Tarihe baktığımızda devletleri ve toplumları çöküşe, yok olmaya götüren hangi sebepler genelde ele alınmıştır?
Tarihe bakıldığında toplumların yükselişlerinin ve çöküşlerinin çok erken dönemlerde ele alındığı görülmektedir. Çöküş sebepleri konusunda ise farklı sebepler ileri sürülmüştür. Mesela Tevrat, çöküşleri genellikle günaha batmaya ve Allah’a karşı gelmeye bağlamıştır. Eflatun (Platon) ise çöküşü hem maddi hem de manevi sebeplere dayandırmıştır. Tarihçilerin bir kısmı da mağlubiyetleri ve çöküşü maddi sebeplere bağlarken bazıları manevi sebeplere dayandırmıştır. İslâm dünyasında ise çöküşün ve yenilginin sebepleri olarak dinî, ahlaki ve maddi sebeplerin zikredildiği görülmektedir. Bazı âlimler toplumda zulmün yaygınlaşması ve ekonominin zayıflaması durumunda devletin çökeceğini söylemişlerdir. Konu çoğu zaman adalet-zulüm bağlamında ele alınmıştır. Son iki yüz yılda ise özellikle İslâm coğrafyasında yaşanan yenilgiler ve toplumsal çöküşler genellikle İslâm’dan uzaklaşmaya bağlanmıştır. Ne yazık ki bu genelleme, âyetlerin ve hadislerin detaylarındaki bazı hakikatleri perdelemiştir. Bu da sosyal sebepleri görmeyi ve toplumsal yükseliş ve çöküşle ilgili somut yasalara ulaşmayı zorlaştırmıştır.
Sosyoloji bilimini de göz önünde bulundurarak, Kur’an’daki kavimler hakkındaki kıssalar ile diğer ilgili ayetlere dayanarak, Kur’an’ın konuya yaklaşımını açıklar mısınız?
Kur’ân’daki kıssalar incelendiğinde çok güzel sosyolojik tahlillerin yapıldığı görülmektedir. Kur’ân’da özellikle toplumların yükselişleri ve çöküşleriyle ilgili detaylı bilgiler verilmektedir. Verilen bilgilerde toplumların azaba uğramalarıyla veya helâk edilmeleriyle ilgili sebep-sonuç ilişkisinin sık sık kurulduğu ve sonuçlardan ibret alınmasının istendiği göze çarpmaktadır. Helâk edilen kavimlerin yaptıklarının tekrar edilmesi durumunda aynı sonuçlarla karşılaşılacağı ısrarla vurgulanmaktadır. Bu da sosyal olaylar arasında benzerlik olduğunu, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını ifade etmektedir. Bu nedenle Kur’ân’da bahsedilen her kavmin helâke götüren bütün davranışlarının tek tek tahlil edilmesi, benzerliklerinin ve farklılıklarının ayırt edilmesi, ortak noktalarının belirlenmesi gerekmektedir. Çünkü Kur’ân’ın bu kıssalarda kullandığı ortak kelime, kavram ve olgular bizi yasalara götürmektedir.
Ayrıca Kur’ân, bazı âyetlerde “sünnetullah” tabirini, bazen de “yasa” manasında “kavl”, “kelime”, “ketebnâ”, “kutibe”, “kitâbun… sebeka”, “hatmen/emran makdiyyen” gibi bazı kavram ve tabirleri kullanmaktadır. Bu kavramlar incelendiğinde bunların toplumsal meselelerle ilgili olduğu, toplumsal yükseliş ve çöküşle ilgili yasaları ifade ettiği görülmektedir. Özellikle Allah’ın önceden vermiş olduğu bazı kararlarının olduğu, bunların hükme bağlanarak yasalaştırıldığı belirtilmektedir.
Kur’ân’da ifade edilen bu yasalar sosyoloji biliminin verileriyle karşılaştırıldığında önemli benzerlikler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ilgili âyetlerin tefsirlerine bakıldığında bazı müfessirlerin toplumları çöküşe götüren bazı yasalara işaret ettikleri görülmektedir. Ayrıca Fârâbî, Mâverdî ve İbn Haldûn gibi bazı Müslüman âlimlerin sosyoloji biliminin doğuşundan çok önceleri bazı yasalara işaret etmeleri bu konuda bize ışık tutmaktadır.
Toplumları ve devletleri yükselişe ve çöküşe götüren dokuz yasadan biri ‘Güvenlik Yasası’ndan ve ilgisi bakımından Sebe Krallığı’ndan bahseder misiniz?
Toplumdaki insanları bir arada tutan en önemli şey güven duygusudur. Güven sağlandıktan sonra diğer ilişkiler gelişebilmektedir. Sadece dostlar arasında değil düşmanlar arasında bile güvenme duygusu hayati öneme sahiptir. Zira düşmanın antlaşmalara bağlı kalacağına olan güven, antlaşmalara sadık ve bağlı kalmayı sağlamaktadır. Bu ve başka nedenlerle toplumları yükselten en önemli yasa Güven Yasası’dır.
Toplumda bireyler ve topluluklar arasında güven sağlandıktan sonra sıra güvenliğin sağlanmasına gelmektedir. Zira eğer bir toplumda güvenlik sağlanmamışsa oraya çatışmalar ve kargaşa hâkim olacaktır. Çatışmanın yaygın olduğu, can ve mal güvenliğinin olmadığı bir ortamda hiçbir ekonomik faaliyet sağlıklı yürütülemez. Toplumların en temel ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayan tarım ve hayvancılık bile yapılamaz. Mesela, can güvenliği olmayan bir insan can derdine düşer ve mal, mülk ve ekonomik faaliyetler peşinde koşamaz. Hatta güvende olmadığı yerden göçer. Örneğin tarlasının elinden alınacağından korkan bir çiftçi ekim yapabilir mi veya tarlaya bakım yapabilir mi? Yine bir memlekette ticaret yollarının güvenliği sağlanamamışsa oraya mal sevkiyatları yapılabilir mi? Veya mülkiyet haklarının korunmadığı ya da mallara el koyan zorbaların olduğu bir ülkede fabrika kuran, yatırım yapan olabilir mi? Toplumların, bir insan bir de ekonomik kaynakları olur. Güvenliğin sağlanamadığı durumlarda her iki kaynaktan da istifade edilemez. Kendisini veya malını güvende hissetmeyen üretemez. Bu nedenle güvenin ve güvenliğin en üst düzeyde sağlandığı bütün toplumlarda ekonomik faaliyetler dinamik olur. Üretim artar. Bu da beraberinde kalkınmayı, refahı ve huzuru getirir.
Kur’ân, güven ve huzurun sağlandığı toplumların yükseldiğinden bahsetmektedir. Güveni sarsan ve güvenliği tehdit eden bazı toplumların da helâk edildiğini haber vermektedir. Mesela can, namus ve mal güvenliğinin olmadığı Lût kavmi ile mal güvenliğinin olmadığı Medyen ve Eyke halklarının helak edildiğini zikretmektedir. Buna karşılık Nahl sûresi 112. âyette güven ve huzur içinde yaşayan bir şehir halkının müreffeh olduğundan söz etmektedir. Kur’ân somut örnekler de vermektedir. Mesela Sebe melikesinin, savaşın toplumları çökerttiği gerekçesiyle savaştan kaçınmasından, halkının can ve mal güvenliğini korumak için kendi rahatından feragat ederek ve tehlikelere göğüs gererek aylarca sürecek bir yolculuğa çıktığından övgüyle söz etmektedir. Hz. Süleyman’a tabi olduğunu ve ülkesinin refahını koruduğunu bildirmektedir.
Kur’ân, başkentin Me’rib olduğu başka bir dönemdeki Sebe halkının Devinim Yasası hükümlerine uygun olarak inşa edilen Arim Barajı’yla bahçelerini sulamalarından, Medine ile Suriye’ye giden yolda güvenli bir şekilde ticari yolculuk yapmalarından ve güven içinde müreffeh bir hayat yaşamalarından bahsetmektedir. Fakat zenginleştikten ve refaha kavuştuktan sonra Allah’a yönelip şükretmek yerine büyüklük taslamaları, kibre kapılmaları, istiğna hâline bürünerek küstahlık sergileyip Allah’ı inkâr etmeleri üzerine patlayan baraj sularıyla helak edildiklerinden, sağ kalanların da göçe mecbur kaldıklarını söz etmektedir. Buradan Devinim ve Güvenlik Yasaları’nın onlara refah ve huzur getirdiği, Tokluk Yasası hükümlerini ihlâl etmeleri üzerine ise azaba uğrayıp çöktükleri anlaşılmaktadır. Kur’ân’da bunun başka örnekleri de vardır. Bu yasalar her asırda farklı toplumlarda hükümlerini sürdürmüşlerdir.
İlahi Yardım Yasası’nın mahiyeti nedir? Açıklar mısınız?
“İlâhî Yardım Yasası”, iman-küfür mücadelesinde Allah’ın peygamberleri ve iman edenleri çeşitli maddi ve manevi unsurlarla desteklemesi ve sürecin sonunda galip getirmesidir. Allah bütün peygamberlere, iyi olan ve iyiliği temsil eden müminleri destekleyeceğine söz vermiş ancak bunu şarta bağlamıştır. Kitapta açıklamaya çalıştığımız 8 toplumsal yükseliş ve çöküş yasasına uygun hareket ederek Allah’ın dinine ve ilkelerine yardım edenlere Allah da yardım etmektedir. Ancak bu yasalara aykırı hareket edenlere, aralarında peygamberleri olsa bile yardımını esirgemektedir. Mesela Mısır’dan hicret eden İsrâiloğulları Kızıldeniz’in kıyısına geldikleri esnada arkalarından gelmekte olan Firavun’un ordusunu görününce korkuya kapılmış ve panik içinde Hz. Musa’ya “Yakalandık!” demişlerdi. Hz. Mûsâ ise “Asla! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.” diyerek Güven Yasası’nın hükümlerine uymuş, İsrâiloğulları da Kenetlenme Yasası’na uygun olarak onu dinlemiş ve sözüne itibar etmişlerdi. Yüce Allah da onlara yardım ederek denizi yarmış, onları kurtarmış Firavun’u ise Tokluk Yasası hükümleri gereği helak etmişti. İlerleyen süreçte ise İsrâiloğulları, bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten bıktıklarını söyleyerek soğan sarımsak, mercimek ve salatalık isteyince Kudüs’teki putperest kavimle savaşarak oraya girmeleri emredilmişti. Fakat İsrâiloğulları, Karşıtları Dengeleme ve Kenetlenme Yasaları’nı ihlal ederek, “Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; sen ve Rabb’in gidin savaşın; biz burada oturacağız.” demişlerdi. Mûsa, “Ey Rabb’im! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebilirim. Artık bizimle, o yoldan çıkmışların arasını ayır.” dedi. Allah, şöyle dedi: “O hâlde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme.”” (Mâide, 5/24-26)
Birkaç örnek de Peygamber’imizin hayatından verilebilir. Mesela Bedir Savaşı’nın zor ve çetin şartlarında Karşıtları Dengeleme Yasası hükümlerine uygun hareket eden Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve ashabına gökten melekler inerek yardım etmişti. Ama Uhud’da savaşın ortasında okçuların Kenetlenme Yasası’na aykırı davranarak yerlerini terk etmeleri üzerine Müslümanlar büyük bir yara almış ve çetin bir sıkıntı yaşamışlardı. Huneyn Savaşı’nda ise savaşın başında Tokluk Yasası’nın hükümlerini ihlal ettiklerinden darbe yemiş, dağılmışlardı. Sonra Hz. Peygamber’in Karşıtları Dengeleme Yasası hükümlerine uygun olarak cesaret sergilemesi sonucunda kaçanlar geri dönmüş, dağılan ordu toparlanmış ve Kenetlenme Yasası’na uygun olarak zaferi kazanmışlardı.
Kulların ilâhî yardımı almaya layık olabilmeleri için yasalar çerçevesinde yapmaları gereken her şeyi yerine getirmiş olmaları gerekmektedir. Müslümanlar yükseliş ve çöküş yasaları bağlamında ihmalkâr veya kusurlu davranırlarsa yardım görmezler. Üstelik içlerindeki peygamber bile bu süreçte yara alabilir, sonuçlardan olumsuz etkilenebilir.
Bu arada bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Uhud Savaşı’nda Müslümanlara hezimeti yaşatan Ebû Süfyân, Halid b. Velid, İkrime, Hind ve Vahşi sonraki yıllarda İslâmiyet’i kabul etmişlerdi. İslâm’a girenlerin geçmiş günahları affedildiğine göre Allah, Uhud’da Müslümanların bu acıları yaşamasına neden müsaade etti? Burada hangi yasalar işlemektedir? Bunları analiz etmeden zafer ve yenilgilerin arkasında yatan hikmetleri anlamak mümkün olamayacaktır.