Kendini Keşfe Çıkmak / Doç. Dr. Adem Ergül

İnsanoğluna verilen en önemli hususiyetlerden biri, hiç şüphesiz, merak ve araştırma duygusudur. Yeni yeni keşifler, bilgiler ve müşâhedeler, bize ayrı bir lezzet verir. Belki ferdî ve içtimâî terakkinin en önemli sebebi de insanın araştırıcı ve merak edici bir rûha sahip olmasıdır.

Bilinmezliklere doğru çıkılan yolculuklar, hem tedirginlik hem de ayrı bir zevk verir. İlk nazarda hemen bilinemeyen ve kişilere göre değişkenlik arzeden bu alan, dinî literatürümüzde “Gayb” kavramıyla ifade edilmiştir. Gaybın birçok çeşidi vardır. Kur’an-ı Kerim muhtelif ayetlerde, mutlak gaybın diğer bir ifadeyle gaybın tamamının (küllî gayb) ancak Allah tarafından bilinebileceğine dikkat çeker. Bununla beraber Allah’ın dilediği kullarını gaybî bilgilerin bir kısmından haberdar edebileceğine de ayrıca işaret edilir.

İnsanın göklerde ve yerde bulunan nihayetsiz ayet ve ibret levhalarını okuması teşvik edilmiş ve bu yolda araştırmalara âdeta teşvik edilmiştir. Ancak özellikle geleceğe dair bilgi edinme arzularının zandan öteye geçmeyeceğine dikkat çekerek de bu alanda dikkatli olunması istenmiştir. Fakat insanoğlu, bu nevi bilgileri elde edebilmek adına Kur’an ve sünnet tarafından pek de tasvip görmeyen birçok yollara da başvurmuştur. Mesela cinlere, kâhinlere, falcılara ve medyumlara başvurmuş ve geleceğe ve bilinmezliklere bir ışık aramıştır. Bu çabalarından da büyük bir zevk almıştır.

Yine aynı şekilde birçok maneviyat yolcusu -ehlince pek itibar edilmese de- kalp gözünün açılmasına ve keşf ehli olmaya büyük değer atfetmiş ve bu hâle erişmeyi âdeta hedef haline getirmiştir.

İşte bu ve benzeri arayış sahiplerine hitaben İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- Hazretleri buyurur ki:

“Zâhiren gizlenmiş ayıp ve kusurlarını keşfetmen, sana gizli kalan gaybî bilgi ve hâdiselere muttali olmandan daha hayırlıdır.”

Yüce Rabbimiz: “Kendi içinizde de nice âyetler var; görmüyor musunuz?” (Zâriyât 51/21) buyurmak suretiyle, insanın kendi dünyasını keşfe çıkmasına dikkat çeker. Bu ayette ifade edilen mânâ çerçevesine tedebbür ve tefekkürle yaklaşacak olursak diyebiliriz ki: Evet bir değil birçok ayet var. İlâhî azamet ve kudret akışlarını sezebileceğiniz, kendinizin ne olup ne olmadığını görebileceğiniz sayısız ayetler var. Sizde bir mucize tesiri icrâ edecek nitelikte nihayetsiz harikulade işaretler var. Ve siz esasen bu ayetleri keşfedebilecek fıtrattasınız. Bu istidat ve kabiliyete sahipsiniz. Ancak bu ayetleri görmek için kalpleriniz âmâ olmamalıdır. Zira esas körlük, baş gözünün körlüğü değil, göğüslerde bulunan kalplerin körlüğüdür. Baş gözü, kalp gözüne ancak bir gözlük olabilir. Bununla göklerde ve yerde Rabbin ayetlerini görüp anlamanız mümkündür; ancak kendi içinizdeki ayetleri görebilmek için basiret denilen gönül gözünüzün açık olması gerekir. Aksi halde iç dünyanızdaki yıldızları ve güneşleri müşahede etmenizin imkânı yoktur.

Kendini unutan insan, daha çok başka şeylerin peşinde bir ömrü hebâ eder ve pek tabii olarak kendini de hebâ eder. Âriflerin ve hikmet ehli pek çok tefekkür erbâbının ifâde edegeldikleri: “Kendini tanıyan Rabbini tanır” gerçeği, insanlık tarihi kadar kadim bir düsturdur. İnsanlığın en üstün mürebbileri olan peygamberler ve mürşidler, insanoğlunun gözünü ve gönlünü öncelikle kendini keşfe doğru çevirmesini istemişlerdir.

Başkalarının ayıp ve kusurlarını keşfetme arayışı, Allah ve Rasülü nezdinde son derece çirkin ve hatta aşağılık bir davranış bozukluğu olarak değerlendirilmiştir. Keşfetme bir tarafa, ortaya çıkan ayıp ve kusurların örtülmesi istenmiştir. Nitekim: 

“…Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” buyrulmuştur. (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

Yine buyrulmuştur ki:

“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer, araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)

Kendi eksik ve kusurlarını gören kimse, onları telafi yoluna gideceğinden kendi kalitesini artırmış olacaktır. Kendini gören kul, nefsinin kendisine neler fısıldadığını iyi bildiği için kendi kendini aldatmaz. Başkalarının kusurları üzerinden pirim yapmak yerine, kendi eksikliklerini gidermek ve güzelliklerine güzellik katmak suretiyle Rabbi katında izzet ve şerefini artırır. Bu durum kalbî uyanıklığın ve gerçek zeki ve akıllı olmanın da bir nişânıdır.

İçimize doğru seyahat edip orada karşılaşacağımız, kibir, hased, cimrilik, baş olma sevdası, kendini beğenme gibi zehirli şahsiyet virüslerini keşfedip temizlemek, insanların ayıplarına muttali olup onlara karşı sü-i zannımızı artıracak keşif halinden daha üstündür.

İmâm-ı Gazâlî gibi âlim ve ârifler, insanın kendi başına kendisini keşfetmesinin çoğu zaman mümkün olamayacağını ifade etmişler ve Rabbânî âlimlerin, Kâmil mürşidlerin ve sâdık dostların bu konuda büyük bir yardımcı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu itibarla nefse, kalbe ve rûhâ ait hastalıkların ve bunların tezkiye ve tedavi yollarının hâzık tabipler eliyle olacağı gerçeği ihmâl edilmemeli, âleme nizam verirken kendimiz unutulmamalıdır.

Artı ve Eksi Sonsuz Çizgisinde İnsan Gerçeği

İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Hak Teâlâ seni sana bırakacak olursa, kötülüklerin ve ayıpların saymakla bitmez. Fakat Yüce Mevlâ senin üzerinde kendi yüce varlığını (yani isim, sıfat ve zâtî tecellilerini) gösterecek olursa, işte o zaman da methedilecek güzelliklerine bir sınır olmaz. Sen sen ol, her hâlükârda Rabbinin vasıflarına tam sarıl, onlardan hiçbir an kopmamaya çalış ve fakat kulluğunu gerçekleştirmek adına sahip olman gereken vasıflar her ne ise de onları da şahsında tam bir şekilde gerçekleştirmeye bak.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

İnsan, Kur’ân-ı Kerim’in resmettiği müstesna çerçevede, artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında gel-gitler yaşayabilen, iniş ve çıkışları neredeyse sınırsız bir varlıktır. Kur’ânî ifâdeyle “Ahsen-i takvîm” ufuklarıyla, “esfel-i safilîn” düşüşleri arasında her an yer değiştirme avantajı ya da riskini kendinde barındıran özel bir varlıktır.

Bu iniş ve çıkışların esrarını bütünüyle çözme iddiası haddi aşmak olur. Ancak yine de bu sırlar âlemine dair işaretler de yok değildir. İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sırruh-’un bu âleme dair küçük de olsa bir pencere açan şu hikmetine yer verelim:

“Hak Teâlâ seni sana bırakacak olursa, kötülüklerin ve ayıpların saymakla bitmez. Fakat Yüce Mevlâ senin üzerinde kendi yüce varlığını (yani isim, sıfat ve zâtî tecellilerini) gösterecek olursa, işte o zaman da methedilecek güzelliklerine bir sınır olmaz.”

Şu âlemde Hakk’ın iradesinin dışında hiçbir şeyin gerçekleşme şansı yoktur. Kur’an-ı Kerim böyle bir mârifetullah bilgisini, mümin yüreklere şu dua ifâdeleriyle yükler:

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)

Mü’min bir kul, bu ayetin gönüllere indirdiği bu mana enginliği içinde, hem Rabbin azametini, kudretini ve eşsiz iradesini görüp hissetmek ve hem de kulluk boyutunda kendisinin durması gereken hududu ve takınması gereken edebi doğru tayin etmek durumundadır.

İnsan, Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre “zayıf yaratılmış”, “daima Hakk’ın yardım ve inayetine muhtaç”, “nefsinin putperesti olabilecek”, “nankör”, “cahil” ve “zulme yatkın” bir varlıktır. Bu haliyle o, kendi haline bırakılacak olsa, hakikatlerden bîhaber, sınırsız nefsani arzularının tatmini yolunda “aşağıların aşağısına yuvarlanıp giden” ve sonuçta hiçbir varlıkta eşi benzeri görülmemiş kötülüklerin ve çirkinliklerin toplandığı garip bir varlığa dönüşecektir. Bu hâle düşmemenin tek bir kurtuluş yolu, ilâhî rahmet ve ihsanın kulun elinden tutmasıdır. Diğer bir ifadeyle, kişinin Hakk’ın rahmetini üzerine celbedecek bir mücâhedenin içinde bulunması, kendine ve yaptıklarına güvenmeyip Rabbe muhtaçlık hâlini, tazarru ve niyaz duyguları içinde sürekli seslendirmesi ve hissetmesidir. Hz. Yûsuf -aleyhisselâm-’ın dilinden nakledilen şu itiraflar, bu hakikatin en güzel ifadesidir:

“Ben hiçbir zaman nefsimi aklamak ve onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmetine nâil olma hâli dışında her nefis, ısrarla kötülüğü emreder. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir.” (Yusuf 12/53)

Bu sırrı en iyi bilen Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de sürekli Hakk’ın rahmetine sığınmıştır. Nitekim rivayet edildiğine göre o, her çeşit sıkıntıya karşı şöyle dua edilmesini tavsiye buyurmuştur:

“Ey Allahım! Ancak senin rahmetini umuyor ve onu bekliyorum; beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime bırakma. Hâlimi tümüyle düzeltiver, (zira) senden başka ilâh yoktur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5090)

İnsan, nefsinden kaynaklanan iç arzularıyla baş başa bırakılacak olsa, dalâlet ve çirkefliklerin çukuruna doğru yuvarlandıkça yuvarlanır. Bu düşüşün nerede son bulacağı da bilinemez. Zira kendi hırsları ve bedenî hazları uğruna yapamayacağı kötülük yoktur. İnsanlık tarihi, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu anlamda denilebilir ki, her nefis potansiyel olarak firavunluğu, Karunluğu ve şeytanlığı tabii olarak kendi içinde barındırır. Gönderilen peygamberlerin bir misyonunun da insanları bu nefis esaretinden kurtaracak “tezkiye” (arındırma) vazifesi olması da işte bu yüzdendir.

İnsan bahse konu olan bu yönüyle eksi sonsuzluğa doğru yolculuk yapabileceği gibi Rabbin ihsanı, ikramı ve sınırsız tecellileri ile artı sonsuzluğun da seyyahı olabilecek istidatta bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu seyr u sefer bu yönde devam ettiği sürece de sayısız güzelliklerin, diğer bir ifadeyle cemâl tecellilerinin mazharı olabilecektir. Bu yolculuğun böyle devam etmesinin sırrı ise “ilâhî rahmet ve hidâyet”e nâîliyettir. Bu mazhariyetin idrak edemeyeceğimiz sır ve hikmet dolu yönleri olduğu gibi birtakım şifrelerinin kullara lutfedildiği ve bildirildiği de bir gerçektir. Meselâ rahmete nâil olmak için şu âyetler yol gösterici olabilir:

“Mü’min erkekler de mü’min kadınlar da birbirinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dir. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allaha ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah böylelerini rahmetinin içine alacaktır…” (Tevbe 9/71)

“Şüphe yok ki, iman edenler, bir de Allah yolunda (yurtlarından) hicret edip de cihâd edenler (yok mu?) İşte onlar Allah’ın rahmetini umarlar… (Bakara 2/218)

“Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” (Nisâ 4/175)

Şu âyet-i kerime de “Ahsen-i takvîm” yolculuğunda gerekli olan nihâyetsiz hidâyet ihtiyacına nasıl mazhar olunabileceğinin şifresini vermektedir:

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösterir ve onları hidâyet(in her çeşidin)e mazhar kılarız. Muhakkak ki Allah (sürekli güzellik üreten ve Hakk’ı müşâhede edercesine bir kulluk sergileyen) ihsân ehliyle beraberdir.” (Ankebût  29/69)

İşte gösterilen bu yollarla ilâhî rahmet ve hidâyete mazhar olmuş bir insan öyle güzellikler meşheri hâline döner ki, onları sayıp dökmeye lisanlar ve kalemler kâfi gelmez. Zira en güzel boya olan Allah’ın boyası ile boyananları (Bakara 2/138), beşerin zâhiri gözleri bütün yönleriyle ihâta edemez. Erişilen bu kıvama medeniyetimizde “insân-ı kâmil” seviyesi denilmiştir.

İbn Atâullah bu güzelliklerin tâlibine yol göstererek yukarıdaki hikmetinin devamında der ki:

“Sen sen ol, her hâlükârda Rabbinin vasıflarına tam sarıl, onlardan hiçbir an kopmamaya çalış ve fakat kulluğunu gerçekleştirmek adına sahip olman gereken vasıflar her ne ise de onları da şahsında tam bir şekilde gerçekleştirmeye bak.”

“Rubûbiyyete has vasıflar denilince genelde, Yüce Rabbin izzeti, kibriyâsı, bütün âlemlerden müstağnî oluşu, her şeye kâdir olması ve ilminin her şeyi kuşatması gibi nihâyetsiz kemâl sıfatları hatıra gelir. Kulluğa has sıfatlar denilince de acziyet, zafiyet, fakr u ihtiyaç ve cehâlet gibi noksanlıklar göz önünde bulundurulur.

Hakk’ın vasıflarına bağlı kalmak demek, bütün işlerinde O’na ilticâ hâlinde bulunman ve bütün ihtiyaçlarını karşılamada yalnız O’na güvenip dayanman ve O’nun dışında her şeyden kalben uzaklaşman demektir. Zira varlık âleminde yegâne hakikat O’dur. Sen O’nun izzet ve kemâline nazar etmeye devam edersen, neticede O’nunla azîz olursun. O’nun dışındaki her şey, senin gözünde ve gönlünde küçülür de küçülür. Yine aynı şekilde Yüce Mevlâ’nın bütün hazinelerin sâhibi yegâne “Gâni”/zengin ve bu itibarla da her şeyden müstağnî olduğu hakikatine bağlanacak olursan, sen de O’ndan başkasına ihtiyacın olmadığını anlar ve O’ndan başka her şeyden müstağnî olma bahtiyarlığına ve hürriyetine erersin. O’nun kudret ve kuvvetine bel bağlarsan, acziyet ve zafiyet hallerinde başka güç ve kuvvet aramaz ve yalnız O’na yönelir ve yardımı da ancak O’ndan istersin. Hülâsa Rabbe karşı bu ilgin devam ettiği sürece O’nun bütün vasıflarından nasip alır ve eşsiz güzellik ve kemâlâta vâsıl olma imkânın ortaya çıkar.

Kendi nefsinde kulluk vasıflarının hakikatine erişmek ve nihâyette hakiki bir kul olmak meselesine gelince, onun da yolu şudur: Hakk’ın karşısında tam bir tevazuya bürünüp varlık iddiasının her çeşidinden uzak olmak ve Rabbe karşı muhtaçlık duygusunun tabiat-ı asliye hâline gelmesidir. Kendinde güç ve kudret bulunduğu vehminden sıyrılmaktır. Güç ve kudretin ancak Hakk’ın ihsânı ve ikrâmı ile gerçekleşebileceğinin şuuruna ermektir. O’nun bildirdiğinin dışında hakikate erme iddiasından uzak olmaktır. Hulâsa Hakk’ın emirlerine ve tasarruflarına gönül rızasıyla tam bir teslimiyet göstermek, izzet ve şerefi O’nunla ve O’nun yanında aramak ve yalnız O’na kul olmanın zevkine ve hürriyetine ermektir.” (İbn Acîbe, İkâzu’l-himem, sh. 295-296)