Kısaca bilgilendirmek gerekirse, ev halkı anlamına gelen Ehl-i Beyt tabiri, Resulullah Efendimiz (s.a.v.) başta olmak üzere Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhüm) Efendilerimiz için kullanılmıştır.
Resulullah Efendimiz’in (s.a.v.) pak zevcelerinden Ümmü Seleme annemizin evinde gelen vahiyde “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizi sadece günah kirlerinden arındırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” mealindeki Ahzab suresi 33. ayeti geldiği zaman Resulullah Efendimiz (s.a.v.) orada bulunan Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i abasının altına alarak “Allah’ım bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, onları günahlarından temizle!” diye dua etti. Bunun üzerine Ümmü Seleme annemiz kendisinin Ehl-i Beyt’ten olup olmadığını sordu, Efendimiz ona “Sen kendi yerindesin, sen hayır üzeresin” buyurdu. (Tirmizi, Menakıb,31)
Bu hadis-i şeriften görülüyor ki, Ehl-i Beyt olarak bilinmesi ve hakları korunması gerekli kişiler bu hadis-i şerifte ismi zikredilenler ve bunların soylarından gelenlerdir.
İslam tarihinde Hz. Hasan Efendimiz’in neslinden gelenlere Şerif, Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan gelenlere Seyyid denilmiştir.
Yukarıda zikredilen ayeti kerime ve daha sayısız hadis-i şerif dikkate alınarak bunlar Evlad-ı Resul olarak kabul görmüş ve kendilerine saygı ve sevgi göstermek Resulullah Efendimiz’e (s.a.v.) ve dolayısıyla Ehl-i Beyt’e saygı ve sevgi göstermek olarak kabul edilmiştir. Diğer insanlar arasından farkedilmeleri, tanınmaları için yeşil sarık, yeşil cübbe giymeleri bir gelenek olmuştur. İslam tarihinde onların isimlerini ve soylarını tespit eden teşkilatlar kurulmuş, bu teşkilatların başına yine Seyyidlerden kaymakamlar atanmış bunlara Nakîbü’l Eşrâf denmiştir. Nakîbü’l Eşrâflar, Seyyidlere, Seyyidlik beratının verilmesi, askerlik ve örfî vergi muafiyetlerinin uygulanması, sadaka almaları haram kılındığı için devlet tarafından kendilerine tahsisat bağlanması, lehte ve aleyhte vuku bulan davalara müdahil olunması, gibi konularda görev yapmışlardır. Ayrıca Osmanlı Devleti zamanında, Nakîbü’l-Eşrâflar padişahların taht merasimlerinde bulunmuş ve padişahların tacını ve hırkasını giydirmişlerdir.
Bütün bunlardan görülüyor ki, ehl-i sünnet görüşünün hâkim olduğu İslam ülkelerinde Ehl-i Beyt baş tacı edilmiş, özellikle şanlı ecdadımız Osmanlı, onlara çok hürmet göstermiş, hak ve hukuklarının korunması noktasında da çok özen göstermiştir. Nitekim Hz. Peygamber’e, O’nun sünnetlerine ve o kutlu soya hürmet ve sevgilerinin bereketiyle, çok uzun soluklu muhteşem bir imparatorluk kurarak tarihin altın sayfalarına adlarını yazdırmışlardır.
Muharrem ayının gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde malumdur ki bu ayın en unutulmaz olayı Ehl-i Beyt’e yaşatılan elim Kerbelâ olayıdır. Ne var ki, İslam tarihinde Kerbelâ olayı bir defa yaşanmış bitmiş sayılmamalı, sanılmamalıdır. Bugün de Ehl-i Beyt’i mağdur ve mahrum etmek, ötelemek, görmezden gelmek o kutlu soya bu elim hadisenin devamını yaşatmaktan veya reva görmekten başka bir anlam ifade etmez. Bu gaflet veya hıyanetin ahirette ciddi bir cezayı, mahcubiyeti ve mahrumiyeti getirmesi kaçınılmazdır. Zira hem Kur’an, hem hadis kaynakları bu konuda dikkate alınması farz veya en hafifinden vacip ayarında uyulması önemli bilgi ve ölçüler içerir. Yani Ehl-i Beyt kimlerdir bilinmeli, sevilmeli, sayılmalı, hakları korunmalı ve onların imamlık ve önderliklerinin kadir ve kıymeti bilinmelidir.
Nitekim Rabbimiz, Hz. Peygamber’e (a.s.m) hitaben-: “(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: “(Ben) sizden buna (size olan teblîğ vazîfeme) karşı, akrabâlıkta (âl-i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum!” (Şura, 42/23) buyurmasıyla, bu sevginin zorunluluğu ayetle de açıkça tescil edilmiştir.
Bu konudaki hadis-i şeriflere gelince, ümmetin Ehl-i Beyt’e karşı tutumunun nasıl olması gerektiğini bildirmesi noktasında oldukça zengindir. Çok bilinen birkaçından bahsederek konumuza devam etmek isterim.
Mesela, Resulullah Efendimiz’in ashabına nasihatinde “Ben size iki değerli emanet (kaynak) bırakıyorum. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri de benim Ehl-i Beyt’imdir. Onlara dikkat edin.” (Müslim) buyurmuştur.
Yine Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamberin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
“Ben size iki halife / vekil (benden sonra benim görevimi devam ettiren iki şey) bırakıyorum. Bunlardan biri; gökten yere uzatılmış Allah’ın Kitabı, diğeri de Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi (kıyamet günü) Kevser havuzu başına gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” (Mecmau’z-zevaid, 9/162)
Diğer bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Bir kimse, sahabelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt’imi sever de onların herhangi birine ayıplamada bulunmazsa, onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse, kıyamet günü benimle beraber olur.” (Kenzü’l-Ummal, h. no: 32525)
Bu saydığımız hadis-i şerifler ve aynı minvalde daha birçok hadis-i şerif bizlere şu dersi vermektedir: Ehl-i Beyt konusu çok önemlidir ve hiçbir gerekçe, neden gösterilerek yok sayılacak, görmezden, duymazdan, bilmezden gelinecek bir mesele değildir; bunun tartışması dahi yapılmamalıdır. Ama ne yazık ki bırakın o kutlu soyun hakkını gözetmeyi, Müslüman olduğunu iddia eden bazı sapık mezhep veya cemaatlerin, bizzat Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek zatını veya O’nun (s.a.v.) sünnetlerini ve hadislerini görmezden geldiği, tartıştığı bir garip dünyada yaşıyoruz.
O halde bilinmeli ki, Resulullah Efendimiz (s.a.v.) nasıl kıymetli ise, onun eşleri, çocukları ve kıyamete kadar doğacak çocukları aynı şekilde, akrabası ve torunları olması hasebiyle kıymetlidirler, sevgiyi ve saygıyı sırf bu nedenle hak ederler.
Sanırım ki, bu konunun daha iyi anlaşılması için kendi özelimizde empati ile düşünmek daha aydınlatıcı olur.
Mesela bizler için anne ve babamız, kardeşlerimiz, eşlerimiz evlatlarımız, kan bağı olan tüm akrabalarımız özeldir. Allah Teâla onlara özel muamele etmemizi ister. Öyle ki akrabaya yardımı diğer Müslümanlara yardımdan önde tutar. Çünkü akrabalar bizim kader planında seçilmişlerimizdir, sırf bu nedenle sevgi, saygı ve ilgiyi hak ederler. Onların günahkâr olanlarına tabi olmamız istenmez, ama akrabalık bağlarını korumamız, gözetmemiz istenir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ehl-i Beyt’i ve nesli de bu ümmetin özelidir. Bu nedenle onların günah veya sevaplarına bakılmadan özelde bu sevgiyi, saygıyı ve ilgiyi hak ederler. Zira bizim akrabalarımız nasıl bizim için seçilmişlerse onlar da bu ümmetin aynı şekilde kader planında özelidir, seçilmişleridir. Bu seçilmiş insanlara direkt “üstünlük takvadadır” ölçüsüyle muamele edilemez. Bu ölçü ırkçılık yapanlara, söylenir. Fasık, facir kişileri kabilesinden, ırkından dolayı imam, önder yapanlara söylenir. Ama bu ölçü peygamberin Ehl-i Beyt’ine, akrabalarına söylenemez.
Bu mesele tıpkı bizim kendi çocuklarımıza bunu söylememizin anlamsız olması gibidir. Şöyle ki, bizler bütün çocuklarımızı severiz onlar için canımızı veririz ve lâkin bu onların günahlarına tabi olmak, onlara uymak anlamına gelmez. Çocuklarımızdan takva olanlarına gerekirse uyabilir, onları imam önder de yapabiliriz, ama fasıklarına da sevgi, saygı ve ilgimizi eksik etmeyiz. Çünkü onlar bizim canımızdan kanımızdandırlar ve bizim için seçilmişlerdir. İşte aynen Ehl-i Beyt de bu ümmetin böyle özelidir, seçilmişidir. Her zaman sevgiyi, saygıyı, ilgiyi haklarını korumayı hak ederler.
Ayrıca kabul etmek gerekir ki onlar yaratılış olarak da üstün özelliklere sahiptirler. Maneviyata veya dünya işlerine kabiliyetli ve yetenekleri tartışma götürmez getirmez bir gerçekliktir... Bu nedenle içlerinden şimdiye kadar bu ümmete rol model olacak Zeyne’l-Âbidin, Ca’fer-i Sâdık, Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri gibi nice çok büyük âlim, nice büyük mürşid, Allah dostu veliler çıkmıştır. Kıyamete kadar da bu kutlu soyun seçkinleri bu ümmete her zaman ışık tutacak, onlara Kur’an ve sünnetin yolunda rehberlik, önderlik yapacaktır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bütün zamanları gözeterek, ümmetinin başına gelecek sıkıntıların farkında olarak “Ehli Beytim’in misali Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona binse kurtulur. Her kim dışında kalırsa boğulur.” buyurmuştur (El-Hakim en-Neysaburi el-Müstedrek (3/163 - 4720 numara)) . Yani bunun anlamı o gemiye binenler kurtulur binmeyenler helak olur demektir. Bu nedenle özellikle her türlü günahın, rezaletin ve imani ve itikadi fitnelerin zirve yaptığı ve adeta çözümünün imkânsız hale gelip, kördüğüm olduğu bu zor zamanda, Ehl-i Beyt’in gemisi bu ümmeti küfrün ve zulmün karanlık denizlerinde boğulmaktan kurtaracak, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yoluna ve kıyamette O’nun sancağı altına taşıyacak çok önemli bir kurtuluş vesilesidir. Muharrem ayına yaklaştığımız bu günlerde bu hakikatin bilincinde olarak Kerbelâ olayına bir de böyle bakabilmek ve yeniden değerlendirmek güzel olacaktır.
Sözü fazla uzatıp baş ağrıtmadan şu dua ile yazımıza son noktayı koyalım: Rabbim bizleri Ehl-i Beyt’in sevgisi ile hemhal olanlardan, onların gemisine binenlerden, binebilenlerden eyle! Amin!
Allah’a emanet olunuz.