Kader ve Cüz-i İhtiyarî nedir?
Kader kelime olarak; takdir, ölçme, tahmin, plan, program, talih, baht manalarına gelir. İslam terminolojisinde kader; olmuş ve olacak her şeyin, Cenab-ı Hak tarafından ezelde bilinip Levh-i Mahfuz’da yazılması ve takdir edilmesidir. Buna Takdir-i İlahi, Kısmet-i Ezelî de denir.
Yüce Allah İlm-i Ezelîsi ile olmuş ve olacak her şeyin vasıflarını, özelliklerini, nerede ve ne zaman olacağını bilir ve bunları Levh-i Mahfuz’da yazmıştır. Yazılanlar, yeri ve zamanı gelince gerçekleşir ki buna da “kaza” denir.
Cüz-i İhtiyari; insanın istediği gibi hareket edebilmesi, bir şeyi yapma veya yapmama serbestliği, iki veya daha çok şeyden birini tercih veya seçme özgürlüğü, insanın hür iradesi anlamlarına gelir. Cüz, kısım ve parça anlamına gelir; ihtiyar ise seçme, seçme iradesi demektir.
Baskı ve zorlama, iradenin özgür ve serbestçe kullanımını engeller. İnsanın dilediği gibi hareket etmesine mani olur. Bu açıdan iradenin kullanılmasında baskı ve zorlama olmamalıdır. Allah, hür ve serbest iradeyi insana vermiş ve onu böylece imtihana çekmek ve sınamak istemiştir. İnsana zorla ve ölüm tehdidi ile bir şeyi yaptırmak “ikrah” olarak adlandırılır. İnsan böyle bir durumda yaptıklarından mesul ve sorumlu değildir.
Asr-ı Saadet’te Ammar b. Yasir’e işkence yapılmış, öldürülmek istenmişti. Ammar durumu Rasulullah’a (sav) anlatınca o kendisine şunu tavsiye etti:
“Seni kâfirler bir daha tutar da sana ‘şunu bunu söyle’ derler ve işkencelerine devam ederlerse, onlara senden istediklerini söyle, işkencelerinden kurtul.”
Ammar, zorlama ve işkenceden dolayı dinden döndüğünü söylemiş ve işkenceden kurtulmuştu. O serbest ve hür iradeden mahrum olduğu için yaptıklarından sorumlu değildi.
“İlim Maluma Tâbidir” ne demektir?
İlim; okumakla, araştırmakla, görmekle, dinlemekle bir şeyin ve olayın gerçeğini, hakikatini bilmektir. Zandan/sanıdan farklıdır. Zan; kesinliği olmayan kanaat, tercih, inanç ve düşüncedir.
Malum, bilinen şey ve ilime konu olan objedir. Malumun içine, bilime konu olan her şey girer.
Antalya-lsparta karayolu vardır ve belli bir uzunluktadır. Bu “malum”dur. Biz bu yolun varlığını, 120 km uzunlukta olduğunu biliriz. Buna da “ilim” denir. Burada bizim bilgimiz/ilmimiz maluma (ilme konu olan şeye) tâbidir, ona uyar ve uyduğu için ilimdir. Bu yol 120 km olduğu için biz onu 120 km olarak biliriz. Biz 120 km dediğimiz için yol 120 km değildir. 150 km desek yol 150 km olmaz. Malum, eğer ilme tâbi olsa ve uysaydı, biz “Bu yol 150 km’dir.” deyince yol 150 km olurdu.
Yeraltında, bir bölgede petrol olduğu için onun varlığını tespit ederiz. Yani petrol var olduğu için biz onu öyle biliriz ve ilmimiz maluma tâbi olur, bilgi bilinene uyar. Petrol olmayan yerde “petrol var” desek orada petrol olmaz. Böyle söylemek ilim de değildir. Böyle iddia ettiğimiz için orada petrol olsaydı, malum ilme tâbi/uymuş olurdu.
Bilimsel verilerde konunun başka örnekleri de vardır: İlim adamları, tecrübe ve araştırmalara dayanarak, Güneş’in hangi gün, hangi saatte tutulacağını önceden tespit ederler. Günü ve saati gelince Güneş tutulur. Şimdi şöyle soralım: Güneş, onlar “Şu günde şu saatte tutulacak.” dedikleri için mi o gün ve o saatte tutuldu; yoksa güneş o gün ve o saatte tutulacağı için mi, bilim adamları o şekilde tespit ettiler?
Şimdi kader açısından konuya bakalım: “İlim maluma tâbidir.” düsturu gereğince, Yüce Allah olanları ve olacakları İlm-i Ezelîsi ile bilmektedir. O’nun ilmi/bilgisi de maluma tâbidir. Allahu Teala böyle bildiği için biz böyle yapmıyoruz; biz böyle yaptığımız ve yapacağımız için O öyle bilmektedir. Malum ilme tâbi olsaydı, Allahu Teala öyle bildiği için biz böyle yapacaktık. Bu takdirde irademizi Allah yönlendirmiş olacak ve hür irademizle serbest hareketimiz engellenecekti. Oysa Allahu Teala, olmuş ve olacakları nasılsa öyle bilir. Yani onun ilmi de maluma tâbidir. Allah’ın yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı bilmesi de bu örneklerde olduğu gibidir. Biz böyle yapacağımız için O böyle bilir. Burada ilmî bir tespit ve bilme vardır. İradeyi zorlama ve yönlendirme yoktur. İnsanlar iyilik de işlerler günah da. Zorlama ve yönlendirme olsaydı, Allah onları hem günaha yönlendirmiş olacak hem de günahları sebebiyle azap edeceği için -hâşâ- zalim olmuş olacaktı. O zaman suçlu da kader ve İlm-i İlahi olacaktı.
Verdiğimiz bütün örnekler ve yaptığımız açıklama aşağıdaki sorulara cevap olmaktadır:
“Her şey önceden biliniyor muydu?”
Evet, İlm-i Ezelî her şeyi önceden biliyordu. Fakat bilmek, zorlamak değildir.
“Madem Cenab-ı Hak, İlm-i Ezelîsi ile cennetlik veya cehennemlik olduğumuzu biliyor, o zaman irademizle gayret sarf etmemize ne gerek var?”
Allahu Teala bizim cennetlik veya cehennemlik olduğumuzu bilir. Fakat biz serbest irademizle ne yapacaksak O öyle bilir.
“Cenab-ı Hak ne yapacağımı biliyorsa ve yazmışsa benim ne kabahatim var?”
Bu sorunun cevabı da “ilim maluma tabidir” kuralının açıklaması konusunda verilmiş olmaktadır.
“Biz rüzgârın önünde uçan bir yaprak gibi miyiz?” sorusu da bu açıklamalarla vuzuha kavuşmaktadır. Biz rüzgâr önünde iradesi zorlanan, engellenen bir yaprak gibi değiliz; böyle olsa -hâşâ!- Allah zalim, adaletsiz ve merhametsiz olurdu. Zorla yaptırdıklarına ceza takdir etmesi bunu gerektirirdi. O zaman; emir ve nehyin, iyilerin övülmesi ve kötülerin yerilmesinin de anlamı olmazdı.
“Kaderin (yani yapacaklarımızı Allah’ın bilmesinin) fiil ve hareketlerimiz üzerinde bir etkisi var mıdır? Kader bizi yönlendiriyor mu?”
“İlim maluma tâbidir” ilkesi gereğince, nasıl yapacaksak Allah öyle bilir. Kader, kulun iradesi ve kesbi ile Allah’ın yaratmasıyladır.
İlm-i Ezelî nedir?
Ezel, kelime olarak; iptidası, başlangıcı olmayan, her zaman ve bütün zamanlarda olan demektir. Ezelî ise; ezele mensup, ezelle ilgili, devamlı var olan, varlığının başlangıcı olmayandır. İlm-i Ezelî; varlığının başlangıcı olmayan, her zaman var olan ve bütün zamanları kucaklayan ilim demektir. Bu açıdan ezel, mazi silsilesinin bir ucu değildir. Ezel; maziyi/geçmişi, geleceği ve hali/şimdiki zamanı birden görür, bilir ve tutar. Bu açıdan ezelî’yi, geçmişin ön ucu gibi hayal etmemek gerekir. İlm-i Ezelî de bu tür kabule dayanan ezelle ilgili bir ilim değildir.
Bir ayna var sayalım. Bu ayna; olmuş, olacak ve olan her şeyi aynı anda görmekte, bilmekte ve kaydetmektedir. Ayna böylece İlm-i Ezelî gibi görev yapmış olacaktır.
Bir karınca “A” noktasından yola çıktı, şu an “B” noktasında ve “C” noktasına doğru yürüyor. O karınca için şu an “A” noktası mazi/geçmiş, “B” noktası hal/şimdiki zaman ve “C” noktası da gelecektir.
Aynı hadiseyi yüksekten ona çevrilen bir ayna ile birlikte düşünelim. O aynada aynı anda A, B ve C noktaları birlikte görülecektir. Karınca için A noktası geçmiş, B noktası şimdiki zaman, C noktası gelecek iken, ayna için aynı durum söz konusu olmayacaktır. Ayna maziyi, hali ve geleceği bir anda tutar. İlm-i Ezelî de bu ayna örneğinde olduğu gibidir. Geçmişi, geleceği ve hali bir anda görür, tutar ve bilir. Kader de İlm-i Ezelînin bir nev’i/türüdür; o da, mazi, hal ve istikbali birden görür, tutar ve tespit eder. Karınca, nasıl kendi iradesi ile hareket eder ve ona bakan ayna onun geçmişini, geleceğini ve şimdiki zamanını birden görür ve tespit ederse kader denen İlm-i İlahî de öyledir. O gördüğü, tespit ettiği için biz yapıyor, işliyor değiliz. Biz yaptığımız, işlediğimiz için ayine misal (ayna benzeri) olan İlm-i Ezelî görmekte, bilmekte ve tespit etmektedir.
Kader, iradeyi engellemez mi?
İrade kadere münafı (zıt, mugayir ve aykırı) değildir. Belki kader, iradeyi (cüz-i ihtiyarîyi) teyit eder, onu zorlamaz, iradeli hareketi engellemez ve onu iptal etmez. Çünkü bilmek, görmek, olmuş ve olacağı tespit etmek başka; zorlamak başka şeydir. Kader, nasıl olacaksa öyle görür, bilir ve tespit eder.
Farklı bir uydu düşünelim. Bu uydu; bir insanın yaptığı, yaşadığı, düşündüğü her şeyi, geçmişini, geleceğini ve şu anını birden görüyor ve tespit ediyor. Diğer yandan insan hür iradesiyle hayatını yaşıyor; kararlar veriyor, iyilikler, kötülükler işliyor, doğrular ve yanlışlar yapıyor. Bu uydu bütün bunları yani geçmişi, hali/şimdiki zamanı ve geleceği birden görüyor ve biliyor. Fakat insana ve hür iradesine karışmıyor, onu zorlamıyor. Bu durumda uydunun bilmesi, görmesi, insanın iradesini iptal etmez, onun özgürlük ve iradesine münafı değildir. O insan bir yandan iradesiyle yapacağını yaparken, diğer yandan yaptıkları, yapacakları bilinmektedir.
Geleceği bilme, görme ve tespit etme konusuna dair örnekler verebilir misiniz?
Bazı durumlar bilimsel olarak da önceden “tespit ” veya “tahmin ” edilebilmektedir. Şu örnekler konuyu anlamamıza yardım edebilir:
Düz bir ovada, 500 m. yüksekliğinde bir kule farz edelim. Kulenin hemen yakınından bir demir yolu geçmektedir. Kulenin en yüksekteki odasında biri oturmaktadır. Adamın işi trenlerin hangi saatte kulenin önünden geçtiğini tespit etmektir. Bu adam, 100 km. ileriden gelen trenleri ve hızlarını teknik donanımla tespit eder. Meselâ 100 km. uzaklıkta olup 80 km. hızla yol alan bir trenin, saat kaçta kulenin önünde olacağını basit bir hesapla ortaya çıkarır ve kaydeder. Fakat kule önünden gelip geçen trenlerin makinistleri bunun farkında değillerdir. Bir gün görevli, kulenin doğusundan 100 km. uzaklıktan, 80 km. hızla bir trenin geldiğini görür. Aynı anda kulenin batısından da 80 km. hızla bir trenin geldiğini tespit eder. Bu hızla gelen trenlerin, nerede ve ne zaman çarpışacaklarını hesap eder ve yazar. Onun önceden bildiği ve tespit ettiği gibi çarpışma gerçekleşir. Bir kişi ortaya çıkıp o adama, “Sen önceden bu tespiti yaptığın için iki tren burada çarpıştı. Bu kazada suçlu sensin.” dese bu ne kadar mantıklı olur?
Bu örnek de gösterir ki; suçlar kadere, Allah’ın ilmine ve bilmesine yüklenemez. Yaptıklarımızda kader suçlanamaz. Ama kaderi yanlış anlayanlar şöyle diyebiliyorlar:
“Kaderimizde yazıldığı için ben bu günahı işledim.”
Bunlara trenlerin çarpışması örneğinden hareketle şöyle cevap verilebilir:
“Hayır, bu günahı işleyeceğin için kader, İlm-i İlahi onu öyle yazdı.”
Bir örnek daha verelim.
Trafik kontrolü yapan emniyet görevlisi, hız sınırını aşan bir aracı durdurur. Şöyle der:
“Beyefendi! 140 km hızla radara takıldınız. Üzgünüm, ama size ceza yazmak zorundayım.” Sürücü buna şu itirazda bulunsa mantıklı ve doğru olur mu: “Radar tespit ettiği için ben 140 km hızla gittim.”
İrade-i cüz’iyemizle, hür irademizle yaptığımız işlerle kaderin ilişkisi; tren ve radar ilişkisinde olduğu gibidir.
“İnsan kendi kaderini kendi mi çiziyor? Her şey önceden belirlenmiş midir?” sorularının cevapları da bu ve benzer örnekler ışığında ortaya çıkacaktır. Bazı insanlar kaderi inkâr etmek için şöyle derler: “Kader yoktur, insan kaderini kendi çizer.”
Bazıları da kadere inandıklarını, ama her şeyi hür iradeleriyle yaptıklarını anlatmak için şunları söylerler: “Kader vardır, ama bu bizi zorlamaz, irademizi elimizden almaz ve iptal etmez; insan kendi kaderini kendisi çizer.”
Mutezile mezhebi, kader ve kaza’yı kabul etmez. İnsanı tam, mutlak irade ve güç sahibi görür. Onlara göre insan tam seçme ve yapma (fiillerini yaratma) sahibidir. Bu açıdan seçtiklerinin ve yaptıklarının sorumlusudur.
Mutezile’ye göre, insan kaderinin önceden tayini diye bir şey yoktur. İnsan kaderinin tayini Allah’ın elindedir. Ehl-i Sünnet’e göre ise insanın kaderi bir yandan kendi elindedir, diğer yandan Allah İlm-i Ezelîsi ile önceden bunu takdir etmiştir. Kaderle olan hiçbir şey Allah’ın ilmi dışında değildir. Ehl-i bidat mezhebi olarak anlatılan, Mutezilî görüşü benimseyenler, kaderi inkâr için, “İnsan kendi kaderini kendi yaratır.” diyebilmektedirler.
Allah, insanların iyi ya da kötü yolu seçeceklerini biliyorsa o halde neden insanları deniyor?
Allahu Teala her şeyi bilir, görür ve işitir. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili çok sayıda ayet vardır. Allah her şeyi bildiğine göre, tüm canlıları, cansızları, onların yaptıklarını da bilmektedir. Biz insanların da yaptıklarını ve yapacaklarını bilmektedir. Burada şöyle bir soru sorulmaktadır: “Öyleyse bizi denemek, imtihan etmek için neden dünyaya getirdi? Bizi hiç imtihana çekmeden cennete veya cehenneme sokabilirdi?”
Bu soruya şu karşılığı verebiliriz: Böyle bir varsayıma göre cehenneme girenler, cezalandırılanlar şöyle bir itirazda bulunmazlar mıydı? “Ey Allahım! Beni yaratmadın, ben bir şey yapmadım. Sen beni yapmadığım şeylerden dolayı cezalandırıyorsun, bu zulüm ve adaletsizlik değil midir?” Yüce Allah buna karşılık; “Ama ben yanılmaz ilmimle senin kaderinde olan günahları işleyeceğini biliyordum. Bu yüzden seni yaratmaya ve denemeye lüzum görmedim.” dese insanlar bu kez şu itirazı yapmazlar mıydı: “Sen beni yaratsan, imtihana çeksen, belki ben farklı şeyler işler ve cezadan kurtulurdum.”
Bir öğretmen düşünelim. Bir talebenin dersinin çok zayıf olduğunu biliyor ve ona şöyle teklifte bulunuyor: “Evladım! Bu dersin çok zayıf; yüz üzerinden 50 almak bir yana, sen yazılı sınavda 20 puan bile alamazsın. Ben bunu adım gibi biliyorum. İstersen sen yazılıya girme, ben sana 20 puan takdir edeyim.” Öğrenci ona şöyle cevap veriyor: “Hocam, belki yapabilir, 20 puandan fazla alabilirim. Belki de 50-60 puan alır, dersten geçerim.”
Öğretmen, onun dersten kalacağını tahmin etse, hatta bunu adı gibi bilse de onu imtihan edecek ve deneyecektir. Böylece öğrenci, psikolojik olarak tatmin olduğu gibi, “Beni sınav yapmadı, aslında ben çalışmıştım ve bu dersi geçecektim.” itirazını da yapamayacaktır.
Allahu Teala kaderde olacakları Levh-i Mahfuz’da tespit edip yazmasına rağmen, insanları yaratmış, imtihana tabi tutmuştur. Çünkü insanlar aksi takdirde itirazda bulunabileceklerdir. Nisa suresi 165. ayet de bu konuyla ilgilidir. Ayette şöyle buyrulur:
“Cennetle müjdeleyici ve cehennem azabıyla korkutucu bir kısım resuller gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların kıyamette: ‘Bizi imana çağıran olmadı.’ diye Allah’a karşı bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah azîz ve hakîmdir.”
Demek ki Yüce Allah kaderde yazılanların olacağını bildiği için insanları yaratmasa ve imtihan yeri olan dünyada denemeseydi, insanlar şöyle diyebileceklerdi: “Bizi yaratmadın, dünyada denemedin, denemek için de peygamberler göndermedin, cennetle müjdeleyip cehennem azabıyla korkutmadın. Bizi imana çağıran olmadı. Şimdi de ‘Kaderinizde bu yazılıydı. Yaratsam ve denesem de cehennemlik olacaktınız.’ diyorsun. Oysa biz cehennemi hak edecek bir günah işlemedik. Sen işlemediğimiz amellerle bizi ateşe atmak istiyorsun. Bu konuda biz mazuruz, özürlü sayılırız.”
Allah, insanların kendine böyle bir itiraz, özür ve hüccet/delil sunmamaları için onları yaratmakta, imtihana çekmektedir. Bu onun Hakîm (hikmet sahibi) olmasının da gereğidir.
Konuyla ilgili bir başka ayet de şöyledir:
“(Resulüm, inkârcılara) yaptıkları inkâr ve isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azap geldiği zaman, ‘Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uyup mümin insan olsaydık...’ diyecek olmasalardı, seni resul olarak göndermezdik. Biz ancak, onların bu sözünü kesmek için seni gönderdik.” (Kasas, 28/47)
Şu halde sadece kader defterine göre muamele görüp azap görecek olanlar, şu itirazda bulunacaklardı: “Bizi yaratmadın, imtihana tâbi kılmadın, iyi nedir, kötü nedir bildirecek bir resul de göndermedin. İmtihana tâbi tutup bir peygamber gönderseydin, biz onunla gönderdiğin ayetlere uyar, müminlerden olurduk.”
Yüce Allah onların bu itirazını engellemek için resuller göndermiş ve son peygamber Hz. Muhammed’e (sav) bu hikmetten dolayı nübüvvet vermiştir. İnsanlara peygamber göndermenin hikmetlerinden birinin de bu olduğunu açıklamıştır.
Ayrıca Allahu Teala, insanları yaptıklarından dolayı cezalandıracaktır. Bu konuyla ilgili ayetlerden biri şöyledir:
“Yaptıklarına karşılık bir ceza/karşılık olarak (görecekler)” (Kasas, 28/84)
Bu sır ve hikmetten dolayı, ehl-i fetret olanlar iman ve ibadetle sorumlu değillerdir. Allah’ın insanları yaratması ve peygamberler göndererek imtihana çekmesi de bu sır ve hikmetten dolayıdır. Çünkü o alîm olduğu gibi hakîmdir de. Hikmeti böyle yapmasını gerekli kılmaktadır.
Bir ayette konuyla ilgili şöyle buyrulur: “...Allah onları kespleriyle yaptıklarından dolayı nifaka itti...” (Nisa, 4/88)
Bir başka ayet de şöyledir: “Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkaf, 46/14)
Bu ayetler de kulun yapmadıklarından ceza görmeyeceğini göstermektedir. Farz-ı muhal kader olmasa bile, kullar ancak işlediklerine karşılık iyi ve kötü karşılık (ceza) göreceklerdir. “İnsanlar ancak amellerine karşılık ceza görürler; amelleri iyiyse iyi, kötüyse kötü.” (Kasas, 28/84)
Cenab-ı Hak Mâlikü’l-Mülk’tür, her şeyin gerçek sahibidir. Kâinatın hükümranlığı O’nun elindedir. Mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir. Bu açıdan o yaptıklarından dolayı hesaba çekilmez. O’na mani olunamaz, işlediklerinden dolayı O’na meydan okunamaz ve karşı çıkılamaz. Her şeye Kadir, her şeyi bilen, gören, hikmetle tasarruf eden ulûhiyet bunu gerektirir.
Ayrıca o her şeye Kadir bir İlah olmakla ayette belirtildiği gibi, “fa’âlün limâ yürid”dir. (Burûc, 85/16) Yani istediğini istediği gibi yapar. Zaten istediğini istediği gibi yapamayan, bundan aciz olan, ne yapacağını bilemeyen veya yapacaklarını yarattıklarına danışan ve onların arzularına ve isteklerine göre hareket eden bi varlık ilah değildir. Çünkü bu durum böyle bi varlığın acizliğini, ilim, kudret, hikmet ve iradesinde noksanlığını gösterir. Dolayısıyla O’nu yaptıklarında hesaba çekmek, eleştirmek, O’na bu konuda isyan ve itirazda bulunmak da kulların ve yaratılmışların hakkı ve haddi değildir. Böyle yapmak isteyenler hakları ve kulluk sınırlarını aşan bir şeyi yapmak istemektedirler. Böyle bir durumda “Kâinatın hükümranlığı, yaratılması, bu düzenin devam ettirilmesi bizim istek ve arzularımıza göre olsun.” demek istemiş olurlar. Bu da onların hakları ve hadleri olmayan ilahlığa soyunmuş olmaları anlamına gelir.
Levh-i Mahfuz’da Yazılanlar
Hadid suresinde bulunan iki ayet de kaderin varlığı ile birlikte, insanların bu dünyada imtihana çekilmelerinin hikmetini şöyle açıklar:
“Yeryüzünde vuku bulan (zelzele, kıtlık, kuraklık vb musibetler) ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılmış) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd, 57/22)
“Böylece elinizden çıkanlara (nimetlere) üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdikleri nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.” (Hadîd, 57/23)
Bu ayetler, kader konusunda önemli mesajlar verirler:
•Demek ki kader vardır. İlk ayete göre yeryüzünde olacaklar ve insanların başına gelecekler, olmadan ve yaratılmadan önce kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmıştır.
•Olacakların ve insanların başına geleceklerin, daha önceden bilinmesi ve yazılması, bize göre zor ve imkânsız olsa da bu Allah’a göre kolaydır. Çünkü O İlm-i Ezelîsi ile olmuşları ve olacakları bilir, O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
•Kaderin varlığının hikmetlerinden biri de “Elden çıkan nimetlere üzülmemek ve Allah’ın verdiklerine şımarmamaktır.” Bir musibete uğrayan, zorluğa düşen, nimet elinden giden mümin, bu ayete göre kendini şöyle teselli etmelidir: “Kaderimde varmış ki böyle oldu.”
Yani kadere iman; böylece mazide ve musibetlerde kaderin ilacı olur, insanı ümitsizlikten kurtarır. Böylece “Kadere iman eden kederden emin olur.” düsturu hayata geçirilmiş olur. Bu gerçeği arifler de şöyle ifade etmişlerdir: “Kaderde Allah’ın sırrını bilene musibetler hafif gelir.”
Konuyla ilgili olarak İbn-i Abbas’ın şu sözü de meşhurdur:
“Mümin musibetini sabra, nimetini şükre çevirir.” Yani mümin musibetlere sabreder, rıza ile mukabele eder. Ona bir nimet gelince de nimetten nimeti verene, nimetten in’ama, in’amdan mün’ime yönelir. Nimetleri Allah’ın verdiğini bilir, O’na isnat eder, tahdis-i nimetle şükreder. Böylece, ezelde takdir edilen nimetler onun şımarmasına değil, şükre yönelmesine sebep olur. “Allah’ın size verdikleriyle şımarmayınız.” ihtarına uyulmuş olur.
Hayır ve şer Allah’tandır; hayırları ve şerleri yaratan odur. Bu açıdan insan, nimetleri ve hayırları kendinden bilip, kibre, gurura ve ucba girmemelidir. Allah böylesini sevmez.