Cedelü’l Kur’ân ne demektir? Çalışmanızın temel konusu ya da ana amacı nedir?
Cedelü’l-Kur’ân; Kur’ân’ın batıl iddialara ve yanlış fikirlere karşı mücadelesi demektir. Bu mücadeleyi ortaya koyan âyetlere ise cedel ayetleri denilir. Cedel âyetleri genellikle Allah’a, peygamberliğe, vahye, kutsal metinlere ve ahirete dair konularda yanlış telakkileri olan gayrimüslimleri hedef almaktadır. Bu çalışmada Ehl-i Kitab’ın ve müşriklerin ilgili konulardaki iddialarına Kur’ân’da nasıl cevaplar verildiği ele alınmıştır. Dolayısıyla çalışmadaki konuların yoğunluğu nüzul dönemine kadar ortaya atılan iddialar ve bunlara verilen cevaplar üzerinedir. Ancak bu cevapların kaynağı Kur’ân olduğu için günümüzdeki birtakım sapkın fikirlerin yanlışlığını ortaya koyan bir keyfiyete sahip olduğunu söylemek de mümkündür. Ayrıca eserde Kur’ân’ın gayrimüslimlere yönelik eleştirilerine de yer verilmiştir. Zira Kur’ân’ın üslubunun yalnızca batıl iddiaları çürüten savunmacı bir yaklaşımdan ibaret olmadığı, yeri geldikçe muhataplarının tutarsızlıklarını ortaya koyan ofansif bir yönünün olduğu da görülmektedir.
Kanaatimizce Cedelü’l-Kur’ân’ın vurguladığı iki önemli husus var. Birincisi bir şeyin varlığını/mahiyetini bilmek için sağlam bir delilin yeterli olmasıdır. Konuya dair ikinci bir delile gerek yoktur. Mahiyetini bilmek için bu şeyin keyfiyetini bilmek de gerekmez. Yani keyfiyeti anlamaya yönelik soruların cevap bulmaması onun varlığına zarar vermez. Mesela cep telefonu kullanırız. Ancak telefon nasıl yapılır veya sınırları nelerdir bilmeyiz. Bunu bilmediğimiz için cep telefonunun varlığını inkâr etmeyiz. Bir diğer ifadeyle telefonun mahiyetini bilmek onun keyfiyetini bilmeye bağlı değildir. Dahası telefonun varlığı onun parçalarını, yazılımını, donanımını meydana getiren bir mühendisin varlığına delildir. Bu mühendisin hangi ülkeden, kaç yaşında olduğu, kaç dil bildiği gibi keyfiyete yönelik sorulara cevap veremeyebiliriz. Ancak bunlara cevap veremediğimiz için mühendisin varlığını inkâr etmeyiz. İnkârcıların “eğer bir yaratıcı var ise neden şunlar şöyle tarzında sorduğu bütün sorular, bu sorulara cevap veremiyorsak bir ilah yoktur” kabulüne bağlıdır. Cedelü’l-Kur’ân ise bu kabulü yıkar ve Allah hakkındaki yanlış tasavvuru tashih eder.
Cedelü’l-Kur’ân’ın vurguladığı ikinci önemli husus ise her varlığın, varlığını kendisine borçlu olduğu bir ilahın niye, nasıl ve ne zaman gibi sorulara sığmayacağını belirtmektir. Zira bu sorular madde âlemine ait olan ve onu anlamaya yarayan sorulardır. İdrak sahipleri kendi zamanı ve mekânı gibi bireysel izafetlerinden bağımsız bir biçimde ilgili soruları soramaz. Bu hakikati fark edemeyenlerin böyle soruları sorması, onları kendi göreceli doğrularının gerçekleşmesi beklentisine ve içinden çıkamadıkları bir buhrana sürükler. Çünkü ilgili soruların bir hududu yoktur. Dolayısıyla iman etmek için her soruya cevap bulma isteği şeytanın tuzağıdır. Nitekim her bir cevap bir sonraki soruya basamak olacak ve insan kendisini içinden çıkamadığı sonsuz bir merdivende bulacaktır. Hâlbuki tüm bu soruların temelinde kişinin Allah Teâlâ’nın neyi, niye yaptığını anlayabileceği varsayımı yatmaktadır. Söz konusu varsayım da kendi içinde çelişkilidir. Çünkü ilmi sınırsız olanın bütün tercihlerinin, insan gibi izafi bir varlık tarafından bilinebileceği iddiası, bu varlığın da sınırsız bir ilme sahip olmasını gerektirir. Ancak zatı sınırlı olanın sıfatı sınırsız olamaz. Dolayısıyla hikmetini anlayamadığı fiillerde sınırsız ilim sahibine teslim olması gerekir. Neyi niye yaptığını bilmediğim veya anlamadığım veya tercihini doğru bulmadığım şey yoktur, yanlıştır, eksiktir diyemez.
Aslında benzer bir mantığı hayatımızın her alanında uyguluyoruz. Mesela alanında uzman bir doktora gidiyorsunuz. Muayeneler ve tahliller neticesinde bir teşhiste bulunuyor. Bu teşhisleri sorgulamak için tıp ilmini baştan öğrenip tahlilleri yorumlamanız aklen mümkün ama yapmıyorsunuz. Belki başka doktorlara müracaat edip onlarla istişare ediyorsunuz. Araba alacak olsanız ekspertiz raporuna teslim oluyorsunuz. Diğer meslekler için de durum böyle. Çünkü işin ehline teslim olmamak zaman ve enerji yönetimi bakımından makul bir tercih değildir. Burada kırılma noktası karşımızdakinin işinin ehli olduğuna dair emareleri yeterli bulup bulmadığımızdır. İşte Cedelü’l-Kur’ân da başta uluhiyet olmak üzere nübüvvet ve ahirete dair kâfi emareyi ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Kur’ân’ın hakikaten de beşerin üstünde bir kelam olduğunu muhatabına fark ettirir. Sonsuz bir soru cevap döngüsünden kurtulmak isteyene çıkış kapısını gösteren bir pusuladır. Ancak iman etme niyeti olmayan kimseye bu niyetini gerçekleştirecek bir hareket alanı da verir. Bir başka ifadeyle imanın konusu olan şeyleri bilginin konusu haline getirmez.
O dönemde Kur’ân hakkında müşrikleri ve Ehl-i Kitab’ı rahatsız eden nedir, nerede takılıyorlar?
Müşriklerin genel olarak kurulu düzenlerinin bozulmasından rahatsız olduklarını söylemek mümkün. Çünkü davet edildikleri din ekonomilerinden tutun sosyal statülerine kadar pek çok alanda değişimi mecbur kılıyor. Müşrikler yanlış bir biçimde de olsa Allah’a inanıyorlar. Ancak kendileri için çok önemli bir yere sahip olan “Baba” figüründen öğrendikleri çok tanrılı anlayışa (şirke) dayalı bir sistemleri var. İslam ise bu sistemi değiştireceği için bu durum özellikle Mekke müşrikleri açısından birçok problemin ortaya çıkması demek. Biz bugünkü okumalarımızı yaşanmış tarih üzerinden yapıyoruz. Bir an için Mekke müşriklerinin karşı çıkmak yerine İslam’ı kabul ettiğini varsayarsak onların Kâbe’ye ibadet için gelen çok tanrılı inanca sahip diğer Arap kabileleriyle düşman olacaklarını düşünmek zor olmasa gerek. Çünkü Kâbe’deki putlar bu kabilelerin de taptığı ilahlar konumunda. Dolayısıyla kendilerine teklif edilen yalnızca inançlarını değiştirmeleri veya tashih etmelerinden ziyade; tüm yaşamlarını değiştirmeleri ve inançları uğruna mücadele etmeleridir. Yine rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu değişimi kabul eden kimseler açısından dahi içki, kumar, faiz gibi alışkanlıkları bırakmak; daha önce paylaşmadıkları mirastan kadınlara ve yetimlere pay vermek, kölelerinin kullanım alanına kısıtlama getirmek ve bazı durumlarda onları azat etmeye mecbur kalmak, bir cariyeyi azat edip sonra kendisine evlilik teklif etmek, sınırlı sayıda kadınla evlenmek gibi hususlar kolay değildir. Çünkü tüm bunlar zengin ve statü sahibi güçlülerin, kendi haklarından ve egemenliklerinden yine kendi iradeleriyle feragat etmesi anlamına gelir. Bunları müşriklerin İslam’ı reddetmelerini meşrulaştırmak için söylemiyoruz. Nitekim bu fedakârlığı gerçekleştiren pek çok sahabi var. Bunları İslam’ı kabul etmenin ne o dönemde ne de bugün kolay olmadığının ve Müslüman olmanın bir bedeli olduğunun altını çizmek için ifade ediyoruz. Zira bu çalışma esnasında bizde oluşan kanaat insan psikolojisinin genel temayülünün aksine hakikati/doğruyu zorluğun ve kolaylığın belirlemediğidir. Başka bir ifadeyle hakikate göre hareket etmek için ne kadar zorlandığınız, onun doğruluğundan bir şey eksiltmiyor. Biz ise hakikati kendi şartlarımıza göre eğip bükmeye pek müsaitiz.
Ehl-i Kitab’ın sorunu ise onların din adamları diye tanımlayabileceğimiz Ahbâr ve Ruhbân sınıfından kaynaklanıyor. Malum olduğu üzere geçmişte okuryazarlık herkes tarafından elde edilemeyen bir lüks. Hele ki Tevrat gibi bir metni okuyabilecek çok az insan var. Sâmî dillerinde yazım açısından aynı olan tek bir cümlenin birden fazla anlama gelebilecek bir yapısı olduğunu da hesaba katarsanız meselenin ne kadar zor olduğuna dair fikir sahibi olursunuz. Dolayısıyla ilahi metinleri anlama ve şerh etme statüsündeki bu insanlar ellerinde çok büyük bir güç tutuyorlar. Öyle ki Peygamberin olmadığı bir toplumda Allah adına konuşabilecek durumdalar. Yani iş bu insanların insafına kalmış. Örneğin kendi metinlerinde Hz. Peygamber aleyhisselam’ın geleceğine ve sıfatlarının ayrıntılarına yönelik ifadelerin, bu az sayıdaki insanın onayından geçmeden bilinmesi ve kabul edilmesi mümkün değil. Bu insanların Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tabi olmaları ise ellerindeki bu gücü kaybetmeleri anlamına geliyor. Kendilerine pek çok peygamber gönderilmiş seçkin millet statüsünden, tabi millet statüsüne düşmek ve Yahudi kavmiyetçiliği gibi diğer faktörler de eklenince metinlerindeki ilgili ibareleri gizlemeyi veya tahrifi tercih ediyorlar.
Diğer yandan İncil’in durumu daha büyük bir muamma. Çünkü Hz. İsa’nın konuştuğu ve İncil’in orijinal dili Ârâmice. Ancak bugün elimizde Ârâmice bir İncil yok. Mesela Grekçe gibi tercüme iddiasında olan metinler var. Orijinal metin elimizde olmadığı için mukayese imkânımız da yok. Bununla birlikte İslam’da teslis anlayışının olmaması; Hz. İsa’nın ilah değil de peygamber olarak nitelenmesi kendilerini rahatsız ediyor. Ancak Miladi dördüncü asra kadar Hristiyan dünyasının kendisinde de teslise dair bir ittifak yok. Zaten 325 yılında yapılan meşhur İznik Konsili’nin toplanma amacı tevhide mi yoksa teslise mi inanılacağını tartışıp, bu konudaki farklı teamülleri ortadan kaldırmak. Nitekim tevhidi savunan kilise babalarından Arius ve taraftarlarının görüşü reddedildiği için kilise tarafından aforoz ediliyorlar. Yaklaşık üç asır sonra da Necranlı Hristiyanlar; teslisi kabul etmediği müddetçe kendilerinin de Hz. Peygamber’e (s.a.v.) iman etmeyeceklerini ifade ediyorlar. Buna mukabil Hz. Peygamber (s.a.v.) Ehl-i Kitab tarafından bilinen mübâhele usulünü teklif ediyor. Mübâhele “Hangi taraf yalancı ise Allah ona lanet etsin” diye karşılıklı olarak lanetleşmek demek. Mübâheleyi kabul etmezlerse kendileriyle savaşılacağı bildirilen Hristiyanlar, aralarında yaptıkları istişare neticesinde ne mübâheleyi kabul edeceklerini ne de Hz. Peygamber (s.a.v.) ile savaşacak güçlerinin bulunduğunu belirterek karşı teklif olarak vergi vermeyi öneriyorlar. Burada dikkat çeken husus Hristiyanların mübâhele yaparak vergi vermekten kurtulabilecekken bu teklifi kabul etmemeleridir. Bu durum dilleriyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini ikrar etmeseler de aslında onun gerçekten peygamber olduğunu bildiklerini, mübâhele sonucunda da azaba uğramaktan korktuklarını göstermektedir.
Peki o dönemde müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın ne gibi iddiaları ve talepleri olmuş?
Pek çok iddiaları var. Mesela müşrikler şirklerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Allah’a yakınlaşmak için putlara taptıklarını söylüyorlar. İnsanın tek hayatının dünya hayatı olduğu iddiasındalar. Dolayısıyla cennet, cehennem ve diriliş gibi kavramları inkâr ediyorlar. İnsanın vahiy alamayacağını dolayısıyla insandan peygamber olamayacağını dile getiriyorlar. Olsa bile diğer insanlar gibi yemeye içmeye muhtaç olmaması ve rızkını temin etmek için çalışmaya ihtiyaç duymaması gerektiğini öne sürüyorlar. Önce Kur’ân’ın dengi bir kelam getirebileceklerini iddia ediyor, yapamayınca da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ehl-i Kitab’tan yardım alarak Kur’ân’ı ihdas ettiğini söylüyorlar. Kur’ân 1444 sene önce bu türden iddialarda bulunan insanlara ve onların söylemlerine, sloganlarına değiniyor. Bu insanların Kur’ân hakkında “Esâtîru’l-Evvelîn” yani eskilerin masalları dediklerini tekrar tekrar naklediyor. Günümüzdeki bazı inkârcılar ise Kur’ân’a bakmaya zahmet etmedikleri için ilgili iddianın kendilerine ait olduğunu ve orijinal bir buluş yaptıklarını zannediyorlar.
Müşriklerin taleplerine gelince bunlar genellikle vahiy ve mucize ekseninde gerçekleşiyor. Mesela vahyin kendi ulularına gelmesini veya semanın kapılarının açılıp doğrudan her birine kendi isimleri yazılı şekilde sahifelerin gelmesini, hatta bunları meleklerin getirmesini istiyorlar. Çünkü onların değerlerine göre Allah toplumda statüsü daha yüksek kimseler varken haşa cenabından bir yetimle haber göndermemelidir. Yani kendi parametreleri açısından peygamberliğe daha layık kimseler bulunmaktadır. Bu sebeple beşerden peygamber olacaksa bile bu peygamberin kendi ulularından olmasını talep ediyorlar. Görüldüğü üzere statü onlar için çok önemli. Hatta Hz. Peygamber aleyhisselam’ın kölelerle, Arap olmayanlarla ve fakirlerle birlikte zaman geçirmemesini, en azından kendileri geldiğinde onlar için ayrı bir meclis kurmasını talep ediyorlar. Müşriklerin mucize taleplerinin ise muhataplarının peygamber olmasından ziyade kendi dünyevi menfaatlerine yönelik olduğunu görmekteyiz. Nitekim Mekke’den pınarların fışkırmasını talep ediyorlar ki bahçelerinden daha fazla ürünler alsınlar. Benzer şekilde ticaret yollarının üstündeki dağların kaldırılmasını istiyorlar ki daha fazla para kazanabilsinler. Yine aynı amaç için Efendimizden (s.a.v.) dağları altına dönüştürmesini talep ediyorlar.
Hristiyanlara gelince teslisin yani üç unsurlu ilah anlayışının kabul edilmesini istiyorlar. Yahudiler Efendimizin (s.a.v.) bir kurban kesmesini ve gökten gelen bir ateşin bu kurbanı yemesini talep ediyorlar. Yine müşrikler gibi onlar da semadan kendileri için bir kitap indirmesini istiyorlar. Yeri gelmişken ifade edelim ki çalışmada zikrettiğimiz üzere Kur’ân onların kendi peygamberlerinden taleplerini de bize aktarmaktadır. Örneğin tapınmak için Hz. Musa Aleyhisselam’dan put istemeleri, Allah’ı görmek istemeleri, kendileri yerine Allah Teâla’nın ve Hz. Musa’nın düşmanla savaşmasını istemeleri bunlardan bazılarıdır.
Ehl-i Kitab’ın iddialarına gelince bunlar arasında da şirk unsurlarının bulunduğunu ifade etmek mümkündür. Hristiyanların İsa Aleyhisselam hakkında, Yahudilerin ise Üzeyr Aleyhisselam hakkında Allah’ın oğludur iddiası bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Yahudilerin bazı peygamberlerin nübüvvetini kabul etmediğini, kendilerini tanrının seçkin kulları olarak gördükleri, Cebrail Aleyhisselam’ın kendilerinin düşmanı olduğunu öne sürmeleri onların iddialarından bazılarıdır.
Kur’ân, müşriklerin iddialarına nasıl bir cedel yöntemiyle ve metodoloji ile cevap veriyor?
Kur’ân’da müşriklerle çeşitli yöntemlerle cedel yapılmıştır. Bu husus muhatapların durumu, çevresel şartlar, tartışmaya konu olan meseleler gibi değişkenlerle ilişkilidir. Bunların bir kısmı muhataptan delil isteme, iddiayı ispat için meydan okuma, tutarlı olmayı isteme, düşünmeye sevk etme, kıssalara başvurma, toplumsal ve tarihi tecrübeleri kullanma, aksiyona davet etme, kronolojiye dikkat çekme, deney ve gözlem kullanma, bilirkişiye sevk etme ve mübâhele teklif etme gibi yöntemlerdir. Diğer yandan münâzara ilmine konu olan kıyas, münâkaza, mücârâtü’l-hasm, kavl bi’l-mûceb, intikal, sebr ve taksim gibi yöntemler de Kur’ân’da cedel yapılırken kullanılmıştır.
Müşriklere cevap verilirken onlarda kutsal kitap ve peygamber inancı olmadığı için genellikle onların kabul ettiği bilgi türleri kullanılmıştır. Bu bağlamda akli delillerin, tarihi ve toplumsal tecrübelerin, yaratılışla ilgili müşahedelerin ve müşriklerin kabullerine dayalı kıyasların kullanıldığı bir cedel yöntemi ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla müşriklerin yaşam standartları üzerinden onların daha iyi anlayabileceği temsiller getirilmiştir. Aynı zamanda onların kendi kabulleri arasındaki çelişkileri ortaya koyan bir cedel yönteminin kullanıldığını söylemek de mümkündür.
Müşrikler tebliğ edilen vahyi, kendi değerleri çerçevesinde yorumlamaya çalışmışlardır. Bu durum onların ilahi mesajı doğru anlamalarına engel olmuştur. Kur’ân’ın bu yönden müşriklere eleştirisi, kendi izafi anlayışını ve ölçülerini esas kabul ederek vahyi değerlendirmeye tabi tutan kimselerin hata ettiğini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Kanaatimizce Kur’ân’ın müşriklere yönelttiği söz konusu eleştiriler, ilahi vahyi yaşadıkları toplumun değer yargılarına göre değerlendirmeye tabi tutan herkes için geçerlidir.
Kur’ân’da Ehl-i Kitab’a karşı cedel yapılırken onların Allah’a, peygamberlere, meleklere ve kendilerinin Allah’ın seçkin kulları oldukları iddialarına cevap verilmiştir. Bununla birlikte onların peygamberlerden talepte bulundukları bazı hususlar da cedele konu olmuştur. Bu talepler genellikle teklifin sınırlarını aşan ve Allah’ın kendilerine takdir ettiği imtihanın formatını değiştirmek isteyen bir yapıda olduğu için kabul edilmemiştir.
Kur’ân, Ehl-i Kitab’ın iddialarına ve taleplerine nasıl bir cedel yöntemiyle cevap veriyor?
Kur’ân’da cedel yapılırken uygulanan yöntemlerin bir kısmı hem müşrikler hem de Ehl-i Kitab için kullanılmıştır. Ancak muhatapların bilgi seviyeleri ve genel kabulleri arasındaki farklılıklar sebebiyle farklı yöntemler kullanıldığı da olmuştur. Bu bağlamda müşriklere karşı genellikle onların gayba dair bilgi kaynaklarını sorgulayan akli bir cedel faaliyeti yürütülürken; Ehl-i Kitab’a karşı daha çok nakle dayalı bir cedel yöntemi kullanıldığı göze çarpmaktadır. Nitekim Ehl-i Kitab’a cedel yapılan pek çok hususta yalnızca onların bildiği tarihi tecrübelere ve kutsal kitaplarına atıflar yapıldığı görülmektedir. Böylece bir taraftan Kur’ân’ın kendi kutsal metinleriyle aynı kaynaktan geldiğine vurgu yapılırken diğer yandan hatırlatılan vakıalar üzerinden muhataplar ibret almaya davet edilmektedir.
Yahudiler ve Hristiyanlar kendi kitaplarında bilginlerinin ve ruhbanlarının sözlerine muhalif âyetler olduğunu bilmelerine rağmen bu duruma göz yumdukları ve onlara tabi oldukları için eleştirilmişlerdir. Dolayısıyla naslarla bağdaşmayan hükümleri ortaya koyup helali haram, haramı da helal sayan önderlere veya bilginlere tabi olan Müslümanlar için de aynı tehlike söz konusudur.
İlahi metinleri yorumlama hususunda Ehl-i Kitap ile müşrikler ifrat ve tefrit halindelerdir. Kur’ân’da Ehl-i Kitap, kutsal metinlerini özellikle yanlış te’villerle eğip bükerek tahrif ettikleri için tenkit edilirken; müşrikler vahyi yaşadıkları toplumun parametrelerini esas alarak değerlendirdikleri için eleştirilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiriler Kur’ân’ı anlama hususunda her iki tutumdan uzak durmak gerektiğini göstermektedir.
Cedelü’l-Kur’ân muhataplarının durumlarını gözeten, onların aklına, bilgisine ve vicdanına hitap eden bir yapıdadır. Bununla birlikte Cedelü’l-Kur’ân’da zikredilen deliller ve temsiller farklı zamanlarda ve coğrafyalarda yaşayan insanların anlayabileceği niteliktedir. Dolayısıyla hakikat arayışındaki her insanın iman etmesi için yeterli bilgi ve mantık örgüsü Kur’ân’da bulunmaktadır.
Diğer yandan unutmamak gerekir ki bilmek ve inanmak farklı kavramlardır. Zira inanç tercihe dayalı bir eylemdir. Bilmek ise tercihe konu olmayan bir farkındalıktır. Bu sebeple insan yalnızca bilmekle sorumlu tutulmamış, sahip olduğu bilgi üzere iman ve kabul ile mükellef kılınmıştır. Dolayısıyla bazı meselelerdeki bilinmezlik, bilinen meselelerdeki sorumluluğa mâni değildir. Bu bağlamda Kur’ân’ın ortaya koyduğu bilginin iman ve amel sorumluluğu getirdiğini söylemek mümkündür. Cedelü’l-Kur’ân’ın amacı da bu sorumluluğu ortaya koymaktır.