. Parayla alınıp satılan bir meta gibiydi, bir mal gibiydi kadın. Yani cahiliye Araplarının gözünde, çadırın kapısına bağladığı deve ile kadın arasında bir fark yoktu. Bir tek fark vardı; kadın çadırdan içeriye girebilirdi, deve giremiyordu. Kadına değer veren aslında İslam oldu. Onun için Buhari’de geçen rivayette Hazreti Ömer radıyallahu anh diyor ki: “Eskiden biz kadınlarımızı hiçbir şey saymazdık. Ne zaman vahiy geldi, anladık ki onlar da bizim gibi insan, bizim gibi haklara sahiptirler.” Aslında bu bir durum tespitidir.
Bu anlayış Efendimiz’den (sav) sonra maalesef geri nüksetmiş, kadınlara tanınan bu özgürlük alanı fitne gerekçesiyle yok edilmiş. Firuzabadî diyor ki: “Mademki öyle, okuma yazma öğrettiğimiz zaman fitneye sebep olur diye onları yasaklıyoruz; peki, okuma yazmayı öğrendiğinden dolayı fitneye düşen erkeklere niye aynı şeyi uygulamıyorsunuz?”
Elbette ki İslam’ın ortaya koyduğu ahlaki kuralları, ahlaki sınırları gözeteceğiz; bu kesin, bunu yapacağız. İslam’da yabancı bir kadınla, ihtiyaç olmadıkça zaruri olmadıkça konuşmak uygun değildir, dokunmak külliyen haramdır. Önleyici tedbirleri İslam zaten almış oluyor. Böyle bir ortamda onlara çeşitli alanlar açmıştır, özgürlük alanları açmıştır İslam.
Abdullah bin Ömer diyor ki: “Peygamber zamanında hakkımızda vahiy inmesinden korktuğumuz için kadınlara söz söylemekten, hakkını çiğnemekten ve onlara sert davranmaktan sakınırdık. Fakat Peygamber vefat edince biz onlara çok kötü söz söyler olduk ve onlara karşı kusurumuz arttı.” Bu söz üzerinden değerlendirdiğimizde, günümüzdeki bireysel davranışlarda ciddi ilmi ve ahlaki kayıplarımız var. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh’ın bu ifadesi o gün için bir durum tespitidir. Günümüzde de ahlaki dejenerasyon söz konusu. Çünkü Müslümanlar artık İslam’ın esasından çok, şekliyle ilgilenmeye başladılar. İslam Müslüman’ın bütün davranışlarına sirayet etmeli. Şimdi sadece namaz kılmakla işi kurtaracağımızı zannediyoruz. İmam Gazali Hazretleri çok güzel bir şey söylüyor: “Borç ilmiyle, boşanma ilmiyle Allah’a yaklaştığını sanan insanlar mecnunlardır, yani delidirler.” “İlmin şerefi ameldedir.” diyor. Yani yaşamak. Onun için, Müslüman dediniz mi yaşayan adam akla gelir. Hazreti Ömer radıyallahu anh diyor ki: “Vahiy geldiğinde Resulullah Aleyhisselam vasıtasıyla insanların kalplerine muttali olurduk. Efendimiz bize münafıkları söylerdi. Fakat şimdi vahiy kesilmiştir, insanların kalplerini bilemeyiz, ortaya ne koyduklarına bakarız.”
Hazreti Ömer diyor ki: “İnsanların namazına ve orucuna bakarak onları değerlendirmeyin. Dileyen namaz kılsın, dileyen oruç tutsun ama sözünde durmayanın imanı yoktur.” Yine Buhari’de geçer; biri başka birinin hakkında şahitlik yapmak istediğinde Hazreti Ömer radıyallahu anh diyor ki: “Sen bununla sefere çıktın mı hiç?” “Hayır” diyor. “Beraber ticaret yaptınız mı?” “Hayır” diyor. “Eh, sen bunun namaz kılıp mımmm deyişini mi duydun?!” diyor ve şahitliğini kabul etmiyor. Çünkü gerçek iman sosyal hayatın içerisinde ortaya çıkar. Sosyal hayatın içinde bir başkasına yalan konuşmuyorsak, başkasını aldatmıyorsak, başkasına haksızlık yapmıyorsak, adaletsizlik yapmıyorsak, gıybet etmiyorsak, esas o zaman Müslümanlığımız ortaya çıkar.
Peygamber Efendimiz Aleyhisselam “İslam, güzel ahlaktır.” buyuruyor. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Cenab-ı Hakk da diyor ki: “Ve inneke le’alâ hulukin ‘azîm.” “Şüphesiz sen büyük bir ahlaka sahipsin.” Aslında azim kelimesi ile ahlak kelimesini Arap edebiyatında yan yana görmezler. Kur’ân onu yan yana getirir, ki ahlaka olan vurgunun büyüklüğünü göstermek açısından. Dolayısıyla dinin esası aslında ahlaktır. Eğer ahlakı dinden uzaklaştırırsak ortada sadece kabuk kalır, şeklî bir şey kalır.
Bu yüzden, günümüzde Müslümanların yeniden Kur’ân ve hadis temelli düşünmeleri, İslam’ı yeniden anlamaları, İslam’ın esas sosyal hayat içerisinde tezahür ettiğini, ortaya çıktığını görmeleri lazım. İşte buna İslam ahlakı diyoruz.