İbn Atâullâh el-İskenderî -kuddise sirruh-, imtihan yurdu olan dünya âleminde kulun kabz (darlık) ve bast (genişlik) hâllerine takılıp kalmak yerine, onların yaratıcısına yönelmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra, bu hâller içinde riayet edilmesi gereken edeplere de dikkat çekerek buyurur ki:
“Ârifler darlık ve sıkıntı (kabz) hâllerinden daha çok, genişlik ve bolluk (bast) hâllerinden korkarlar. Zira bast hâlinde iken, edeb sınırlarına riâyet eden kimse pek azdır. Nefs, rahatlık ve ferahlık vermesi bakımından, bast halinde iken çoğu zaman nefsâniyetini besleyecek hazlar alır. Kabz hâlinde ise nefs için böyle bir haz ya da nasip söz konusu olmaz.”
İbn Atâullâh -kuddise sirruh- kabz ve bast hâllerinde edebe riâyet etmek için irfândan nasip almak gerektiğine işaretle söze “ârifler” diye başlar. Ârif, nefsini ve Rabbini tanıyan kişi demektir. Nefsin hilelerinden haberi olmayan, ilahi tecelli ve tasarrufları sezemeyen, şekle takılıp da manadan ve hikmetten nasipsiz kalan kimseler, zahiren birçok malumat sahibi olsalar da Hakk’a ve halka karşı gösterilmesi gereken ince edeblerden çoğu zaman habersizdirler. Kişi irfanı nispetinde edebe dikkat eder. Edebten mahrumiyet, esasen irfandan nasipsizliğin de bir işareti sayılır.
İçinde bulunduğumuz “kabz” ya da “bast” gibi her bir hâlin, elbette kuşanılması gereken hususi bir edebi vardır. Biz bu yazıda söz konusu edeplerin neler olduğunu, önce Kur’ân-ı Kerim çerçevesinde kısaca ele alacak, sonra da gönül gözlerine irfan sürmesi çekilen Hak dostlarının konuyla ilgili tespit ve işaretlerine yer vereceğiz.
İman, İslam ve ihsan kıvamında yeterince terbiye ve tezkiye görmemiş ham bir insanın bast ve kabz halinde ortaya koyduğu gafil tavra Kur’ân-ı Kerim şöyle işaret eder:
“…İnsan, ne zaman Rabbi onu imtihan edib de kendisine (lütf-ü) kerem(iyle muamele) eder, ona ni’metler verirse «Rabbim beni şerefli kıldı» der! Fakat ne vakit da onu deneyerek üzerine rızkını daraltırsa şimdi de «Rabbim bana ihanet etti, önemsizleştirdi» der!” (Fecr 89/15-16)
Dikkat edilirse bast halinde iken, imtihan edildiğini unutup kendisine ikram edilen nimetle sevinen ve bu nimetler sayesinde kendisine şeref nispet eden gafil bir kula işaret edilirken, kabz halinde de yine imtihan sırrını görmezden gelen ve Rabbine karşı sû-i zan besleyen bir başka gâfil insanın durumuna dikkat çekilmektedir.
Her iki hâlde de edebe riayet zor olmakla birlikte, Hak dostları bast hâlinde edebi korumanın daha zor olduğunu beyan etmişlerdir. Zira insan böyle durumlarda nimete şükür ve nimet vereni görmek yerine, çoğu zaman kendi nefsini öne çıkarır ve nihâyet şımarır ve azgınlaşır.
Hâlbuki ilahi ihsan ve ikramlar karşısında şımarmadan ve kendisine de herhangi bir fazilet nispet etmeden şu hâlet-i rûhiye içinde nimeti karşılamak gerekir:
“Bu, Rabbimin lutfundandır. (Rabbim kendisine) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor.” (Neml 27/40)
Medîne-i Münevvere’de mücâvir Sudan’lı Tayfur Efendi’nin, çok sevdiği merhûm üstadı Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Topbaş Efendi Hazretleri hakkındaki şu ince tespiti, gerçekten arifane bir tespittir:
“Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kendisine sevinçli bir haber verildiği zaman, önce “Elhamdülillâh” der, sonra da “Estağfirullah” diyerek istiğfâr ederdi.”
Ne ince bir Kur’an edebi! Nitekim Yüce Rabbimiz, bu edebi, habibinin şahsında tüm insanlığa müstakil bir sûre olarak şöyle öğretmiştir:
“Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’na istiğfar et!. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr 110/1-3)
Nimet karşısında bast hâlinde iken Allah’a hamdetmek gerektiği anlaşılabilir; fakat istiğfar etmenin hikmeti ne olabilir? İşte bunun hikmetini de Muhyiddin İbn Arabî –kuddise sirruh-’un istiğfâr hakkındaki şu tespitlerinde görmek mümkündür:
“İstiğfar ettiğin zaman, Allah’tan seni günahtan perdelemesini yani ondan uzaklaştırmasını iste. Zaten mağfiret demek, örtülmeyi yani mestur kalmayı istemek demektir. Bunu iste ki, masum ya da mahfuz olasın. Yani ilahi sıyânete girip korunmuş olasın. İşlediğin bir günah sebebiyle istiğfar ediyorsan, o günahın cezasından korunmayı istemiş olursun. Geleceğe dair istiğfar ediyorsan, bunun manası da gelecekte günaha düşmemek için Rabbinin seni korumasını istiyorsun demektir. Allah Teâlâ Resül-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimize hitaben:
“…Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlamak için.” (Fetih 48/2) buyurmaktadır. Buradaki “bağışlamak” (mağfiret) ifadesi şu anlamdadır: Geçmiş günahlarından dolayı seni muaheze etmez. Gelecekte de sana günah isabet etmez. Yani seni günah işlemekten muhafaza eder.” (Muhyiddin İbn Arabî, el-Vesâyâ (el-Futuhâtü’l-Mekkiyye’nin son bölümü ayrı basım), Dâru’l-îmân, Beyrut 1988, sh. 151.)
Anlaşılan odur ki, imtihan sırrını unutmadan, nimetler karşısında hamd ve şükür duyguları içinde bulunmak, nimetin devamı ve hatta artışına vesile olacak önemli bir edeb olduğu gibi, nimetin sebep olabileceği tehlikelere karşı istiğfara sarılmak da bast hâlinde dikkat edilmesi gereken diğer bir önemli edebtir.
Kabz hâlinde edeb ise itmi’nân ve sükûnu bozmadan “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” idrâk ve şuuru içinde, Hâlık’ı mahlûkuna şikâyet etmeden, sabr-ı cemîl içinde olabilmektir. Darlıklar ve zorluklar, çoğu zaman imanlı gönülleri Hakk’a yönlendirir, tazarru ve niyaz dolu anları çoğaltır. Bu yönüyle bast haline kıyasla kul için tehlikesi daha az gibidir. Ancak yine de unutmamak gerekir ki, insan zayıf yaratılmıştır. Kuvvetli iman ve îkâna, hal ve irfana sahip değilse, zaman içinde sızlanmaya ve hatta isyana yönelebilir. Bu bakımdan her hal içinde Hakk’a yönelmeyi kalbimizin sanatı haline getirmeye gayret etmekle birlikte, kabz hâlinin kalkması için de ilahi rahmete sığınmayı asla ihmal etmemelidir. Bu gibi durumlarda Allah Resûlü’nün öğrettiği şu duaya sarılmalıdır:
“Allahım! Ben senin kulunum. Senin kulların olan ana ve babanın bir evladıyım. Nâsiyem (perçemim) senin elindedir. Benim üzerimde ancak senin hükmün cereyan eder. Biliyorum ki benim hakkımda verdiğin hüküm, adaletin ta kendisidir. Rabbim, kullarından herhangi birine öğrettiğin veya kitabında indirdiğin ya da bilgisini kendinde gizlediğin her bir güzel ismin hürmetine senden niyazım şudur ki: Kur’an’ı, gönlümün neşesi, sadrımın nuru, hüzün ve kederimin çaresi eyle.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391, 452.)