Kur'ân ve Sünnet Ayrılmaz Bir Bütündür / Prof. Dr. Fikret Karapınar

Hadisleri reddedenlerin kafa karışıklığının altındaki temel mantıkları/kendilerince çıkarımları nedir? Bir hadis uzmanı ve akademisyen olarak bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? 

Hamd Allah’a; salât ve selâm Allah’ın Elçisi’ne (sav), onun seçkin arkadaşlarına, Ehl-i Beyti’ne ve izinde yürüyenlerin üzerine olsun.

Bu meselenin tabanında “Dinin kaynağı Kur’ân ve sünnet mi, yoksa ben miyim?” sorusunun cevabı yatmaktadır.

Allah’ın gönderdiği kitabı, aramızdan seçtiği Peygamberi’nin aracılığına başvurmadan anlamaya çalışmak ya da vahiysiz bir peygamber telakkisi oluşturmak yanlış bir din anlayışının ortaya çıkmasına yol açacaktır. Hadissiz din, peygambersiz din demektir. Bu da yeni bir din icat etmek demektir.

Vahiy denilince ilk akla gelen Kur’ân’dır. Ancak hadisin/sünnetin de vahiy ile önemli bir ilgisinin olduğu aşikârdır.

İslam, Kur’ân ve Hz. Peygamber’in sünneti olmak üzere temel iki kaynağa dayanmaktadır. Dinin sahibi olan Allah, Kur’ân’ı gönderirken Peygamberi’ni de bu dinin insanlar tarafından nasıl yaşanacağını göstermesi için görevlendirmiştir. 

Sünnet, dinin insan yaşamına formüle edilmiş biçimidir. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4) hitabıyla Allah Teâlâ, Efendimiz’i taltif etmiştir.

Hadisleri reddedenlerin en çok başvurdukları ilke, hadis metinlerinin akla aykırılığıdır. Akıl, bilginin kaynakları arasındadır. Ancak bilginin yegâne kaynağı akıl değildir. Akıl dinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte Kur’ân ve sünnetin terbiyesinden geçmiş olan akıl kıymetlidir; yoksa pozitivist bir akıl değil. Her anlayamadığımız ya da aklımıza yatmayan şey reddedilemez. Bugün bu mantığın arkasında pozitivist bilgi kuramı yatmaktadır (pozitivizm yani olguculuk). Pozitivizm; araştırmaları olgulara dayandıran, metafiziği reddeden, en güvenilir bilginin deneyler yoluyla elde edinilebileceğini savunan felsefe öğretisi ve akımıdır. Bu öğreti; vahyi, haberi vb. kaynakları reddetmektedir. Oysa her anlayamadığımız ayeti reddetmediğimiz gibi hadisi de reddetmemeliyiz. Kâinattaki her şey aklımıza yatıyor mu? Akıl metni yani nassı anlama ve yorumlamada önemli bir yeti olmakla birlikte anlama araçlarından sadece biridir. Tek başına yeterli değildir. Akıl ile nassları çatıştırmamak lazım. Anlayamadığımız herhangi bir konu varsa detaylı olarak araştırmalıyız, sadra şifa bir çıkış bulamıyorsak o zaman da tevakkuf etmeliyiz. Görebildiğim kadarıyla akla ters gibi görünen konuların pek çoğu, yorumlama sorunudur. 

Günümüzde sıkça başvurulan prensiplerden biri de “hadislerin Kur’ân’a arzı” meselesidir. Hangi akla, diğer bir ifadeyle hangi aklın anladığı Kur’ân’a müracaat edeceğiz? Ayrıca hangi ayete arz edeceğiz? Bunu kim belirleyecek? Bu tamamen görecelidir. Sizin arz ettiğiniz ayete arz etmek durumunda değiliz ki. Hadisin Kur’ân’a arzı son derece sakıncalıdır.

Hadisin/sünnetin kabulü, herkesin çarşı pazardan elma-armut seçmesi, istediğini tercih etmesi gibi bir şey değildir. Kavun-karpuz seçimi gibi de değildir. 1400 yıllık emek, akla kurban edilerek görmezlikten gelinmemeli.

Sünnetin, Kur’ân dışında bir olgu olduğu, Kur’ân’ın sünnetle hiçbir bağlantısının olmadığı ya da sünnetin, Kur’ân’dan tamamen bağımsız bir şekilde teşekkül ettiği gibi ifadeler doğru değildir.

“Kur’ân-sünnet” tabiri “birbirine alternatif iki olgunun ayrı ayrı oluşumu değil, tam tersine iki vazgeçilmez unsurun bütünlüğü” demektir. “Kur’ân”, vahyin lafzî ve özel bir formunu ifade ettiği için sadece mefhum olarak “sünnet”in dışında tutulmuştur. Yoksa sünnetin belirleyici faktörü ve inşa edici unsuru olması açısından Kur’ân’ın konumu, tartışma konusu bile edilmemiştir.

Rey ve içtihat kavramlarının Rasûlullah’ın (s.a) hadisleri için kullanılması ne kadar uygundur?

Sünneti reddeden ve “Kur’ân bize yeterlidir.” diyerek Hz. Peygamber’i devre dışı bırakan düşüncenin kökenleri, hicretin ilk yüzyıllarına kadar dayanmaktadır. İslam’ın kaynaklarını rasyonalist bir eğilimle sadece Kur’ân’a indirgeyen Hâricileri, 19. yüzyılda Hindistan alt kıtasında ortaya çıkan Hind Kur’âniyyûn ekolu izlemiştir. “Kur’ân, yalnızca Kur’ân” sloganıyla kısa zamanda yüzbinleri etkileyen Hind Kur’âncılık akımı, kendilerine özgü peygambersiz ve sünnetsiz namaz yöntemini geliştirmeye kalkışmış, fakat namaz konusunda girdiği krizden çıkamayarak yükseldiği hızla düşüşe geçmiştir.

Hz. Peygamber’i vahiy postacısı olarak görüp, Kur’ân’ı bir ara kablosu hüviyetiyle ilettikten sonra müminlerin hayatından yavaşça geri çekilen bir peygamber telakkisi oluşturmak, onu ve misyonunu tarihin derinliklerine gömmek ile eş anlamlıdır.

Ümeyye b. Hâlid, bir gün Abdullah b. Ömer’e (r.a) “Biz mukim (hazarda) iken kılınan namaz ile korku namazını Kur’ân’da bulurken, seferde kılınan namazın hükmünü bulamıyoruz.” der. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer, “Kardeşim oğlu! Biz bir şey bilmezken Allah bize Rasûlü’nü (s.a) gönderdi. Dolayısıyla o ne yaparsa biz de aynısını yaparız.” demiştir.1

Tâbiûn hadis âlimi Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/748) “Birisine bir sünnet rivayet ettiğinde o kişi sana ‘Onu bırak da bana Kur’ân’dan cevap ver!’ derse bil ki o sapıtmıştır.”2 diyerek ağır konuşur. Ayrıca, sünneti hüccet olarak kabul etmek istemediği anlaşılan Kûfeli bir adam, İmam Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) ilim meclisinde yanına yaklaşır ve ona “Şu hadisleri bırak!” der. Bunun üzerine Ebû Hanîfe adamı uyarır ve “Eğer sünnet olmasaydı hiçbirimiz Kur’ân’ı anlamazdık!” diyerek tepki gösterir. Yine o, başka bir sözünde “İnsanlar, içlerinde hâlihazırda hadis öğrenen/araştıranların varlığının devamlılığı sayesinde doğru-düzgün kalmaktadırlar. Hadis olmaksızın ilim öğrenmeye kalkıştıklarında ise ifsat olurlar.”3 diyerek hadisin ilim talebesine katkısının altını çizmektedir.

Selman el-Fârisî’ye müşrikler (alaylı bir üslupla) “Görüyorum ki dostunuz (Muhammed aleyhisselam) size her şeyi hatta tuvalette nasıl oturacağınızı dahi öğretiyor!” dediklerinde Hz. Selman: “Evet” der ve Hz. Peygamber’in (sav) tuvalet adabıyla ilgili tavsiyelerini art arda sıralar.4

Bir gün kendisine “Biz vakit (hazar) namazları ile korku namazını Kur’ân’da buluyoruz, ancak yolculuk (sefer) namazını bulamıyoruz.” diyen Ümeyye b. Abdullah b. Halid’i, Abdullah b. Ömer: “Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Hz. Peygamber’i (sav) peygamber olarak gönderdi. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in (sav) yaptığını gördüğümüz şeyleri biz de yaparız.” diye uyarmıştır.5 Burada İbni Ömer’in yeğenine verdiği cevap “Biz bunu Kur’ân’da bulamıyoruz.” diyenlere karşı, Hz. Peygamber’in dindeki konumunu bildirir niteliktedir. Ayrıca onun yaşantısının kendileri için örnek olduğunun altını çizmektedir.

Allah’a ve Rasûlü’ne inanan Müslümanlar, İslam’ın geldiği ilk günden beri Kur’ân ve sünnet ikilisini hep birlikte anmışlardır. Dolayısıyla Kur’ân-sünnet ilişkisinin varlığı, bütünlüğü, birlikteliği ve vazgeçilmezliği şer’in, akıl ve mantığın zorunlu gereğidir.6

Batı’nın “öteki” diye tanımladığı İslam kültürü araştırmaları daha eskiye gitse de 19. yüzyılda yapılan incelemelerle daha sistematik hâle gelmiştir. Batılı bilim adamlarının Kur’ân üzerine başlattıkları değer erozyonu oluşturma girişim ve çabaları, daha sonra dinin ikinci kaynağı olan hadislerin isnadı hakkında oluşturulan istifhamlarla devam etmiştir. Böylece akim kalan Kur’ân tartışmaları, yönünü Hz. Peygamber’in sünnet ve hadislerine çevirerek Allah’ın Elçisi’nin dindeki otoritesini yıpratmak için hadislerin rivâyet geleneğine yani isnada el atmıştır. Bununla birlikte müsteşriklerin veya Batı’nın gizli amaçlarının, İslam dünyasının birlik ve bütünlüğünün oluşumunda önemi büyük olan sünnete bağlılığı zayıflatmak olduğu düşünülmektedir. Çünkü sünnet, hem bireyler hem de Müslüman toplumlar arasında kültürel birlikteliğe ve müşterek perspektife mühim katkı sağlamaktadır.

Özellikle son iki asırda meseleye oryantalistlerin de dâhil olmasıyla birlikte mesele sünnetin önemi, dindeki yeri ve hüccet oluşu boyutunu aşarak varlığı tartışılır hale gelmiştir. Durum, sahih hadis ve sünnet var mı noktasına gelmiştir. Tarihte sünnetin bu yönünün tartışıldığı vâki olmamıştır. Bugün Müslümanlar oryantalistik düşünce tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Teknolojik alet ithal eder gibi Batı’dan fikir ithal etmektedirler. Oysa İslam âlimleri, farklı kültürler ile karşılaşma ve tercüme hareketlerinden sonra öğrendikleri yeni fikirleri, tartışarak analiz edip süzgeçten geçirmişlerdir. Kendimiz farklı açılardan tahlil etmediğimiz ya da edemediğimiz için orijinal gelen oryantalistik fikirlere kapılıyoruz. Bu, fikirsel ve kültürel emperyalizm olup son derece tehlikelidir. Bunun yerine, ilim adamlarımız kendi meselelerini en ince detaylarına kadar araştırıp tahlil etmeli ve fikir üretmeliler. Bugün geleneği ve moderni terketmeden ikisi birlikte ele alınmalıdır. Bizlerin bir ayağı mazide diğeri hal ve âtide olmalıdır. Sadece geçmişte kalıp bugün ve gelecek hakkında sözü olmayan diğer bir ifadeyle tarihte kalan olmaktan kurtulduğumuzda çok şey değişmeye başlayacaktır.

Hadis tasniflerinin dahi kavramsal olarak yanlış değerlendirilip cahilce çıkışlar yapıldığını görüyoruz. Mütevatir hadis, Ahad hadis vb. kavramlar hakkında fonksiyonel değerlendirme açısından bilgi verir misiniz? 

Müslümanlar, sünnetin dinde hüccet ve güvenilir bir kaynak olduğu konusunda hemfikirdirler. Ancak hangi şartlarda kesin ilim ifade edeceği noktasında tartışmalar vardır. Haberlerin bilgi değeri ve kesin ilim ifade etmesinin şartlarını, bazı kelamcılar H. 3. asırda ortaya atmış, sonra Ehl-i Sünnet kelamcıları da tartışmaya dâhil olmuşlardır. Bu tartışmaların sonucunda hadisler, rivâyet bakımından şuyu’ bulup bulmamalarına göre mütevâtir ve âhâd olarak taksim edilmiştir. Râvî sayısında ihtilaf edilen mütevâtir, yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, yine kendisi gibi bir kalabalıktan rivâyet ettiği haber olarak tarif edilmiştir.7 Değişik tanımları yapılan âhâd haber ise ıstılahta, mütevâtir’in şartlarını taşımayan haber şeklinde tanımlanmıştır.8 Kelamcılar, mütevatirin aksine, haber-i ahad’ın itikadda delil olamayacağı sonucuna varmışlardır. Söz konusu taksim, H. 5. asırda Hatîb el-Bağdadî’nin (ö. 463/1071) el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye (s. 32) adlı eseri ile ilk defa hadis usulüne girmiştir.

Müslümanlar beş duyu, haber-i sadık ve akl-ı selim’i, bilginin kaynaklarından bazıları olarak görmüşlerdir. Haberleri yani hadisleri dini ilimlerin temel kaynağı olarak kabul etmişlerdir.

Hadislerin sıhhat durumuna göre tasnifi, muhaddislerin yaptıkları teknik bir konudur. Hadis araştırmacılarının meselesidir. Adam sahih, zayıf vs. nedir bilmiyor, hiçbir hadis usulü okumamış, ancak bir hadis okuduğumuzda sahih mi zayıf mı diye soruyor. Bu iş bu kadar ucuz değil ki. Maalesef günümüzde hadis ilmi, adeta herkesin bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğu bir alan haline gelmiştir. İlim adamları kendi aralarında yapmaları gereken müzakereleri toplum önünde yapmaktadırlar. Bunun doğru bir yöntem olduğunu düşünmüyorum. 

Bu sebeple ben hadisleri “amel edilebilir” veya “amel edilemez” şeklinde tasnif etmeyi yerinde buluyorum. Bana göre hadis, son derece zayıf olmadığı sürece yerine göre kullanılabilir. Uydurma haberler dahi bir kültürü yansıtmaktadır. Bugün teknolojik gelişmeler, onların birçoğunun “söyleyenini” tespit etme imkânını sunmaktadır. Hz. Peygamber’e nispet etmeden “söyleyenine” dayandırarak onlar bile kullanılabilir.

Sünnet’in dinde hüccet oluşu, Hz. Peygamber’in hüküm koyma yetkisi ve otorite vasfı dinde çok temel bir yapı arz etmekte. Bugün halkın önünde tartışılagelen bu konuların tamamıyla ilmî bir zeminde takva, adalet, ilim, samimiyet ve Allah’a saygı, Peygamber’e sevgi ve muhabbet ekseninde büyük bir hassasiyetle ümmetin yararına bir ilim, irfan, hikmet, ahlak alanına temel teşkil etmesi kaçınılmaz. Herkesin âlim olması da mümkün değil. Sizce nasıl bir yol izlenmeli?

Ebû Ğudde (ö. 1997), “Kitap ve sünnet birbirinden ayrılmayan ikilidirler. Yasama, ancak ikisi birlikte bir arada olursa tam olur. Sünnet, Kitap’ın manalarını açıklayan ve müphem yerlerini tefsir eden bir kaynaktır. Dolayısıyla sünnet, Kitap’ın yorumu mesabesinde olup onun hedeflerini tafsil eder ve hükümlerini tamamlar.”9 der.

Hadis/sünnet, Kur’ân’ın yani dinin sınır ve boyutlarını belirlemektedir. Kur’ân, sünnetten tecrit edildiğinde insanlar, onu diledikleri gibi yorumlama serbestliğine kavuşacaklardır. Oysa Hz. Peygamber’in sünnetinin dini anlama ve yorumlamada belirleyici bir fonksiyonu vardır.

Evzâî şöyle derdi: “Sana Rasûlullah’tan (s.a) bir hadis ulaştığı zaman, sakın ha başka bir şeyle hükmetme; çünkü Rasûlullah (s.a) Yüce Allah’tan bir tebliğci idi.”10

Rasûlullah’ın ahlâkını soran bir kimseye Hz. Âişe’nin “Sen Kur’ân’ı okumaz mısın? Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” diye cevap vermesi önemlidir. (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 139; Tirmizî, Birr, 69)

Hz. Peygamber’in, âyetlerin ne kadarını tefsir ettiği hususu tartışmalıdır. Hz. Âişe’nin “Resûlullah, Allah’ın kitabından Cibrîl’in ona öğrettiği kadar tefsir ederdi.” şeklindeki sözü önemlidir. (Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân (Tefsîru’t-Taberî), I, 79, 83; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 303)

Hz. Mevlana Kur’ân-sünnet ilişkisini, şu usta çırak hikâyesi ile anlatır: “Sünnet ile Kur’ân mânâ olarak aynı şeylerdir. Usta bir gün çıraktan masanın üzerindeki bir bardak suyu istemiş, çırak “Usta hangisini?” demiş. Usta “Oğlum orada zaten bir bardak su var.” demiş. Çırak “Hayır usta, iki bardak var.” diye çırak ısrar edince, usta “Kır ötekini, getir diğerini.” demiş. Çırak “Usta, ikisi de kırıldı, yok oldu.” demiş. Meğer çırak şaşıymış.”11

İşte Kur’ân ve sünnet de böyle; birini kırarsan ikisi de yok olur.

Müslümanlar, Hz. Peygamber’i Allah’ın elçisi olarak kabul ettiği günden beri Kur’ân-sünnet ikilisini birlikte zikretmişlerdir. Kur’ân’ın açıklayıcısı olan sünnet, onun mücmel ifadelerini tafsil, müşkilini izah, mutlakını takyid, umumunu tahsis eder. Nitekim Allah Teâlâ: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44) buyurmuştur. Allah Rasûlü (sav) Kur’ân’ın ayetlerini bazen sözleriyle, bazen eylemleriyle, bazen de her ikisiyle birlikte açıklamıştır. Temel kaynaklar incelendiğinde, Kur’ân ile sünnetin birbirinden ayrılmaz bütünlüğü ile birlikte ele alınması zorunluluğu hemen anlaşılmaktadır.

Allah’ın, Peygamberi’ne yüklediği sorumluluklar: Tebliğ/duyurmak, tebyin/açıklamak, tatbik, ilâhî mesajı uygulamak ve teşri’ yani Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak şeklindedir. Rasûlullah’ın (sav) teşri’ yetkisi, Kur’ân’ın şu açık beyanına dayanır: “O peygamber ki kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder. Onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.” (A’raf, 7/157)

Abdurrahman b. Amr es-Sülemî ile Hucr b. Hucr; hakkında “Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin “Sizi bindirebileceğim bir şey bulamıyorum.” dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.” (Tevbe, 9/92) ayeti inen Irbâz b. Sâriye’nin yanına giderler. Selam verdikten sonra hem hastalığından dolayı geçmiş olsun demeye hem de ilim almaya geldiklerini söylerler. Bunun üzerine Irbâz b. Sâriye (r.a) şöyle der: Bir gün Rasûlullah (s.a) bize namaz kıldırdı. Sonra bize dönüp çok etkileyici bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun.” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdular: “Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile idareci olsa onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler, pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan halifelerin sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.”12

Hadis’in dini ilimlerdeki yeri, fıkıhta, kelamda, tasavvufta, mezheplerde, hepsinde de kendi kulvarlarında ayrı ayrı değer ifade ediyor. Temel cazibe ve kurgu, Sünnet oluşu… Oysa Hadis de Sünnet de ıstılahta farklı anlamlar yüklenebilen kavramlar aynı zamanda. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

İyi veya kötü manada tutulan yol, hal, tavır, gidişat, devamlılık, sîret, topluluk gibi anlamlara gelen sünnet, Peygamberimiz’in (s.a) her türlü söz, fiil, takrîr, ahlâkî yahut yaratılış sıfatları, sîret, meğazî, şemâil ve hatta peygamberlikten önceki güzel davranışlarının tamamı olarak tanımlanır.13 Dinde izlenen yol, yöntem ve çizgi olarak da görülen sünnet, inanç, ibâdet, muâmelat, ahlâk ve âdâb gibi esasları yani yaşamla ilgili tüm konuları kapsamaktadır. Hadisçilerin birçoğuna göre, sünnet kavramı ile hadis eş anlamlıdır. Ben de bu kanaatteyim. 

Abdulfettah Ebû Ğudde (1997) ise “Sünnet, dinde şeriat haline getirilip izlenen yol ve ortaya konulan peygamberâne yöntemdir.” şeklinde tarif etmiştir.

Hadis ve sünnetin bizatihi kendisi hem asıl hem de anlama ve yorum faaliyetidir. Hadis/sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in yorumudur. Hz. Peygamber, nassları doğru yorumlama yöntemini de böylece ümmetine göstermiştir.

“Bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün.” (Nisâ, 4/59) ayetiyle ilgili olarak Meymûn b. Mihrân’ın “Allah’a götürmekten maksat, O’nun kitabına başvurmaktır. Rasûlullah’a götürmekten murad ise sağlığında bizzat kendisine, ölümünden sonra da sünnetine başvurmak” olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.14

Kur’ân’ı hayatla buluşturan ve ümmetin birlik ve beraberliğini sağlayan sünnettir.

Hz. Ömer şöyle der: “Size birtakım insanlar Kur’ân’ın müteşabih ayetleriyle mücadele etmeye gelecekler. Siz de onlara karşı sünnetleri ele alarak karşı koyun. Çünkü sünnetlere sahip olanlar Allah’ın kitabını en iyi bilenlerdir.”15

Kur’ân’ı yücelterek ona uymaya çağıran Hâricîler, Kur’ân’a aykırı olduğu gerekçesiyle bazı hadisleri reddederek sünnetten uzaklaşmışlardır. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) kendisini temsilen onlara yolladığı İbni Abbas’a şu öğüdü vermiştir: “Onlarla Kur’ân üzerinden tartışma. Çünkü Kur’ân’ın farklı yorumları (zû vucûh) vardır. Onlarla sünneti delil göstererek tartış.”16 

Sahâbenin büyüklerinden İmrân b. Husayn (r.a) (ö. 52) şöyle demiştir: “Kur’ân indi, Allah Rasulü de sünnetler koydu.”17

İmam Şafiî şöyle der: “Ben Hz. Peygamber’den (sav) bir hadis rivâyet eder de aksine görüş beyan ettiğimde beni hangi gök gölgelendirir, hangi yer taşır.”18

Zâhid Bişr b. el-Hâris el-Hâfî’nin (ö. 227/842) “İslam sünnettir, sünnet de İslam’dır.”19 sözü önemli bir tespittir.

Âlimler, sünneti tanımlarken Hz. Peygamber’i en güzel örnek olarak kabul etme prensibini göz önünde tutmuşlardır.

İfade ettikleri hüküm bakımından hadisler dörde ayrılabilir.

Farzlar: Yapmamız veya terk etmemiz gereken emir ve yasaklar. Namaz kılmak, haccetmek, zina etmemek, haram yememek vs.

Vacipler: Vacip olanlar. Örneğin gece namazını üç rekât olarak kılmak.

Nafileler: Farz ve vaciplerin dışındakiler. Örneğin namaz kılarken bazı sureleri okumak farz, ama Sübhaneke duasını okumak nafiledir.

Âdâb: Edeb ile alakalı olanlar. Camiye veya eve girerken veya çıkarken, yemek yerken, yatarken, tuvalete girip çıkarken vs.

Tarîkleri fazla olan hadislerin (rivâyet) farklılıklarının bir araya getirerek değerlendirilmesi, hadislerin doğru anlaşılmasına önemli katkı sağlamaktadır. Bu konu bazı âlimler tarafından da dile getirilmiştir:

Yahya b. Maîn (ö. 233/847) der ki: “Şayet biz bir hadisi otuz vecihten yazmazsak onun ne ifade ettiğini anlayamazdık.”20

Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) der ki: “Bir hadisin bütün tarîklerini bir araya getirmediğiniz sürece onu anlayamazsınız. Zira hadisin farklı tarîkleri birbirini tefsir eder ve açıklar.”21

Sehl b. Abdillah (283/896) der ki: “Bizim usulümüz yedi şeye dayanmaktadır: Kitâbullah’a sarılmak, Rasûlullah’a (sav) uymak, helal yemek, eziyet etmemek, günahlardan sakınmak, tövbe etmek ve hakları edâ etmek.”22

Ebu Hureyre (r.a), Allah Rasûlü’nün (s.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: “Sizi kendi halinizle baş başa bıraktığım sürece beni bırakın. Zira sizden öncekiler çok soru sorduklarından ve peygamberleri hakkında anlaşmazlığa düştüklerinden helak oldular. Sizi bir şeyden sakındırdığımda ondan kaçının. Size bir şeyi emrettiğimde gücünüz oranında onu yerine getirin.” Ardından şöyle devam etti: “Yüz çevirenler hariç, ümmetimin tümü cennete girecektir.” Bunun üzerine “Yüz çevirenler kimlerdir Ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorulunca Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bana itaat edenler, cennete girecektir; bana itaat etmeyenler yüz çevirenlerdir.”23

İrbâd b. Sâriye (r.a.)’den: Rasûlullah (sav) bir gün aramızda ayağa kalktı ve: “Sizden birisi koltuğuna yaslanmış bir halde oturarak, Allah Teâlâ’nın bu Kur’ân’dakinden başka herhangi bir şeyi haram kılmadığını mı zannediyor? Dikkat edin! Şüphesiz ben de birtakım şeyleri emrettim, bazı şeyleri öğütledim ve bazı şeylerden de nehyettim. Onlar, miktar olarak Kur’ân kadar, belki daha fazladır. Şüphesiz Allah, size, izni olmaksızın ehl-i kitab’ın evlerine girmeyi, onların kadınlarını dövmeyi, üzerlerine düşeni size verdikten sonra meyvelerini yemeyi helâl kılmamıştır.”24 (Ebu Davud, Harâc, 33, hadis no: 3048)

Son olarak,

Abdullah b. Mes’ud: “Bir kimse kendisinin iyi veya kötü bir insan olduğunu öğrenmek istiyorsa Kur’ân’a müracaat etsin. Eğer Kur’ân’ı seviyorsa Allah ve Rasûlünü seviyor demektir.” sözüyle Allah ve Rasûlullah sevgisinin ölçüsünü Kur’ân’ı sevmeye bağlamıştır.

KAYNAKÇA

1)  Hâkim, Müstedrek, I, 258.

2) Hâkim, Ma’rifetü ulûmi’l-hadîs, s. 65; Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâc bi’s-Sünne, thk: Mustafa Abdulkadir Ata, I. bs. Beyrut 1987 s. 36.

3) Kâsımî, Kavâidu’t-Tahdîs, Beyrut 1987, s. 307.

4) Müslim, Tahâret 57 (262); İbn Mace, Taharet 16 (316); Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 437.

5) Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 94; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 73 (1066); Nesâî, Taksîru’s-Salât, 15 (1434); Kübrâ, I, 583 (1892); İbn Hibbân, Sahîh, IV, 301 (1451).

6) Küçük, Raşid, “Kuran-Sünnet İlişkisi ve Birlikteliği”, Sünnetin Dindeki Yeri Sempozyumu, Ensar Yayınları, İstanbul 1997, s. 125, 126.

7) Bkz. İbn Hacer, Şerhu’n-Nuhbe, s. 38-42; Ahmed Naim, Tecrîd Mukaddimesi, I, 102-105; Koçyiğit, Hadis Terimleri, s. 372-375.

8) Bkz. Şâfiî, Risâle, s. 369-370; Hatîb el-Bağdâdî, Kifâye, s. 53-55; İbn Hacer, Şerhu’n-Nuhbe, s. 47-52; Koçyiğit, Hadis Terimleri, s. 31-32.

9) Abdulfettâh Ebû Ğudde, Lemehât min Târîhi’s-Sünne ve Ulûmi’l-Hadîs, Beyrut 1984, s. 10-11.

10) Abdulganî Abdulhâlik, Hucciyyetu’s-Sünne, s. 337.

11) Mevlana, Mesnevi, I (330).

12) Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4609). Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, Mukaddime, 16; Tirmizî, İlim, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, III, 221-224; İbn Hibbân, Sahîh, I, 178-179; Hâkim, Müstedrek, I, 174-177 (329-333); İbn Abdilberr Temhîd, XXI, 278-279; Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 345-351. Hadisin tarîkleri ile şevâhidinin tahrîci ve kısımlarının Irbâd b. Sâriye dışında Huzeyfe, Câbir b. Abdillah gibi farklı sahâbîler tarafından rivâyeti hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 345-351; İbnü’l-Mülakkın, el-Bedrü’l-Münîr, IX, 852- 584; Ahmed b. Hanbel, Müsned, (thk. Şuayb el-Arnavut vd.) XXVIII, 367-371, 375-376. İbn Abdilberr, Hulefâ-i Râşidîn’in Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali olduğunu ifade etmektedir. Hadisin ferd-i mutlak olduğunu belirten Ünal’ın sened tenkidi, metin tahlili ve eleştirileri için bkz. Ünal, “Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım veya Hz. Peygamber’i (s.a.v.) Anlamak”, İAD. cilt: X, sayı: 1-2-3, s. 47-51. Krş. Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s. 23-24.

13) Heytemî, Ahmed b. Hacer, Fethu’l-mubîn li şerhi’l-erbaîn, Kahire ts., s. 24; Accâc, a.g.e., s. 19; Ebû Zehv, a.g.e., s.10; Ebû Gudde, Abdülfettah, es-Sünnetü’n-Nebeviyyetü ve beyânü medlûliha’ş-şer’î ve’t-ta’rif bi hâli Süneni’d-Dârekutnî, Beyrut 1412/1992, s. 7-8;

14) İbn Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, thk. Ridâ Mu’tî, Osman El-Esyûbî vd. Dâru’r-Râye, Riyad 1994, I, 251-252.

15) Darimi, Mukaddime 17; İbn Batta, İbâne, I, 251.

16) Dârekutnî, Sünen, IV, 144; Suyûtî, Miftâh, s. 75, Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 228.

17) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 445.

18) Suyûtî, Miftâh, s. 94.

19) İbn Ebî Ya’lâ, Kâdî Ebu’l-Hüseyn Muhammed, Tabakâtu’l-Hanâbile, Beyrut ts., II, 41.

20) Hatîb el-Bağdâdî, age. II, 212.

21) Hatîb el-Bağdâdî, age. II, 212.

22) Bkz. Tûsî, Lüma’, s. 289; Sülemî, Tabakât, s. 210. Bu sözün ilk kısmına benzer bir söz, Cüneyd el-Bağdâdî’den de nakledilmektedir. Bkz. Kuşeyrî, Risâle, (Uludağ), s. 104.

23) Buharî, İ’tisâm, 2; Müslim, Hac, 73;Tirmizî, İlm, 17.

24) Ebu Davud, Harâc, 33, hadis nr: 3048.