Nübüvvet müessesesinin önemi nedir? Nübüvvet ile kutsal kitaplar arasındaki ilişkiden bahseder misiniz?
İslam inancına göre insanlar, Allah’a kulluk etmek ve bu konuda denenmek üzere yaratılmış olup, ahirette sorguya çekileceklerdir. İnsana yüklenen görevin önemi dikkate alındığında, nübüvvetin Allah’ın insana verdiği en büyük lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda Allah, merhameti gereği insanları imtihanlarında yardımsız bırakmamıştır. Nitekim Kur’ân’da, peygamber ve kitap gönderilmeyen hiçbir toplumun bulunmadığını, kimi zaman ismen kimi zaman da icmalen zikrederek her ümmete uyarıcı olarak birçok peygamber ve kitap gönderdiğini açıkça ifade etmiştir. Peygamberlerin temel misyonu olarak da insanlara dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmada rehberlik etmek, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini göstermek, hayatın amacı ve gayesini açıklayan, itikadî, amelî ve ahlakî emir ve hükümleri açıklamak olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle Kur’ân’da peygamberlere ve kitaplara iman, inanç esasları arasında zikredilmiş, Allah’a imandan sonra, peygamberlere ve getirdikleri kitaplara aralarında ayrım gözetmeksizin inanmanın farz kılındığı bildirilmiştir.
Bununla birlikte insanlık tarihinde peygamberliği ve vahyi (kutsal kitapları) inkâr edenler her zaman olagelmiştir. Onların çoğu Allah’ın varlığını kabul etmişler, fakat peygamberleri ve kutsal kitapları reddetmişlerdir. Bu görüşlerini de aklın mutlak hakikate ulaşmada yegâne vasıta olduğunu, dolayısıyla aklın bu yetkinliğine rağmen Allah’ın peygamber göndermekle insanlara ilâhî emir ve yasakları sunmanın ilahî hikmete uygun düşmeyeceğini iddia ederek temellendirmeye çalışmışlardır.
Nübüvvet ve vahiy karşıtı akımların iddialarını felsefî temelden yoksun bulan ve bunların tarihî tecrübe ile çeliştiğine dikkat çeken Müslüman kelam âlimleri, İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren onlara karşı mücadele etmişler, hem fikrî ve hem de devlet düzeyinde cevaplar veren çalışmalar yapmışlardır. Bu çabalar, insanlığın ilahî vahye duyulan ihtiyaca dair aklî tartışmaların zeminini oluşturmuş, nakil ile de desteklenerek sağlam bir savunma metodu geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede konuya aklî imkân açısından yaklaşan kelamcılar, peygamberliği ve kitapları, insanlığın dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmesi için hem ilâhî hem beşerî açıdan gerekli görmüşler; bu gerekliliği de genelde insanın, özelde aklın bütün alanları kapsama yetersizliğinden hareketle temellendirmeye çalışmışlardır. Bilhassa insanların farklı yaratılışta olmaları, her şeyi gereği gibi anlamadaki acziyetleri, onları böyle düşünmeye sevk etmiştir. Buna bağlı olarak yaratıcıya karşı “kulluk” bilinciyle hareket edilmesi üzerinde durulmuş, Allah’ın rahmetinin bir gereği olarak, insanların ilahî metinlerle desteklendiği fikri genel kabul görmüştür. Bu suretle onlar, nübüvvete olan ihtiyacı insanın entelektüel, psikolojik ve sosyal yetersizliklerini ve zaaflarını gerekçe göstererek insanî bir temele dayandırmışlardır. Buradan hareketle insanların bu ihtiyaçlarının karşılanması için peygamberlik ve vahiy inancını savunmuşlardır. Buradan hareketle kelamcılar, bir taraftan nübüvvet ve vahyi inkâr eden dinî ve felsefî akımlara karşı cevap vermeyi, diğer taraftan insanların vahye ihtiyaç duyduklarını çeşitli açılardan ispatlamayı amaçlamışlardır.
Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:
1) Allah’ın tanınması ve O’na karşı görev ve sorumlulukların yerine getirilebilmesi için peygamberlere ve getirdikleri ilahî metinlere ihtiyaç söz konusudur.
2) Ölüm sonrası hayata dair bilgilere ulaşmak için kutsal metinlere ihtiyaç vardır.
3) İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda ortak bir paydada buluşabilmeleri için peygamberlere ve getirdikleri ilahî metinlere ihtiyaçları vardır.
4) İnsanların aklı ve yetenekleri sınırlı olduğu için dinin temel esaslarını bilmede yetersiz kalır. Bu bakımdan dinin temel esaslarının bilinmesi için ilahî metinlere ihtiyaç vardır.
5) Hayatın anlamı ve amacına dair insan idrakini aşan temel sorulara ikna edici cevapların verilebilmesi için ilahî metinlere ihtiyaç vardır.
6) Metafizik (gayb) âleme dair kesin bilgilere ulaşmak bakımından kutsal metinlere ihtiyaç söz konusudur.
7) İnsan din ve inanç konularında tek başına, mümkün ve mubah kapsamına giren hususları aklıyla bilemez. Bunları bilebilmek için peygamberlere ve getirdikleri ilahî metinlere ihtiyaç vardır.
8) Peygamberlerin ölümünden sonra sapmamak için yazılı metne ihtiyaç vardır.
9) Bütün insanlar için kültür ve medeniyet oluşturulmasında peygamberlere ve getirdikleri kutsal metinlere ihtiyaç vardır.
10) İlahî kitap göndermek Allah’ın adalet, hikmet ve kelam sıfatının bir gereğidir.
11) Erdemli bir birey ve toplum modeli oluşturabilmek için kutsal metinlere ihtiyaç vardır.
Nübüvvetin kapsamı / çerçevesi, içeriğinden bahseder misiniz?
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da aşkın tanrı, ahiret, melek ve şeytan gibi görülmeyen varlıklara inanmak kadar, peygamberlere inanmak da önemli bir yer tutar. Çünkü din, insanın yaratıcısıyla olan münasebetinin benimsenmesiyle başlar. Bu münasebeti kuran ise nübüvvet kurumudur. Nübüvveti bu kadar önemli kılan, dinin inanç esaslarının ancak bu kurum vasıtasıyla bilinmesi hususudur. Nübüvvet yok sayıldığı takdirde din diye bir şey ortada kalmaz. Bunun nedeni: Dinin, peygamberin getirdiği haberden ibaret olmasıdır. Dolayısıyla haberin varlığı ve güvenilirliği, peygamberin varlığına ve doğruluğuna bağlıdır. Bu nedenle İslâm dini, Allah’a imandan sonra, bütün peygamberlere ve getirdikleri kitaplara külliyen inanmayı farz kılarak temel iman esaslarından biri haline getirmiş, peygamber ve kitaplar arasında ayrım yaparak bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmeyi ise küfür saymıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın düzen ve ahengini gözler önüne sererek insana, Allah’ın varlığı ve birliğini kabul etmesi için kevnî üzerinde düşünmeyi emretmiştir. (el-Bakara 2/164; Âl-i İmrân 3/90; er-Ra‘d 13/24; en-Nûr 24/43-45) “Fakat vahiy olmaksızın, aklın gücü nedir?” sorusu kapsamında İslâm âlimleri arasında insanın akıl gücü ile yerleşik hayata geçip geçemeyeceği, şehirler halinde düzenli hayat kurup kuramayacağı, ilim ve sanatları peygamberler olmaksızın bilip bilemeyeceği gibi hususlar tartışılmıştır. Bu tartışma sonucunda, insanoğlunun kendisine verilen iyi ve kötüyü ayırt etme yeteneği sayesinde güzel ve iyi davranışlar sergileyecek bir karaktere sahip olmakla birlikte zayıf irâdeli, duygusal, yalan konuşmaya meyilli bir özelliğe de sahip olduğu; dolayısıyla inkâr etmeye, kötülük yapmaya ve haktan uzaklaşmaya elverişli bir varlık olarak yaratıldığı, bu nedenle de insanlığın, hayatın her sahasında, hayra ulaşmasını sağlayacak, bireye varlığın ve yaşamının anlamını ve gayesini anlatacak bir rehbere muhtaç olduğu dile getirilmiştir. (Ebu Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd (çev. Bekir Topaloğlu, Ankara: İSAM Yay., 2005), s. 224-225; İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri (Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yay., 2004), s. 240; Muhammed Ali Sâbûni, en-Nübüvveve’l-enbiyâ (çev. Hanifi Akın, İstanbul: Ahsen Yay., 2003), s. 39, 50.) Buna göre diyebiliriz ki nübüvvet, ilâhî rehberlikle insanın önünü aydınlatarak dünya ve ahiret âleminde insanları mutluluğa götürecek olan bir hidayet makamı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenle insanlık tarihinde peygambersiz toplumun bulunmadığı, her ümmete mutlaka müjdeleyici, uyarıcı ve yol gösterici olarak peygamberler gönderildiği birçok ayette önemle vurgulanmıştır (Bkz. Yûnus 10/47; en-Nahl 16/63; Fâtır 35/24). Bununla birlikte İslâm âlimleri, kendilerine ilâhî mesaj ulaşmayanların bulunabileceğini, fakat insanların kendi akıllarıyla Allah Teâlâ’nın vahdaniyetini ve rubûbiyetini bilecek bir fıtrat üzere yaratılmış olduğunu, bu bakımdan da insanların, akıllarıyla bazı temel gerçeklere ulaşabileceklerini, dolayısıyla Allah’ın varlığına iman etmekle yükümlü olduklarını ifade etmişlerdir. (Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yusuf Haymî, Beyrut: 2004), c. III, s. 141–142). Nitekim bu konuda Ebû Hanîfe (ö. 150/767): “Eğer Allah Teâlâ insanlara peygamberler göndermeseydi, insanların O’nu akıllarıyla bilmeleri vâcip olur, peygamberler gelinceye kadar emir ve yasaklardan sorumlu olmazlardı. Hiç kimse yaratıcısını bilmemekte mazur değildir...” demektedir (Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin İtikâdî Görüşleri (çev. İlyas Çelebi, İstanbul: İFAV Yay., 1996), s. 79–80). Mâtürîdî (ö.333/944) de ibadetlerin şekli, zamanı ve nasıl yapılacağı gibi dinî konulardaki hükümlerin peygamberlerin bildirmesi ile bilinebileceğini, fakat Allah’ı tanıma, O’nun varlığını ve birliğini bilmenin ise akıl ile olduğunu belirterek Ebû Hanîfe’nin düşünme tarzına oldukça benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Mâtürîdî’ye göre mârifetullah konusunda insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir mazeretleri yoktur. Çünkü Allah, insanlar düşünüp tevekkül ettikleri takdirde yarattığı her şeyde varlığına, birliğine ve rububiyetine götürecek deliller var etmiştir. Her ne kadar insanların Allah’a karşı delil ileri sürme hakları yoksa da Allah onların mazeret beyan etmelerinin önüne geçmek için ayrıca peygamberler göndermiştir (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. I, s. 528-529. Ayrıca bkz. Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 299; Hanifi Özcan, Mâtürîdî’de Dinî Çoğulculuk (İstanbul: İFAV Yay., 1995: s. 57-58.)
Allah Teâlâ, emir ve nehiylerini insanlara tebliğ etmek ve kendilerini sapıklıktan kurtarıp doğru yolu bulmalarını sağlayan kurtuluş yollarını göstermek için, elçilerini insanlar arasından seçmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim.” (İbrahim 14/11; el-Kehf 18/110; Fussilet 41/6) demesi emredilmiştir. Peygamberlerin insanlar arasından seçilip gönderilmesinde büyük bir hikmet vardır. Zira Allah her şeyde kulları için kolaylığı murad etmiş ve onları zora sokmaktan kaçınmıştır. Diğer taraftan Kur’ân’da peygamberlerin beşer özelliklerine vurgu yapılması da oldukça mânidardır. Çünkü peygamberlere itiraz eden inkârcılar, çoğu defa inanmama gerekçesi olarak peygamberlerin insan olmalarını ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber, Allah tarafından risâletle görevlendirildiği zaman, müşrikler ona inanmamışlardır. Özellikle kendileri gibi olan bir insanın peygamber olamayacağını ve bunun için bir meleğin görevlendirilmesi gerektiğini ileri sürerek, kendisinden insan kudretinin dışında birtakım olağanüstü deliller göstermesini ondan istemişler (En’am 6/8; Hicr 15/7; İsra 17/ 89-94; Mü’minun 23/24), bununla da yetinmeyerek kendilerine melek gönderilmesini talep etmişlerdir (En’âm 6/8; Hicr 15/7). İnkârcıların bu taleplerine Kur’ân’ın cevabı ise: “Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamberler olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsrâ 17/95) olmuştur. Buna göre peygamberlerin insanlardan gönderilmesi zorunludur. Zira ayette de görüldüğü gibi, yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melekler değil, insanlardır. Binaenaleyh, insanların, kendi cinslerinden peygamberler gönderilmesini kabul etmemeleri, akla ve mantığa uygun değildir. Çünkü insanlar, melekleri veya cinleri görmedikleri gibi, onların mahiyetlerini, kudret ve yeteneklerini gereği gibi bilmeleri ve takdir etmeleri de mümkün değildir (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. III, s. 194–195). Duyguları, düşünme biçimi, ihtiyaçları farklı olan bir meleğin insana ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde ve nitelikte bir yardımda bulunması zordur. Öyleyse en uygun olanı, duyguda, düşüncede ve ihtiyaçta ortak noktaları bulunan bir kişinin, diğer bir ifadeyle kendi cinsinden olan, içinde bulunduğu toplumun türlü problemlerini ve sıkıntılarını yakından müşahede eden bir kimsenin insanlara peygamber olarak gönderilmesidir (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. I, s. 326-327; Ebû Abdullah Muhammed el-Kurtubî, el-Câmi‘ liahkâmi’l-Kur’ân, (çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Buruc Yay., 2001), c. IV, s. 458459). Çünkü peygamberler örnek kişilerdir ve insanlara bizzat yaşayarak örnek olmaktadırlar. Ayrıca peygamberler, insan/beşer olma hasebiyle tıpkı diğer insanlar gibi yemek yeme, çarşıda dolaşma (el-Furkân 25/20), aile hayatı kurup çocuk sahibi olma (er-Ra‘d 13/38) hastalanma (el-Enbiyâ 21/83–84; eş-Şu‘arâ 26/80) ve ölümlü olma gibi aynı özellikleri taşımaktadırlar ( el-Enbiyâ 21/8) Dolayısıyla peygamberler hemcinsleriyle aynı fıtrata sahip olduklarından gönderildikleri toplumların duygu, düşünce ve ihtiyaçlarını daha iyi bilirler. Böylelikle peygamberlerle, tebliğe muhatap olan insan arasında usta-çırak ilişkisi kurulmuş olur. Nasıl ki usta, hem davranış hem de zanaat bakımından çırağına örnek ise peygamberler de ümmetine aynı şekilde örnek olmuştur. Peygamberlerin bu örnekliği ise “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”(el-Ahzâb 33/21) ayet-i kerimesinde işaret edildiği üzere Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân gibi ilâhî mesajların peygamberler tarafından insanlara uygulamalı olarak gösterilmesidir.
Nübüvvetin vehbî olması ve ancak Allah seçerse mümkün olmasına dair neler söylenebilir?
Klasik kelâm kitaplarında bu konu nübüvvet bahisleri içinde oldukça sınırlı bir yer tutmaktadır. Kelâm âlimleri: “Peygamberlerin seçimi, tamamen Allah’ın dilediği kimseye vermesine göre mi yoksa peygamber olacak kimsenin gayretine göre mi olur?” gibi soruları ele alarak bu konuya açıklık getirmeye çalışmışlardır. Eş’arî, Mâtüridî âlimler, nübüvvetin vehbî olduğu konusunda hemfikirdirler. Buna göre nübüvvet, Allah vergisidir; çalışıp çabalamak, mücahede, riyâzet ve ilim tahsili yapmakla elde edilemez. Ancak Allah Teâlâ iyi kimselerden dilediğini peygamber olarak seçer. Bu bakımdan peygamberlik, Allah’ın kulları arasından dilediği kimseye verdiği bir lütuf ve ihsandır. Dolayısıyla peygamberler Allah tarafından seçilmiş kimselerdir ve hiçbir peygamber çalışmak suretiyle ve kendi çabasıyla nübüvvet mertebesine ulaşmış değildir (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. II, s. 172; Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. V, s. 8). Bu bakımdan peygamberlik kesbî değil, vehbîdir. Yani Allah Teâlâ peygamber olan kişiyi rûhî ve fizikî yapısı itibariyle bu göreve elverişli bir şekilde yaratmış ve kimi peygamber yapacağını bizatihi kendisi belirlemiştir. Nitekim Kur’ân’da bu husus, “O, kullarından dilediğini seçip gönderir ve nübüvveti dilediğine verir.” (İbrahim 14/11. Ayrıca bkz. el-En’âm 6/124) buyurularak nübüvvetin Allah vergisi olduğu; gayret etmekle, çalışmakla, her türlü güçlüklere ve zorluklara katlanmakla ulaşılamayacağı, itaatin ve ibadetin çokluğuyla elde edilemeyeceği, sadece Allah Teâlâ’nın seçmesiyle olabileceği açık ve net bir şekilde ortaya konmuştur. Zira Allah Teâlâ mümkün cinsinden bazı fiilleri yarattıklarından dilediğine vermekle onları üstün kılabilir. Nübüvvet de bu türden bir fiil olduğu için Allah onu dilediğine vermiştir. (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. III, s. 12; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, c. XIII, s. 517; Gazzâlî, Me‘âricü’l-kuds, s. 112)
Seyfeddin Âmidî (ö. 1233), filozofların konuya ilişkin görüşlerini incelerken nübüvvetin vehbî olup olmadığı konusuna temas ederek, onun zati vasıflarından ya da kesb ve amelden dolayı kazandığı bir mâna olmadığını ifade etmek suretiyle filozofların görüşlerini reddeder. Zira nübüvvet, peygamberin Allah’ı veya kendisinin nebî olduğunu bilmesinden kaynaklanan bir mâna değildir. Çünkü peygamberlikten önce de Allah’ı bilmek mümkündür. Fakat bu bilme nebî olmayı gerektirmez. Zira bir şeyi bilmek ayrı, nebi olmak ayrı şeylerdir. Dolayısıyla nübüvvetin hakikati, Allah’ın “Sen benim resûlümsün, nebîmsin” diyerek seçtiği kimseye ihsan ve nimetidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de nübüvvete karşı direnenlerin, peygamberlere verilen ayetlerin bir benzeri kendilerine de verilmedikçe onları tasdik etmeyeceklerini, Hz. Muhammed’e verildiği gibi, kendilerine de nübüvvet ve risâlet verilmesini ve uyan değil uyulan, hizmet eden değil hizmet edilen kimse olmayı istediklerini söylemelerine karşın onlara: “Allah risâletini kime vereceğini çok iyi bilir.” (el-En’âm 6/124) cevabı verilir. Bu ayet hem nüzul sebebi hem de ifade ettiği anlam açısından nübüvvetin kesbî olmayacağını bildirmektedir (Ebû Ca’fer Muhammed et-Taberî, Taberî Tefsiri (çev. Mehmet Keskin, İstanbul: Ümit Yay.,ts.), c. II, s. 600).
Mekkeli müşriklerden Ebû Cehil’in, Hz. Muhammed’e vahiy geldiğini öğrendiği zaman; “Ona iman edecek ve tabi olacak değiliz. Tâ ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelecek” demesi üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Ayrıca bu ayet-i kerimenin Velîd İbnü’l-Muğîre’nin: “Allah’a yemin olsun ki, şayet peygamberlik gerçek olsaydı Muhammed’e değil bana gelmesi gerekirdi. Çünkü peygamberliğe ben ondan daha uygun ve layığım. Ben yaşça ondan daha büyüğüm, benim ondan daha çok malım ve evladım var.” demesi üzerine bu ayetin nazil olduğu da bazı müfessirlerce kaydedilmiştir (Taberî, c. II, s. 600; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (Ankara: Akçağ Yay., 1995), c. III, s. 448-449).
Görüldüğü gibi âyet-i kerime Mekkeli müşriklerin, “Peygamberlik, ancak Mekke’nin zenginlerinden veya büyük kimselerinden birine inmeli. Haşimoğullarından yetim bir kimseye inmemeliydi.” şeklindeki iddialarını dile getirerek Yüce Allah’ın onların bu iddialarına karşı, peygamberliğin, kulları arasından dilediğini seçmesiyle ve tercih etmesiyle olabileceğini; Allah’ın, peygamberliğini kime vereceğini, kimin peygamber olmaya layık olduğunu daha iyi bildiğini anlatmaktadır. Fahreddin er-Râzî, bu ayeti tefsir ederken şöyle bir izah getirir: “Hak Teâlâ’nın, ‘Allah elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir’ ifadesinin mânası şudur: Her kim risâletin verilmesine müsait sıfatlarla muttasıf ise, ancak o, peygamber seçilir; aksi düşünülemez. Bu sıfatları ise Allah’tan başkası bilemez.” (Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, c. XIII, s. 517 vd.) Matüridî, “O, kullarından dilediğini seçip gönderir ve nübüvveti dilediğine verir.” (İbrahim 14/11) ayetinin tefsirini yaparken peygamberliğin ilâhî bir fazilet ve lütuf olduğunu, itaatin ve ibadetin çokluğuyla elde edilemeyeceğini, dolayısıyla peygamberliğin kesbî değil, vehbî yani Allah’ın kulları arasından dilediğini seçip görevlendirmesi sonucunda elde edilen bir vasıf olduğunu (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. III, s. 12), Allah’ın peygamberliği kime vereceğini çok iyi bildiğini yani risâlet hususunda kimin güvenilir olduğunu, kimin peygamber olmaya daha layık olduğunu bilip onu peygamber kılacağını ifade eder (Mâtürîdî, Te’vîlât, c. II, s. 172). Bu açıklamalara göre diyebiliriz ki, peygamberlik Allah vergisidir. İnsan dünyada en yüksek mertebelere çıkabilir, fakat peygamber olamaz. Hiçbir peygamber “Ben peygamber olacağım diye” bir irade ve gayret ortaya koymamıştır. Bununla beraber Allah, elçiliğini yapacak şahsı yetiştirmiş, eğitmiş ve elçiliğe hazırlamıştır. Allah, yarattığı varlığı, güç ve kapasitesini en iyi bilen olduğu için, peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri kimseleri ve layık olanları da en iyi bilendir.
Nübüvvet-Vahiy İlişkisine dair neler söylenebilir?
Allah vergisi nübüvvet ve vahiy birbirinden ayrılmayan bir bütünün parçaları gibidir. Nübüvvetsiz vahiy, vahiysiz nübüvvet olamaz. Nübüvvet, doğrudan doğruya vahye dayanır. Bu bakımdan Allah’ın peygamberlerine vahyetmesi nübüvvet inancının ispatı için de bir delildir. Bu nedenle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi ilahi dinlerde Allah, ahiret, melek, cin ve şeytan vb. görülmeyen varlıklara inanmak kadar, Allah’ın gönderdiği peygamberlere (nübüvvet) inanmak da önemli bir yer tutar. Çünkü nübüvvet, ilahi dinlerin diğer beşerî dinlerden farkını ortaya koyan ayırt edici bir özelliktir. Zira din, insanın yaratıcısıyla olan münasebetinin benimsenmesiyle başlar ki Allah ile insanlar arasında bu münasebeti kuran yegâne müessese nübüvvettir. Nübüvveti bu kadar önemli kılan bir diğer husus da dinin temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarının bilinip kabul edilmesinin sadece bu müessese vasıtasıyla mümkün olmasıdır. Çünkü insan aklı, bu temel hususları idrak etmeye yeterli değildir. Aklın bu acizliği nedeniyle Allah, insanlara yüklediği sorumlulukları, emir ve yasaklarını bildirmek için merhameti gereği peygamber göndermiştir. Bu bakımdan din ve dinî hayatın nübüvvet ile başladığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla dinin yeryüzünde kurumsallaşması nübüvvet ile gerçekleşmiştir. Kur’ân’da, bütün peygamberlere inanmak iman esasları arasında sayılmıştır (Bakara 2/285; Nisâ 4/150).
“Ulü’l-Azm Peygamberler” deyince ne anlamalıyız?
Kur’ân’da bazı peygamberlerin diğerlerine üstün kılındığı bildirilmektedir. (Bakara 2/253) Fakat buradaki üstün kılmayı, peygamberliğin mahiyeti, hakikati ve gerçekleşmesi ile ilgili bir üstünlük olarak değil, peygamberlerin üstlendikleri görev ve sorumluluğun ağırlığı açısından değerlendirmek gerekir. Çünkü bazı peygamberlere diğerlerine nazaran daha ağır vazifeler verilmiştir. Vazifenin ve çekilen yükün ağırlığı, onlara katlanan peygamberlerin değerini de yükseltmiş, dolayısıyla bir kısmını diğerine üstün kılmıştır. Bununla birlikte hangi peygamberlerin diğerlerinden üstün olduğu meselesi âlimler arasında tartışmalıdır. Bu konu kelam terminolojisinde “ulü’l-azm peygamberler” başlığı altında tartışılmıştır. Ahkâf 46/35’te zikredilen “ulü’l-azm” terkibi, sözlükte “sıkıntılara sabreden, meşakkatlere dayanan, zoru başarmak için yılmadan mücadele eden azim ve sebat sahipleri” anlamlarına gelir. Din dilinde ise yüklendikleri ağır sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden, insanlara tebliğ görevini yerine getirirken karşılaştıkları bütün zorluklara göğüs geren ve bu konuda azim ve sebat gösteren peygamberlere verilen bir ismi ifade eder. Mezkûr ayette zikredilen “ulü’l-azm peygamberler” ifadesiyle hangi peygamberlerin kastedildiği ya da her peygamberin bu vasfı alıp almadığı konusu da tartışmalıdır. Âlimlerin büyük bir kısmı, Ahzâb 33/7 ve Şûrâ 42/13’te isimleri zikredilen beş peygamberi üstünlük sahibi manasında “ulü’l-azm” olarak nitelemişler, bunların da sırasıyla Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler ise, bu beş peygamberin yanı sıra Hz. İsmail, Hz. Yakub, Hz. Yusuf ve Hz. Eyyub’u da ulü’l-azm peygamberler arasında saymışlardır. Fahreddin Râzî başta olmak üzere diğer bazı âlimler ise işlerinde istekli olmalarını, tebliğ için çaba sarf etmelerini ve karşılaştıkları zorluklara göğüs germelerini dikkate alarak bütün peygamberlerin ulü’l-azm sahibi olduklarını söylemişlerdir. Netice olarak ulü’l-azm terkibiyle; görevlerinde kararlılık, sabır ve gayret gösteren, tarihte kırılmalar yaratan büyük olayları gerçekleştiren ve diğer peygamberlerden bu yönleriyle üstün kılınan peygamberin kastedildiğini söyleyebiliriz.
Bununla birlikte genel itibarıyla Müslümanlar, ulü’l-azm arasında isimleri zikredilen peygamberler arasında Hz. Muhammed’in ayrıcalıklı bir yeri olduğunu düşünürler. Çünkü onun nübüvveti evrenseldir ve o bütün insanlara gönderilmiştir.
Hz. Muhammed’in Nübüvvetinin ispatına dair neler söylenmeli?
Kelam âlimleri nübüvvet bahsini incelerken Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili olarak “Hz. Muhammed’in nübüvvetinin ispatı” şeklinde özel bir bahis açmışlardır. Burada “Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Berâhime’nin birtakım itirazlarına karşı Hz. Muhammed’in mucizeleri, üstün ahlak sahibi oluşu ve getirdiği mesajın temel özellikleri üzerinde durarak cevap vermek” bağlamında konuyu açıklamaya çalışmışlardır. Bu çerçevede önce Hz. Muhammed’in varlığı, nesebi, doğumu, isimleri, sıfatları ve kişiliğini kısaca hayatını ön plana çıkarmaya çalışmışlar, daha sonra davasına uygun birçok mucize gösterdiğine dikkat çekmişlerdir. Kelamcılar, Hz. Muhammed’in gösterdiği mucizelerin daha iyi anlaşılması için değişik tasnif çeşitleri benimsemişlerdir. Yapılan tasniflere bakıldığında mucizelerin idrak edilmesi ve anlaşılması bakımından genel olarak üç kısımda mütalaa edildiği görülmektedir. Bunlardan ilki her asırdaki akıl sahibine hitap eden aklî ve manevi mucize olan Kur’ân-ı Kerîm, ikincisi Hz. Muhammed’in devrindeki insanların duyu organlarıyla müşahede ettiği hissî mucizeler, üçüncüsü de Hz. Muhammed tarafından geçmişe ve geleceğe dair bilgi verdiği haberî mucizelerdir. Âlimlerin çoğunluğu, Hz. Muhammed’in göstermiş olduğu mucizelerin, kendi çağdaşları tarafından bizatihi kabul edildiğini, daha sonra gelen nesiller tarafından da tevatürün etkisiyle aynı şekilde benimsendiğini belirtmişlerdir. Bununla birlikte Ali b. Rabben et-Taberî, Mâtürîdî, Gazzâlî ve Râzî gibi âlimler bu mucizeler arasında hassaten Kur’ân’ı ön plana çıkarmışlardır. Çünkü onlara göre Kur’ân mucizesi akıl ve basiretle idrak edilebilen bir kanıt olup, diğer mucizelerde olduğu gibi muayyen bir zamana ve mekâna hitap etmez, her asırdaki insanların akıllarına hitap eder. Hz. Muhammed’in insanlara gönderilen son peygamber olması nedeniyle kendisinden sonra gelecek olan bütün insanlara hitap eden bir mucize bırakması gerektiği için geçici hissî mucizeler yerine, kalıcı bir mucize göstermesi gerekiyordu. Bu da ancak insanın aklına ve bilgisine hitap eden bir mucize olabilirdi. Bu bağlam, Kur’ân-ı Kerîm’de de müteaddit defalar ilahi hitabın mucizevi yönüne vurgu yapılmasından rahatlıkla anlaşılabilir (Bakara 2/23-24; En’âm 6/7-9). Dolayısıyla belli bir dönem ve mekânla sınırlandırılamayan, muhatapların her zaman müracaat edip değerlendirebilecekleri ve bir kanaate varabilecekleri İslam’ın sürekli olan tek mucizesi Kur’ân’dır.
Kur’ân’ın icaz yönleri konusunda Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında fazla belirgin bir fark olmamakla birlikte, bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür. Genel olarak Sünni âlimler, Kur’ân’ın icazını (1) lafız ve üslûp (fesahat ve belâgat), (2) mana ve muhteva, (3) Kur’ân’ın tafsilatıyla mütevatir oluşu şeklinde üç yönüyle ele alarak hem aklî hem de hissî mucize olduğunu savunmuşlardır. Kur’ân’ın aklî mucize oluşunu insanlara sunduğu üstün gerçekleri ve edebî yönden hiçbir şeyin ona benzememesiyle; hissî mucize oluşuna da nazım, hitap ve şiir gibi insanların his ve duyularına hitap eden edebî ve belâgat yönleriyle açıklamışlardır. Onlara göre Kur’ân, Allah kelâmı olması ve muarızlara meydan okuması sebebiyle her açıdan mucizedir. Zira Hz. Muhammed, Kur’ân ile inkârcılara karşı meydan okumuş, onlardan uzun veya kısa bir surenin benzerini getirmelerini istemiş fakat başta onun peygamberliğini inkâr edenler olmak üzere bütün insanlar bunu yapmaktan aciz kalmışlardır (Yunus 10/38; Hûd 11/13; İsrâ 17/88; Tûr 52/34). Dolayısıyla Kur’ân’ın edebî yönüyle mucize oluşu, hiçbir kimsenin onun bir benzerini getirememesi ve onun icazı karşısında inkârcıların geri adım atmasıyla da kanıtlanmıştır. Ayrıca bu mucizevi yönü günümüze kadar geldiği gibi kıyamete kadar da devam edecektir. Bu açıdan Kur’ân’ın hem aklî hem de hissî yönden bu özelliklere sahip olması Hz. Muhammed’in peygamberlik davasında haklı olduğunu ispat hususunda en önemli delildir.