Kendini Arayan İnsan / Dr. Mehmet Öztürk

Nefs denilen olgu gerçekten çok enteresan bir hakikat bariyeridir... İnsanoğlunun bu dünyaya geliş gayesi nefsi adam etmek, terbiye etmektir. Ayet-i kerimede; “Nefs, kötülükleri emredicidir.” buyrulmaktadır. İnsan dünyaya geldiğinde ilk etapta hamdır, terbiye edilmemiştir. Emmare denilen nefs, esas itibarı ile kafirin nefsidir ve küfür kusar sürekli olarak... Fakat müminler de günah işlerken emmare sıfatı ile günah irtikap ederler.

Bizler nefsimizi adam etmemiz gerekiyor. Kuran-ı Kerim’de ifade edilen birtakım nefs mertebeleri söz konusudur. Nefs skalasının ilk basamağı nefs-i emmare, sonra levvamedir. Ondan sonra mülhime, mutmainne, radiye, merdiye şeklinde sıralanır ki bunların hepsi Kur’anî tabirlerdir. Bu aşamalardan geçilmediği müddetçe insanların hakikati kavraması mümkün değildir. 

Nefs-i emmare, ismi ile müsemma kötülüğü emreden nefs’tir. Küfürde olan bir kişi eğer iman sahibi olur veya fasık bir Müslüman biraz kendini zapt-u rapt altına alırsa günah işledikten sonra; “Yahu ben bu günahı niye işledim, keşke işlemeseydim.” diyebiliyor ise o kişi nefs-i levvame makamına yükselmiş demektir. Levvame kelime olarak “levmeden nefs” yani “kınayan nefs” anlamına gelir. Kendisini kınar yani o günahı işler, sonrasında da “Tüh ne yaptım keşke yapmasaydım.” diye pişmanlık duyuyorsa kişi o zaman “nefs-i levvame” demektir. Nefs-i emmareden biraz daha yukarıda bir kategoridir.

Onun da ötesinde kişi kendini biraz daha toplamış, çeki düzen vermiş, günah işleme eğilimi azalmış, hayır hasenat daha da artmaya başlamış yani Allah yolunda biraz daha mesafe kat etmiş iseniz; melekî duygular belirir sizde, Rahmani ilhamat oluşur. Güzel duygular hasıl olmaya ve o duyguların etkisi ile de bedeninden güzel davranışlar husule gelmeye baslar. Yani iyilikler kötülükleri aşmış, tabiri yerinde ise %50’den çok daha fazla güzellikler meydana gelmeye başlamıştır. Bu durumda güzel ilhamlar südur eder insanda. O zaman da bu keyfiyet, “nefs-i mülhime” olarak ifade edilir. 

Fakat bu da tam olarak insanı kurtarmaz, esas itibarı ile insanın kurtulacağı nefs mertebesi; nefs-i mutmainne makamıdır. Bu hakikat ile ilgili bir ayet söz konusudur, hemen herkes bilir; “Ey mutmain olmuş nefs! Rabbin senden razı sen de Rabbin’den razı olarak cennetime gir.” şeklinde ifade buyrulur ki; Allah Teala’nın cennet müjdesidir. Cennetle müjdelenme ancak ya ayet ya da hadisle mümkün olabilir. Peygamber Efendimiz tarafından 10 sahabe (aşere-i mübeşşere) bizzat cennetle müjdelenmiştir. Hz. Peygamber (sav); (sen, sen; cennetliksin) buyurmuşlardır. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Hz. Peygamber tarafından cennetle müjdelenmek; ne muhteşem bir hususiyet. Bir de ayet-i kerime ile müjdelenme var ki, yukarıda ifade ettiğimiz ayetin iktizası ile eğer mutmain olmuşsanız “Ey mutmain olmuş nefs!” hitabına nail oluyorsunuz ve cennetle müjdeleniyorsunuz… Bu “evliyalık” demek. 

Nefs meratibinde esas kaim-i makam “nefs-i mutmainne” makamıdır. Radiye ve Mardiye makamları tabiri caizse mutmainne makamının türevleri, varyasyonları mesabesindedir denilebilir. O nedenle mutmainneye talip olmak lazım gelir. Aksi takdirde her zaman şeytanın ok menzili içerisinde olur insan. 

“Kişi mürşitsiz ancak nefs-i mülhimeye kadar yükselebilir.” diye bir kelam-ı kibar vardır. Bir kimsenin herhangi bir mürşidi yoksa tek başına olarak vereceği mücadelede varabileceği makam en fazla “mülhime”dir. Mutmainneliğe ulaşması mümkün değildir. Mürşit rehberliğine gerek vardır, mürşitsiz olmaz.

Nefs-i emmare içimizdeki düşmandır, dış iş birlikçisi ise şeytan. Şeytanın insan vücudunda iş birliği yaptığı mekanizma nefs’tir. Eğer siz o nefsi ıslah eder, öldürürseniz ki nefsi öldürmekten kasıt nefsi yok etmek değildir. “Ölmeden önce ölünüz” sırrı gereği nefsin sıfat değiştirmesidir. Tabir-i diğerle nefsin üst mertebelere doğru yolculuk yapmasıdır. Allah dostu dediğimiz insanlar işte bu mutmainneliği yakalamış kişilerdir. Allah’ta önce fena, daha sonra da bekabillah olmuşlardır. Beka olduklarında bir kısmı insanları irşat ile görevlendirilirler. Sadece fena olmak irşad için yeterli değildir. Fena olup orada kalan çok velî vardır. Onlara sekir evliyaları da denir. Onlar sarhoş ve fena olmuşlar, manevî sarhoşluğa kendilerini kaptırmışlar ve orada kalmışlardır. 

Sarhoşluğun tesiri ile “Oh keyfim yerinde, ben burada kalayım.” diyebilirler. Oysaki Allah’ın lütfu uçsuz bucaksız. “Hel min mezid” (Daha yok mu?) demeli, daha yüceliklere tabi olunmalıdır. Allah’ın dergahında yok yok… Bu mazhariyet; makam peşinde koşmak değil “ali himmet” sahibi olmanın göstergesidir. 

Cemaatleşmek çok önemlidir bu zamanda. Tek başına yolculuk kolay ve tekin değildir. Eksikliklerimizi ancak cemaat içerisinde telafi edebiliriz. “Mümin müminin aynasıdır.” fehvasınca eksiklikler ancak karşıdaki kişiler sayesinde görülüp fark edilebilir. O şekilde telafi edilirse ancak başarı söz konusu olabilir. Aksi takdirde tek başına kişi mağrur olabilir, ucuba kaptırabilir kendisini. 

Daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi; insanoğlu, zıt özelliklerin bir arada bulunduğu karmaşık bir varlıktır. Hem liderlik, önderlik, halifelik gibi çok güçlü yanları hem de fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle birçok zaafları söz konusudur. Tezatların bir arada kaim olabildiği böylesi başka bir varlık pek göremezsiniz. Bir bakarsınız, adeta ‘küçük dağları ben yarattım’ edasıyla dolaşır. Bir de bakarsınız en küçük bir olay karşısında alabora olmuş ya da küçücük bir mikrop karşısında teslim bayrağı çekmiştir.

Bu iki zıt duygu dengelenmediği takdirde insan, narsizm ile aşağılık kompleksi arasında med-cezirlerin yaşandığı patolojik bir anafora sürüklenebilir. Bu hal, özellikle tek başına kalmış insanlarda daha sık görülür. İnsanın kalabalıklar içerisinde yalnızlaşması çok tehlikelidir. Bunun önüne geçmenin en güvenli ve sağlıklı yolu “cemaatleşme” olgusudur. Cemaat dayanışması, insan aşırılıklarını frenleyen balans sistemi gibidir. Her bir üye, grup içerisinde diğer üyeler için ayna konumundadır. Ayrıca önder pozisyonundaki şahsiyet, cemaatin emniyet sübabı olduğu için aykırılıklar da bertaraf edilmiş olacaktır.

Cemaat ve önderin belki de en önemli fonksiyonu, in’ikas ve insibağ mekanizmalarını müteharrik hale geçiriyor olmalarıdır. İnsan hem “taklit eden” hem de “taklit olunan” bir donanıma sahiptir. “Sığınma” güdüsü insanın en temel karakter özellikleri arasında yer alır. “Kulluk” keyfiyetinin ana eksenini de bu sığınma güdüsü oluşturur. Taklit, Allah’a sığınmaya götüren sürecin egzersizleri gibidir aslında.

Ümmet ya da cemaat içerisinde öyle bir iklim vardır ki, zaman içerisinde insanlar birbirlerine benzeşir, homojenleşir adeta aynileşirler. Bu ortam, interaktif terbiye ve eğitim atmosferidir. Herkes, dominant ahlak ve karakter özelliklere sahip lider, murakıp ya da mürşid etrafında kenetlenerek, bu üstün şahsiyete in’ikas olup onun rengiyle boyanırlar. Böylelikle insibağ tahakkuk etmiş olur.

Bir kimse ki; belli birtakım kabiliyetleri, meziyetleri, ilmi, kültürü, irfanı vardır ve farkındadır. Ondan dolayı kendisinde birtakım büyüklenme duyguları meydana geliyorsa buna “kibir” denir. Bazı ahmaklar da vardır ki; bunlar kabiliyetleri, meziyetleri, ilmi, kültürü, irfanı olmadığı halde var zannı ile davranırsa buna da “gurur” denilir. Büyüklenmenin belki biraz zekice olanına kibir, ahmakça olanına da gurur diyebiliriz. Ama her ikisinin de ortak paydası zavallılıktır. Az bir bilgisi, cezbe kırıntısı gibi belki ufak tefek yaşadığı halleri vardır. Mağrur mağrur bakar, kendisini bir şey zanneder. 

Ucub ise daha çok amelini beğenmenin adıdır. Nükteli hoş bir anektod anlatılır bu konu ile alakalı olarak: “Adamın biri camide namaz kılıyormuş sarığıyla cübbesiyle... Yanındakiler; ‘Üf be, ne de güzel namaz kılıyor maşallah, sarığı yedinci haccından, cübbesi de beşinci haccından…’ diyorlar. Bunu duyan adam daha da kasılıyor tadil-i erkan (!) içerisinde, daha da havalara giriyor, kendinden geçiyor. Sağa selam veriyor, sola selam veriyor, dönüp: ‘Aynı zamanda da oruçluyum.’ diyor.” Ucub ne acaib değil mi?.. 

Bir defasında “Müflis kimdir?” diye sorar Peygamber Efendimiz sahabeye. Birçoğu ticarette kaybeden olarak tanımlar. Peygamberimiz ise; “dünyada ibadet yapan, fakat amel defterinde bir şey bulamayan kişi” olarak tanımlar müflisi. Neden? Çünkü kibirden, ucubdan dolayı yakmıştır tüm amelini. Allah için yapmamıştır onları. Riyakarlıkla yapmıştır, ihlassız olarak ve kendisi kendisini ululamak için yapmıştır. Ondan sonra da sıfıra sıfır elde var sıfır. Allah için olmayınca kayda girmiyor. Kayda girmeyince de oraya sermaye götürüyorum sanıyor fakat mal mülk hiçbir şey yok manevî anlamda. İşte maazallah gerçek müflis budur.

İnsan bilinçli olarak yapmaz çoğu zaman bu marazi tutum ve davranışları. Bazen ihtiyaçtır. Kişi aşağılık kompleksine sahip olabilir. Kendini tatmine, kendini kanıtlamaya, fark edilmeye ihtiyacı vardır. Kendini çevresine kabul ettirmek ister. Dolayısıyla kendinde var gördüğü birtakım değerlerini pazara çıkarır ki böylelikle tatmin olacak ve ilgi açlığını giderecektir. Bir yönüyle garibanlıktır, yoksunluktur bu durum.

Mürşidler onun kibrinin arkasında yatan zilleti görürler. Aslında kibir dediğimiz şey temelde aşağılık kompleksine duyulan reaksiyonun adıdır. Karşısındaki insana “Ben senin bildiğin gibi değilim.” gardını alarak kendini olduğundan farklı göstermenin bir başka ifadesidir. Yine daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi “kompleksin” çok değişik tanımları yapılabilir. “Karmaşık duygular” olarak ifade edilse de aşağılık kompleksi, son kertede kişinin kendisini “yok” hissetmesidir. Doğuştan getirilen “varlık” duygusu ile sonradan arız olan “yokluk” duygusunun çatışması, insan için ciddi problemlere yol açabilir. Bu durum patolojik boyutlara ulaşmışsa tedavi gerektiren bir hal almış demektir. Nevroz yahut psikoz boyutunda değilse belli dozlarda yararları da söz konusu olabilir aşağılık kompleksinin. Yetersizlik duygusu sayesindedir ki kişi her zaman kendisini geliştirmek, yenilemek isteyecektir. Bu ise dinamizmdir, ilerleme için kamçı demektir. Şayet maraz boyutunda ise, bir ömür boyu huzursuzluk ve mutsuzluk nedeni olacaktır. Demek oluyor ki kibir; esas itibarıyla kişinin kendi düşüklüğüne, küçüklüğüne karşı duyduğu tepkinin, protestonun adı olmaktadır.

Nefs çok girift bir varlık. Kibir, riya, ucup, hased, cimrilik, korkaklık, yalancılık, gazap, merhametsizlik, sevgisizlik… gibi hastalıklar birbiriyle ilgilidir, birbirlerini etkiler ve birbirini tetiklerler; aynen bir domino etkisinde olduğu gibi. Bu girdaptan kurtulmak çok zordur. O nedenle bir mürşid, bir cemaat varlığı kaçınılmaz bir zarurettir. 

İbadetlere Allahu Teala’nın ihtiyacı yok, bizim ihtiyacımız vardır. Çünkü ibadetler sayesinde insan, nefsin kırk çeşit hilesini hurdasını hastalığını görebilir. 

Bizler ihlasla ibadet yapar, nefsimizle mücadele ve mücahede yaparsak Allah’ın ilahî sigortaları devreye girecektir. “Siz bildiklerinizle amel ederseniz ben size bilmediklerinizi öğretirim.” buyuruyor Rabbimiz. Onun için kulluğa ihtiyacımız var. Allah’a yakınlaştığımız nispette ferasetimiz, basiretimiz açılacaktır. Böylelikle “Furkan” denilen hakkı batıldan ayırma keyfiyeti inkişaf etmiş olacaktır. 

Nefs-i emmare mutmainliğe dönüşecek, kalb de aynı şekilde mutmainneye inkılab olacaktır. Akıl da selim olacaktır. Aklın da çeşitleri söz konusudur; aklı meaş, aklı mead gibi. Akl-ı meaş; nefsin esiri olmuş nefsin kontrolündeki akıl. Aklı mead; terbiye olmuş temizlenmiş akıl yanı selim akıl. 

Demek ki insandaki cihazatlar manevi latifeler hepsi yön değiştiriyor. Emmare iken nefsiniz mutmainne oluyor, kalbiniz mutmainne oluyor; aklınız sakimden, meaştan selime yolculuk yapıyor. Tasavvuf bunun için var. İşte evliya olmanın adı bu. Ona talip olmak lazım, karınca kararınca herkes kendi çapında onun mücadelesini vermesi gerekir.

Kendini arayan insanın kendini bulabilmesinin en temel dinamiği salih ve sadık insanlarla bir ve beraber olmaktır. Bu hususa dikkat ve riayet edilirse kötülerden olunsa bile kurtuluş söz konusu olabilmektedir. Nitekim bu hususu kanıtlayan şu hadis ne kadar da uyarıcıdır:

Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: 

Rasulullah (aleyhissalatü vesselam) buyurdular ki: Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allahu Teala’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini ‘Aradığınıza gelin!’ diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, onları en iyi bilen olduğu halde meleklere sorar:

“Kullarım ne diyorlar?”

“Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana ta’zim (temcid) ediyorlar.” derler. Rabb Teala sormaya devam eder:

“Onlar beni gördüler mi?”

“Hayır!” derler.

“Ya görselerdi ne yaparlardı?”

“Eğer seni görselerdi ibadette çok daha ileri giderler, çok daha fazla ta’zim, çok daha fazla tesbihte bulunurlardı.” derler. Allah tekrar sorar:

“Onlar ne istiyorlar?”

“Cennet istiyorlar.” derler.

“Cenneti gördüler mi?” der.

“Hayır ey Rabbimiz!” derler.

“Ya görselerdi ne yaparlardı?” der.

“Eğer görselerdi, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.” Allah Teala sormaya devam eder:

“Neden korunuyorlar?”

“Cehennemden” derler.

“Onu gördüler mi?” der.

“Hayır Rabbimiz, görmediler!” derler.

“Ya görselerdi ne yaparlardı?” der.

“Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı.” derler. Bunun üzerine Rabb Teala şunu söyler:

“Sizi şahit kılıyorum, onları affettim!”

Rasulullah (aleyhissalatü vesselam) sözüne devamla şunu anlattı:

“Onlardan bir melek der ki: Bunların arasında falanca günahkar kul var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturuverdi.” Allah Teala: “Onu da affettim. Onlar öyle bir cemaat ki ONLARLA OTURANLAR DA ONLAR SAYESİNDE BEDBAHT (ŞAKİ) OLMAZLAR.” buyurur. (Buharî)

Ne büyük bir müjde! En büyük dileğimiz odur ki; Rabbimiz bizleri müjdelenmiş o Salih kullarından kılsın. Unutulmamalıdır ki bir daha bu dünyaya geri dönme gibi bir lüksümüz asla söz konusu değildir.