Medeniyetimizin Mayası: İrfan Ve Sohbet / Yasin Şen

 

Bir medeniyetin fertlerinin aynı kültür kodlarını taşımasının, aynı kavramlarla gönül bağı kurmasının önemini açıklar mısınız?

Bir medeniyeti deşifre etmenin, anlayabilmenin en iyi yollarından bir tanesi, o medeniyetin hangi kavramlara yaslandığını tahlil edebilmektir, anlayabilmektir. Bu; büyük bir tecrübeyi, geniş bir literatür taramasını da beraberinde getiriyor, zorunlu kılıyor. Örnek veriyorum, aşk kavramını Osmanlı medeniyeti nasıl ele alıyor diye bir mesele ortaya attığımız zaman, bu kavramın Osmanlı medeniyeti içerisinde nasıl algılandığı; Osmanlı müelliflerinin, şairlerinin, âlim ve ariflerinin bunu nasıl algıladığı çok önemli bir hale geliyor.

Günümüzde edebiyat ve kültür araştırmalarının en çok zorlandığı, eksik kaldığı taraflardan bir tanesi, kavramları ait olduğu dönemle beraber inceleyememeleri ve bunun da neticesi olarak edebi metne tam uygun bir mana verememeleri olarak ortaya çıkıyor. Bu problem özellikle divan edebiyatında çok karşımıza çıkıyor.

Bu aynı zamanda sohbet için de söz konusu. Sohbet kelimesi ilk ortaya çıktığı anlardan itibaren, çok rahat ifade edebiliriz ki, süreç içinde çok değişim geçirdi, dönüşüm geçirdi. Çünkü bu kelimenin de anlamı daha genişledi, derinleşti, farklılaştı, başka kelimelerle irtibat kurdu veya başka unsurlarla bağ kurdu.

Aslında sohbet, en az iki kişinin bir araya gelmesi ve sözlü iletişim halinde olması, beraberinde duygusal, belki düşünce/fikir bakımından da bir bütün olarak birlikte iletişim halinde olmaları anlamına geliyor.

Sohbette bir akışın meydana gelebilmesi için iki kişi arasında bütünlük diyemeyiz ama en azından yakınlık olması gerekiyor. Bütünlük olursa çok daha başka şeyler oluyor, daha güçlü bir iletişim ortamı meydana geliyor. Hazreti Mevlânâ’ya ait bir söz: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” Dolayısıyla, iletişim ortamı içerisinde aynı dili konuşmak tabii ki çok önemli bir mevzu ama en az bunun kadar önemli olan da duyguları paylaşabilmek, heyecanı paylaşabilmek. Mesela bu daha çok meslek hayatımızda ortaya çıkıyor; hemen herkes aynı dili konuşuyor, Türkçe konuşuyoruz ama insanların çoğuyla ortak bir noktada buluşamıyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi, aynı duyguda, aynı heyecanda olmamamız; insanların belki bedenen beraber olmaları ama manada, iç âleminde birbirlerinden fersah fersah uzakta olmaları, düşünce yapılarının çok farklı olması, onları ortak bir paydada birleştiren unsurların giderek azalması…

Kültürün önemi burada ortaya çıkıyor, edebiyatın önemi burada ortaya çıkıyor. Mesela ortak bir edebi şuur, ortak bir kültür şuuru meydana gelince, insanların birlikte olmaları, beraber iletişim halinde olmaları için de kaçınılmaz bir ortam oluşuyor ve bunun için ayrıca bir gayrete girmeye gerek kalmıyor. Kültürün önemi burada zaten. Ortak paydayı birleştirmek, bütünleştirmek gerekiyor. Zaten sohbetin merkezinde de bu var, yani ortaklık, müştereklik var. Ve konuşan kişiye de baştan saygılı olmak gerekiyor, onu sevmek gerekiyor; ne diyor bu adam, ne anlatıyor gibi şekillerde zihni canlı tutmak gerekiyor, diri tutmak gerekiyor. Yoksa sohbet hakiki manada bir iletişim olmuyor ne yazık ki.

Kitapta da, birinci bölümde incelemeye çalıştım; sohbet ve medeniyet. “Sohbet” daha dar, daha sınırları belli bir kavramken “medeniyet” çok geniş, istikameti birden fazla, gelişim merkezi tek olabilir ama etrafında halkalanan kavramların çok çeşitli olduğu bir kelime; çok derinlikli incelenebilir, çok etraflı konuşulabilir. Medeniyetin ilgili olduğu kavramlardan bir tanesi sohbet.

Medeniyetin mayası sohbet, peki sohbetin etkili olabilmesi için gerekli erdemler neler?

Bizim medeniyetimizin içerisinde gelişen, bizim medeniyetimizin ana omurgasını oluşturduğunu düşündüğüm bir kavram var, sohbetle de çok yakından ilgili: “İrfan”

“İrfan” aslında bilmek anlamına geliyor, “arefe” kelimesinden türetilmiş. Ama bu bilmek, günümüzdeki malumat anlamındaki, malumata sahip olmak anlamındaki bilmek demek değil, yani bizim özellikle de eğitim kurumlarımızda işlenen manada bilmek değil; bu bilmek, insanın kendini bilmesi, kendi kendinden öğrenmesi, kendi hakikatinden kaynaklanan bilgeliğe yaklaşması anlamını taşıyor. Dolayısıyla insan bilince, özellikle kendini bilince, kendindeki farkındalığı ortaya çıkarınca, onun sohbeti, onun konuşmaları, sözleri çok etkili oluyor, çok derinlikli olmaya başlıyor ve o kişinin etrafında insanların halkalandığını ve ona saygı duyduklarını, doğal olarak bir saygı gösterdiklerini fark ediyorsunuz. Bu insanların sözlerinin, sohbetlerinin, konuşmalarının bu kadar tesirli olmasının temelinde yatan sebep, kanaatimce, onların insanlığın ortak tecrübesini kendi içlerinde yaşamalarıdır. 

Böyle bir insan; iletişimin, toplumun, kültürün merkezinde olursa adeta bir birleştirici güç haline geliyor, sözleri adeta mayalayıcı güçte ortaya çıkıyor. Bir öğretmen de mesela dersini aşkla ve şevkle anlatırken öğrencilerinin bazılarında yeni ufuklar açıyor ve birçoğunun da hangi mesleği seçeceği o derslerde ortaya çıkıyor veya çocuk, “Ben bu mesleği seçeceğim.” diyor. Sebebi, öğretmenin dersini zevkle anlatması. Bu böyleyse büyük mütefekkirleri, âlimleri, arifleri, şairleri düşünelim; onların içine gerçekten böyle tecrübeyi, irfanı kattıkları sözleri, konuşmaları -özellikle kayda geçirilmişse- günümüzde de hâlâ okunuyor, yazılıyor, aktarılıyor.

Aklıma 17. yüzyılda İstanbul’da yaşamış Halvetiye azizlerinden Hasan Ünsi Hazretlerinin “Kelam-ı Aziz” adı altında bir araya getirilen sohbetleri geldi. Bu hâlâ etkisini, tesirini devam ettiren bir kaynak, bir kitap, birkaç kere basıldı. Mesela Şems Tebrizî Hazretlerinin “Makalât”ı veya Mevlânâ Hazretleri’nin “Fîhi Mâ Fîh” adlı eseri, Üftade Hazretleri’nin Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri tarafından derlenen sohbetleri. Bunların hepsi, hakikatini yaşayan, tecrübeyi, irfanı yaşayan erenin sözlerinin kaybolmadığını gösteriyor. Bunlar çok önemli şeyler. Sohbetle bağı burada mevzuun. Yani o insanlar yaşadıklarını anlattıkları için, sadece dönemlerinde değil, zamanlar üstü bir güçle okunup anlatılıyorlar ve etkilerini sürdürüyorlar, devam ettiriyorlar. O yüzden, arif ve âşıklar, özellikle arifler, sohbeti, sözü muhatabını mayalayan kelimelerle bezeyerek insanları adeta içten içe pişiriyorlar sohbetle. Bu, Osmanlı medeniyetinde çok fazla karşımıza çıkıyor. Sohbet, bu manada, insanları gerçekten yetiştiren bir güç olarak karşımıza çıkıyor.

Ama şunu da unutmamak gerekir: Sohbeti yapan kişinin kendisini dinleyenlerden hiçbir maddi beklentisi yok. Zaten bu Hazreti Kur’an’da da ifade ediliyor; Hazreti Peygamber için, “O sizden hiçbir beklenti içinde değildir, herhangi bir maddi beklentide değildir.” gibi, onun taşıdığı manayı ifade eden, yani onun bilgeliğinin istikametini ifade eden, tayin eden ayetler var. Yani o bizden hiçbir ücret talep etmiyor, beklemiyor. Bu, Hazreti Kur’an’ın ifadesiyle de sabittir.

Etse ne olur veya edilse ne olur, bilgelik geleneğinde böyle bir maddi karşılık olsa ne olur? Söz tesirini kaybeder, sohbet tesirini kaybeder, ifade gücünü kaybeder. Çünkü bunda maddi bir karşılık yok, hep böyle gelmiş zaten. Veriyorlar, kendilerinden sürekli veriyorlar ama hiçbir karşılık beklemiyorlar. Bu, müthiş bir şey. İlâhî gelenekte maddi karşılık yok. Osmanlı irfan geleneğinde de bu böyle. Tekkeleri, dergâhları yaşatan daha çok devlet desteği ve halkın gönülden, içten gelerek hizmeti olmuş, o gelenekle beslenmiş. O gelenek de halkı beslemiş zaten; sohbetlerle insanların gönülleri ferahlamış uzun bir zaman boyunca.

İrfan sahipleri, sohbetleriyle topluma fener oluyorlar, tecrübelerini aktarıyorlar... Talepli olanlar ibret alıyor, ders alıyor…

Tabii, burada irfan geleneği ile sohbetin bağlantısını kurmaya çalıştık ama burada önemli olan bir diğer husus da nasihat kültürümüz. Bizim kültürümüzde nasihat çok önemli bir yere sahip. “Bir musibet bin nasihatten evladır.” denilse de, insanlar yaşanan tecrübelerden kaynaklı nasihatlerden çok etkileniyorlar. Yani söz tesirini taşıyor muhataba ve muhatap da gerçekten alıcıysa ve samimiyse, acziyetini bir yerde hissetmişse gerçekten nasihatini alıyor. İbnü’l-Arabî Hazretleri: “Lisanların en etkilisi hal dilidir.” diyor. Bir insan-ı kâmil, hiçbir şey söylemese de, tek başına otursa bir yerde, ağzından tek bir kelam çıkmasa, sohbet etmese bile etrafındaki insanlara büyük bir ibret sunuyor aslında. Konuştuklarında da gerçekten çok güzel şeyler çıkıyor, nasihatnameler meydana geliyor. Mesela Feridüddin Attar Hazretleri’nin “Pendname”si var. Osmanlı edebi geleneğinde bu “Pendname”nin bir sürü şerhi yapılmış. Hazret yazmış, Feridüddin Attar Hazretleri, “Pendname”yi yazmış, gerçekten de insanlığa armağan etmiş o kitabı, sonra da gelenek onu şerh etmiş, tercüme etmiş, günümüze kadar taşımış.

Sohbetin irfan, âşıklar, arifler, nasihat kültürünün yanı sıra bir de sükûtla çok yakın bir ilişkisi var. Sükût derken bilinçsiz bir sessizlikten bahsedilmiyor; tefekkürle beraber, ibret almaktan bahsediliyor özellikle. Muallim Naci bir beyitinde şöyle diyor: “İhtilâfıyla uğraşmakta dehrin zevk yok / Zevk anın mirsâd-ı ibretden temâşâsındadır.” (Dünyanın çelişkileriyle uğraşmakta zevk yoktur. Asıl zevk olayları ibret gözüyle seyretmektedir.) Bizim geleneğimizde temaşa var, izlemek var. Bu Karagöz oyunlarında da var. Ama Karagöz oyunları temsilidir. Bir yerde temaşa varsa temsilde vardır. Aslında temaşa da üzerinde durulacak kavramlardan bir tanesi. Günümüzdeki izlemekle, seyretmekle ilgili ama ayrıca çok derinlikli. Bir arif, bir âşık, bir şeyi izliyorsa, oradan ibret çıkartıyor, ders çıkartıyor, hikmet çıkartıyor. Yani arif, âşık, âleme mecaz gözüyle bakıyor ve oradan da birtakım hikmetler çıkartıyor bir manada, o hikmetleri de sözüyle edebi geleneğe, tasavvuf geleneğine, dinî anlatılara taşıyor, onları bize anlatıyor, naklediyor. Bu durum özellikle sohbet toplantılarında ve sohbet toplantıları tadında kaleme alınmış eserlerde kıssa geleneğini epey bir beslemiş, kıssa anlatma geleneğini beslemiş. Mecazla ifade etmişler. Çünkü âlem bir mecaz, yani sırrını çözmemiz gereken bir mecaz; herkes bu sırrı kendi çözmeye çalışacak, artık ne kadar çözülebilirse. Onu çözenler tecrübelerini sohbetler yoluyla naklediyorlar. Tabii, bu anlatılan kıssalardan, bu sohbetlerde nakledilen hikâyelerden amaç bir hikmete ulaşmak, gelenekteki tabirle kıssadan hisse almak. Çünkü demişler ki, amaç kıssadan hissedir yani bu kadar hikâye anlatılıyor, bu kadar şey anlatıldı; amaç ondan bir hisse kapmaktır.

Bizim tarihimizin sohbet kavramıyla bir bağı var. Mesela Türk devlet geleneğinde musahipler var, devlet adamlarının danıştığı kimseler var. Devlet geleneğimizde böyle insanlar var. Mesela Fatih Sultan Mehmet’in yanında Akşemseddin var, Osman Gazi’nin yanında Şeyh Edebali, Orhan Gazi’nin yanı başında Geyikli Baba, Sultan II. Murat’ın yanında Hacı Bayram-ı Veli var mesela. Bunları çoğaltabiliriz.

Bu neyi gösteriyor? İster padişah olsun ister bir vatandaş olsun, bizim geleneğimizde sohbetini, sözünü dinleyeceğimiz birine ihtiyacımız var. Biz işiterek öğreniyoruz; biz işite işite zihnimizde kıvama gelen bir hikmeti, bir bilgeliği yaşıyoruz. Yani işitmezsek bir şeye tam dâhil olamıyoruz. Bu manada, okuyarak bir yere kadar varılıyor ama okuduktan sonra asıl macera işitme. Bu sefer sohbet ortaya çıkıyor, sohbet müesseseleri ortaya çıkıyor. Ve bizim devlet geleneğimizde de bu çok böyle bariz bir şekilde karşılığını bulmuş. Osmanlı devlet geleneğinde musahiplik kurumu var. Musahipler özellikle padişahla, devlet adamlarıyla sohbet eden, istişare eden, onlara belli konularda yardımcı olan danışma mercii gibi. Osmanlı padişahlarının huzurunda huzur sohbetleri oluyor, burada ilmî tartışmalar yapılıyor, birçok bilinmeyen bir yerde çözüme kavuşturuluyor, devletin içinde bulunduğu problemler çözülüyor. Bunlar gerçekten çok önemli. Ayrıca bir de musahibin yanında nedimler var, nedimler de çok önemli. Nedim, bir yerde arkadaş demek, sohbet arkadaşı demek ve orada beraberce konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Özellikle nedimlerin, musahiplerin bazı özelliklere sahip olması gerekiyor. Mesela birkaç tane yabancı dil biliyorlar, edebiyatla ilgili birikimleri müthiş, hafızalarında -hiç mübalağa etmeden söyleyebiliriz- binlerce beyit taşıyorlar, kıssalardan çok fazla haberdarlar. Bir kere dinî ilimleri tahsil etmişler, beri yandan Devlet-i Âliye’nin dört bir yanında yaşanan olaylara vakıflar, tarihte neler olmuş neler bitmiş, bunları hep biliyorlar. Bildikleri için de padişah bunların sohbetlerinden çok hazzediyor. Bu bir kurum olarak Osmanlı Devleti’nde yaşamış.

Devlet geleneğinde durum böyleyken, peki, edebiyat âleminde, edebi gelenekte durum nasıl? 

Edebi gelenek Osmanlı Devleti’nde inanılmaz bir şekilde sohbetle bağlantılı olarak gelişmiş. Mesela Osmanlı edebiyatından sohbeti çıkartın, geriye pek bir şey kalmıyor. Mesela ümmi divan şairleri var. Mesela Enveri Divanı var. Enveri’ye Osmanlı’da Mürekkepçi Enveri derlermiş. Okuma yazması yok ama divanı var, 300 küsur tane gazeli var. Nasıl oluyor peki? Sohbet meclislerinde, edebi meclislerde buluna buluna öylesine çok gazel/şiir ezberlemiş ki, bunlardan yola çıkarak artık şair kıvamına ermiş, adam döktürmüş, döktürdükçe yazmışlar, not etmişler ve divanı meydana gelmiş. Sadece bu bir tane örnek olsa anlaşılabilir belki ama bunun onlarca örneği var.

Bir de sohbetlerinden bahsedilen şahsiyetler var. Mesela Hüseyin Baykara ve Ali Şir Nevai’nin meşhur sohbetleri... Bunlar Baykara Meclisleri diye anılıyor. Mesela Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde çok bahseder; “Öyle bir fasıl oldu ki, sanırsın Meclis-i Baykara kuruldu.” Bu manada Hüseyin Baykara’nın sohbet meclisleri çok meşhur olmuş.

İnsanlar birbirleriyle iletişim kurmaya muhtaçlar. İnsan, ünsiyet eden demek, bağ kuran demek. Kiminle bağ kuracak? İnsan, en kâmil anlamda, en olgun anlamda bağı bir başka insanla kurar. O bağdan bir enerji meydana geliyor. Bu enerji, eğer bir muhabbet kurulabilmişse, tesis edilebilmişse, çok böyle hayırlı işlerin ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Biz bugün televizyonun karşısında oturuyoruz, internet yanı başımızda, telefon elimizde, dikkatimiz boyuna başka şeylere doğru kayıyor, enerjimiz ve zihin gücümüz bunlara kanalize ediliyor. Böyle bir ortamda insanın sohbet etme ihtiyacının anlaşılabilmesi çok zor oluyor. Ama her insan gibi, o gelenek içerisinde yaşayan insanların da birbirleriyle sohbet etmeye, konuşmaya ihtiyaçları vardı. 

Bir ortamda söz dinlemeyen, sohbeti dinlemek istemeyen, konuşulan şeyden bir şey çıkartmak istemeyen bir insan olduğu zaman, genel olarak anlatıcı kişinin aşkı sekteye uğruyor veya anlattığı şeyler sekteye uğruyor ve bu kişiler onlara bir şeyler anlatamaz duruma geliyorlar, yani bir manada kilitleniyorlar. Çünkü bir insanı açan şey; onun kültürünü, birikimini, karıştırdığı kitapları, görüştüğü insanları anlatmasına vesile olan şey, muhatabın size olan ilgisi, size olan yönelmesidir. Yani o ne kadar çok size konsantre olursa sizdeki birikim o kadar ortaya çıkar. Üniversite hocalarında da bu böyleydi, daha önceki nesilde de bu böyleydi. Birisi birisine soru sormaya gittiği zaman, sorular peş peşe, ısrarlı gelirse, ilgilendiğini hissettirirse muhatabına veya diyelim ki öğrenci öğretmeni zevkle ve büyük bir keyifle dinlerse, anlatıcı, çok az tecrübe yaşamış olsa bile, daha evvelden getirdiği şeyleri anlatmaya, nakletmeye başlıyor. Burada insanı açan şey muhatabın ilgisidir. Bu, sohbetin karşılıklı iletişim halinde, insanların iletişim halinde olmasından kaynaklanan bir durum. Zaten sohbet demek, aradaki bir bağ, kültürel, irfanî bir alışveriş anlamını taşıyor.

Dolayısıyla, öyle anlaşılıyor ki, başlangıcından 21. yüzyıla kadar, özellikle teknolojinin hayatımızda büyük oranda etkili olmaya başladığı zamanlara kadar sohbet geleneği gür bir kaynak olarak kültürümüzü, insanlarımızı beslemiş. 

Mimarimiz, musikimiz, edebiyatımız, sözlü geleneğimiz bundan büyük oranda beslenmiş. Tasavvuf düşüncesi büyük oranda sohbet kültürü etrafında bir besleyici güç haline gelmiş. Ve bizim medeniyetimizin pek çok unsuru sohbetin o gür kaynağından istifade etmiş, hayat bulmuş. Belki günümüzde hâlâ böyle. Ki araştırıldığında böyle olduğu da büyük oranda fark edilecek. Böyle olmaya da devam edecek. Çünkü insanlar iletişime muhtaçlar, konuşmaya muhtaçlar. İnsan, iletişim kuran, ünsiyet eden, bağ kuran, sohbet eden ve muhatabındaki ve kendindeki enerjiyi birleştirerek bir şeyler yapan bir varlık. Sohbetler de buna büyük oranda imkân sağlayıp, kültürümüzü uzun bir zaman boyunca beslemiş.