Ölmeyecek Olan Yok!

Sonsuz olma isteği. Her insanda yaratılıştan var olan ve zaman zaman insanoğlunu ölümsüzlük arayışına iten bir istek. Lakin her canlının mutlaka ölümü tadacağı gerçeği ölümsüzlük arayışı içinde olanları hep hüsrana uğratmıştır. Ölmeyen, ölmeyecek olan yok. Olsa olsa ölüm gerçeği ile yüzleşemeyip hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan ‘insancıklar' var.

Hâlbuki Allahu Teala insanı hayatın gereklerine bire bir uyumlu donanımlarla donatıp dünyaya göndermiştir. Mesela biz acıktığımızı midemizden gelen sinyallerle bilir ve buna mukabil karnımızı doyururuz. Yani yemek yemek ihtiyacıyla yaratılan insana acıktığı, vücudundaki mekanizmayla haber verilir. Ve hayatın gereklerinden olan karnını doyurma ihtiyacı yine Yaradan'ın bahşettiği nimetlerle giderilir. Ki bize bahşedilen bu nimetler biyolojik dengemizi korumaya uygun yaratılmıştır. Kısacası yemek yemek gereklilik, açlık sinyalleri ve bize verilen nimetler bu gerekliliğin dengeleyicileri.

Ve yine biz sevmeden, sevilmeden yaşamayız. Ruhi dengemiz için sevgi hepimizin olmazsa olmazlarındandır. Nitekim istatistiklere baktığımızda da görürüz ki suç işleyenler çoğunlukla sevmeyen sevilmeyen insanlardan çıkmıştır. Ruhu sevgiyle beslenmeyenler bir şekilde hayatı hem kendilerine hem de etrafındakilere zaman zaman çekilmez hale getirmişlerdir. Yani sevgi insanın gerekliliklerinin en önemlilerinden biri.Ve Allahu Teala bizim bu gerekliliğimizi ilk önce annemizin yüreğinde bize kocaman bir yer açarak karşılamamızı sağlamış. Sonra bu sevgi babaya, akrabaya, arkadaşa, eşe.... dağıtılmış. Tek bir yere odaklandırılıp insanın hayat dengesi bozulmamış. Nitekim sevginin bir şeye veya bir kişiye odaklanması, akabinde hep problemleri sürüklemiştir ardından. Ve yaradılışımıza uygun sevmek de güzel ahlakı, huzuru, tevekkülü, mutluluğu getirmiştir ardından. Yani her şeyde olduğu gibi sevgide de denge. Ve emin olunuz ki biz sevilebilecek, sevebilecek; hem de dengeli sevebilecek teçhizatlarla donatılıp gönderildik bu âleme.

Allahu Teala nasıl, açlık, sevme sevilme isteğimizi ve bütün ihtiyaçlarımızı bahşettikleriyle dengelediyse, ölümle sonsuz olma isteğimizi de dengeleyecek donanımı illa vermiştir bize. Mesela aklımız her canlının öleceğini bilir. Kaide şudur; her canlı doğar, kendine takdir edilen kadar yaşar ve ölür. Biyolojik bir sabitedir bu. Ölümün tabii bir hadise olduğunu hepimiz aklımızla biliriz. Ama yaş ilerledikçe hayatta kalma arzumuz daha da artar. Mesala otuzlarını geçmiş birinin ağzından; "zaman nasıl geçti anlamadım, saklambaç oynadığım günleri daha dün gibi hatırlıyorum" cümlesini sık sık duyarız. Ölüm ne kadar doğal kabul edilse de, ölüm korkusunun bizi sardığının göstergesidir bu cümle aynı zamanda.

İşte bu ölüm korkusu bizde ‘takıntılı' bir hale gelirse o zaman problemler başlar. Bu korkunun seline kapılan insan, "öleceğim madem, kendimi niçin sıkıntıya sokayım" diyerek vur patlasın çal oynasın tarzı hayat yaşayıp ömrünü manasız bir şekilde tüketebilir. Üretenden çok tüketen ne kendine ne de etrafındakilere faydası olmayan bir insan tiplemesi vardır karşımızda. Dünya böylelerine çok şahitlik etmiştir.

Bir de ölüm korkusuyla kendini tamamen inzivaya çekip sadece ölüm ötesini düşünerek yaşayanlar vardır. Hâlbuki insan hem yaşadığı ânın hem de son nefesten sonrasının iyi olması için çalışmalıdır. Ölümle ancak bu şekilde barışılabilinir.

Evet, ölüme en doğru bakış açısı, dünya adına kıymet verdiğimiz birçok şeyin geçici ve anlamsız olduğunu bilip hırslarımıza köle olmamaktır. Ebu Hureyre (r.a.) dünyanın hiçliğini şöyle anlatır; "Bir defasında Allah'ın (Celle Celalühu) Resûlü bana, ‘Ey Ebu Hureyre, dünyayı içindekilerle birlikte sana göstereyim mi?' Ben ‘Evet ey Allah'ın Resûlü' dedim. Elimden tuttu beni Medine'nin derelerinden bir dereye götürdü. Orada; içinde insan kafaları, insan tersleri, paçavra haline gelmiş bez parçaları, çürümüş kemikler bulunan bir çöplük vardı. Allah'ın Resulü ‘Ey Ebu Hureyre, bu kafalar da sizin gibi haris idiler, sizin gibi emelleri vardı. Bugün ise onlar birer derisiz kemiktir. Daha sonra da çürüyüp kül haline gelecekler. Şu tersler, nereden kazandılarsa kazanıp sonra midelerine indirdikleri yemeklerin tersleridir. Şu paçavra bez parçaları, giydikleri elbiselerdi. Şimdi rüzgâr onları yeldiriyor. Bu kemikler onların faydalandıkları hayvanların kemikleriydi. Kim dünyaya ağlamak isterse ağlasın.' Dedi.

Herhalde dünyanın hiçliği bundan daha güzel anlatılamazdı. Ölüm dünyada var olanlardan daha gerçek. Ve dünyada bize bahşedilen ne varsa Allah rızasına endeksli kullanılırsa hakiki değerine kavuşur. Öyleyse ölümlü olduğumuzu bilerek ama hayatta olmanın, kul olmanın getirdiği yükümlülüklerden kaçmadan yaşamak gerekir. Ne hiç ölmeyecekmiş gibi, ne de ölüm var deyip dünyadan elini eteğini çekerek değil. Ölümü hatırlamak bizim ahlakımızı Resulullah'ın ahlakına yaklaştırıyorsa, Allah'a kulluk bilincimizi artırıyorsa güzeldir. Yok, dünyaya olan hırsımızı arttırıyor, "dünyaya bir daha mı geleceğiz günü mü gün ederim" dedirtiyorsa o zaman hakikaten ölmekten korkmalıyız. Çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın bedeli kadar ağır bir bedel yoktur.

Evet, ölüm var. Sonsuzluk arzumuza ölüm köprüsünden geçmeden kavuşmamız mümkün de değil zaten. Ama hiçbir zaman şunu da unutmamalıyız; ölümden sonra hesap var.