Ölüm, üzerinde düşünülmesi, tefekkür edilmesi gereken çok önemli bir hakikattir. İman üzere ölmek ise ondan daha büyük, daha önemli bir hadisedir şüphesiz. Evet, ölüm olayı; insan üzerindeki dünyaya ilişkin bütün unvan ve sorumlulukları kaldıran, fakirle zengini, beyle uşağı, komutanla askeri, efendiyle köleyi aynı seviyeye getiren müthiş bir olaydır. Bu nedenle Efendimiz’in (sav) “Ölümden ibret alın, onu unutmayın.” demesi boşuna değildir. Ayrıca insanlar ölümle birlikte, sonsuz bir yokluğun değil de ebediyete uzanan yeni bir hayatın başladığını iliklerine kadar fark eder, iman denen cevherin ne kadar kıymetli olduğunu işte o zaman hakkıyla anlarlar. Çünkü ayetlerle de sabittir ki ölüm anı, ahiretin varlığı hususunda insanlarda kesin bir bilgi halinin de oluştuğu bir zaman dilimidir. Ölüm meleği görülür, münker nekir melekleri fark edilir, gözler önündeki birçok perdeler kalkar ve peygamberlerin haber verdiği tüm hakikatler apaçık ortaya çıkar. Evet, ayet ve hadislerin haber verdiği bu gerçeklere, binlerce keramet sahibi velilerin tevatür derecesindeki ilham ve keşifleri de şahitlik ederler. Yalnız o saatten sonra iman etmek hiçbir anlam ifade etmeyeceği ve pişman olanlara yeni bir hak verilmeyeceği için, ölümle gelen o yakînin hiçbir faydası yoktur. Bu nedenle, iman üzerine ne kadar konuşulsa azdır. Ne kadar önemle durulsa da yeridir.
Kalbin acayip hallerindendir ki, keşif yollu, kabir ehlinin hallerine ve imansız gidenlerin çokluğuna şahit olan veliler, imanı kaybetmekten korkmuşlar ve bu telaş onları dünyada hep teyakkuz halinde tutmuştur. Efendimiz’in (sav) duaları da bu yönde uyarıcıdır. Kendi adına imansız gitme gibi bir durum söz konusu olmasa da ümmeti adına endişeleri ve iman denen duygunun sadece insanın kazancıyla olmaması gibi gerçekler, peygamberleri de velileri de ürkütmüş, korkutmuştur. Nitekim Ümmü Seleme (r. anha) validemizden nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz (sav); “Ey kalpleri halden hale değiştiren Allahım! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl.” duasını dilinden düşürmemiştir. (Tirmizî)
“Ya Resulallah! Bu duayı ne çok yapıyorsunuz?” diyenlere de “Kalbi, Allahu Teâlâ’nın kudret ve tasarrufunda olmayan hiç kimse yoktur. O, dilerse doğruda sabit kılar, isterse kaydırır.” cevabını vermiştir. (Tirmizî)
Allah’ın Yardımı Olmadan İmanı Korumak Mümkün Değildir
Evet, imanı korumak ve bu istikamet üzere kalabilmek Allah’ın yardımı olmadan mümkün değildir. Bu sebeple ilmimiz veya aklımız her ne kadar iman hususunda bize güven verse de şeytanın ve yaratılışımızda bize verilmiş şeytandan daha tehlikeli bazı duyguların oluşturabileceği vesveselerden etkilenmemek ve şerrinden emin olabilmek ancak Rabbimiz’in iman üzere kalbimizi sabit kılmasıyla mümkündür. Bu sebeple iman konusunda garanticilikten, kibir ve gururdan kaçınmak, acizliğinin farkında olmak ve bu acziyet duygusunu hiç kaybetmemek gerekir ki bu hal de ancak devamlı dualara iltica etmekle, sığınmakla mümkündür. Efendimiz de (sav) bu konuda bize rehberlik edip yol göstermiştir.
“Allahım! Bize imanı sevdir ve onu bize güzel göster. Küfürden, fasıklıktan ve isyandan nefret ettir. Bizi doğru yolda olanlardan eyle.” (Hâkim, Da’avat, 1868)
“Allahım! Senden teslim olmuş bir kalp ve doğru söyleyen bir lisan lütfetmeni niyaz ediyorum.” (Tirmizî, Da’avat, 23)
“Ey kalpleri çekip çeviren Rabbim! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”
Evet, Rabb-kul ilişkisinde dualarımız çok önemlidir. Hem de “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!...” (Furkan, 25/77) ayetiyle uyarılacak kadar…
İman duygusu, herkeste aynı derinlikte aynı kuvvet veya güçte değildir. Yani kimsenin imanı kimseye benzemez. İmanın kuvvetini ölçen bir alet yoktur ama Allah’a duyulan sevgi ve güven bu konuda önemli bir kıstastır. Kimin Allah’a itimadı ve güveni güçlü ise imanı da o kadar güçlüdür. Bu sebeple tevekkül denen ve müminlere farz olan Allah’a teslimiyet ve güven duygusu, Müslüman’ın kazanması gereken önemli bir duygudur. Tasavvuf adı altında faaliyet gösteren manevi disiplinler de aslında sevgi ve güven denen iki duyguyu artırarak, kişileri Allah’a iman hususunda güçlü bir yakîn haline taşımaya çalışan müesseselerdir. Allah dostlarının bütün uğraşısı; aklen ve kalben iman edip kabul ettikleri Rabblerini, nefsi emmare denen ve kolay inanmayan ve teslim olmayan yine insana ait menfi bir yapıya, tam bir tatmin duygusuyla iman ettirme mücadelesidir. Çünkü İslam’ın emrettiği güzel ahlakların temeli güçlü bir imana ve güçlü bir Allah sevgisine dayanır. Tasavvufî terminolojide iman üçe ayrılmış; ilme’l-yakîn, ayne’l yakîn ve hakka’l-yakîn şeklinde de tasnif edilmiştir. Müminlerin gözü hakka’l-yakîn olmalı veya en azından ayne’l yakîn denen iman için çalışmalıdırlar. Bir örnekle kısaca bu üç imanı şöyle açıklayabiliriz: Ağzında bir şeyler çiğneyen bir insanın bir şey yediği bilinir. Bu kişinin yediği yemeğin lezzetini bize anlatması, adını telaffuz etmesi bizde o yemek hakkında ilme’l-yakîn iman oluşturur. Yediği yemeği görmemiz ise ayne’l yakîn bir iman oluşturur. Ama yediği şeyden bize de tattırırsa hakka’l-yakîn denilen iman oluşur. Bu sebeple bir yemeğin lezzeti nasıldır, onu ancak damağı ve dili lezzet alabilen kişiler anlayabilirler. Bunun gibi, namaz kılan, türlü zikir ve ibadetlerde bulunan bir kişinin kalbi bu amellerden lezzet alabiliyorsa onun kalbi sıhhatli demektir. Aksi durum ise manevi anlamda hastalık halidir ki o halden şifa bulmak için çare aramak gerekir. Evet, amellerden lezzet almak, yemeğin lezzeti gibi gerçektir. Hatta fiziki tatlardan daha baş döndürücü, daha sarhoş edici olan manevi lezzetlerin varlığı, hem hadislerde hem de gelmiş geçmiş yüz binlerce -ehlullah şeklinde de adlandırılan- âlimin tevatür derecesindeki keşif ve beyanları ile haber verilmiştir. İşte bu lezzetleri alabilmek için imanın kalpte vicdanileşmesi, yani akıl ile birlikte duygu ve sezgilerin de devreye girmesi gerekir ki Kur’ân’da “Ey mutmain olmuş nefs!” diyerek hitap edilen iman haline işte böyle ulaşılır.
Kişi, Mümin Olarak Sabahlayıp Kâfir Olarak Akşamlayacak
Özellikle yaşadığımız dönem, fitnelerin ve dinden dönmelerin, imansız gitmelerin çok olacağı bir zaman dilimidir ki hadislerle bildirilmiştir. Mesela, Ebû Mûsa el-Eş’arî ‘den Resulullah’ın (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şüphesiz kıyametin hemen önünde, karanlık gecenin parçaları gibi büyük fitneler çıkacaktır. O fitnelerde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlayacak; mü’min olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlayacaktır. O fitnelerde oturan, ayakta durandan; yürüyen, koşandan daha hayırlıdır. (O zaman) siz yaylarınızı kırınız, kirişlerinizi (yay iplerinizi) parçalayınız, kılıçlarınızı taşa vurunuz.” (Tirmizî)
Okuyucularımızdan bu günleri yaşamadığımızı söyleyebilecek bir kimse çıkmaz eminim. İşte bu zamanda imanı korumanın, ateşi elde tutmak kadar zor olacağı da hadislerde ifade edilmiştir. Bu zamanı zor yapan sebepler ise özellikle bilginin çokluğu ve bilgi kirliliği. İnternetin zararlı yayınları, televizyonların ahlaki kural tanımayan film ve dizileri vs. sayılabilir. Evet, işte günaha ulaşmanın bu kadar kolay, ama günahtan kaçınmanın çok zor olduğu bu ahir zaman tablosunda imanı korumak zordan da zor bir durumdur. Çünkü özellikle günahlara çok düşkün olmak, tövbeleri ise ihmal etmek, imanı kaybetme riskini üzerimizde ciddi bir şekilde taşımamız anlamına gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kul bir hata yaptığında kalbinde siyah bir leke olur. Eğer günah işleyen tevbe ederse kalbi parıldar. Eğer (tövbeyi terk ederek) tekrar günah işlerse zamanla bu siyahlık kulun bütün kalbini kaplar.” Bu hadis-i şerif, Allahu Teâlâ’nın Kur’ân’daki şu buyruğuna işaret eder: “Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn, 83/14)
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/6, 7) Ayette ifade edildiği üzere, Allah korusun bu mesele aynı zamanda kalbin mühürlenmesi denilen meseledir. İşte bu hale düşen kişi, iman noktasından, artık bir daha tövbeye yönelemeyecek kadar uzaklaşabilir.
Bir okuyucumuz “Allah onların kalplerini mühürledi, onlar artık gerçeği anlayamazlar, o zaman bu kişilerin suçu ne, bu konuyu nasıl anlamamız gerekiyor?” diye sormuştu. Ben de okuyucumuza şöyle dedim: İflas eden bir ticaret erbabının iş yeri, icra alacaklarından dolayı kapatılıp kapısı mühürlenebilir, bu bilinen bir gerçektir. Şimdi bu durumda iş yeri haksız yere mi mühürlendi, yoksa tüccar iflas etti, borçlarını ödeyemedi de mi mühürlendi?” Soruyu soran anladım dedi ve gülümsedi. İşte Rabbimiz kulların kalbini önce mühürleyip de sonra niye inanmıyorsunuz diye kullarını cehenneme atmaz. Allah’ın mühürlemesi de böyle olduğu için kimse ahirette suçunu başkasının üzerine atamaz.
Kargaşa ve Karışıklığa Sebep Olmamak
Biraz önce ifade ettiğimiz hadiste; imansız gitmelerin yanında, ahir zamanda müminlerin birbirlerine düşmanlığı, kargaşa ve karışıklığa sebep olmaları, bu tavırlarını zalim bir kâfire düşmanlıktan daha öteye taşımaları konusuna da dikkat çekilmiştir. Efendimiz’in (sav) beyanı açıktır ki insanlar şiddete, teröre işi asla vardırmamalıdır.
Sa’d b. Ebi Vakkâs’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
“Rabbim’den üç şey istedim. Bana ikisini verdi, birini vermedi. Rabbim’den, ümmetimi açlıkla helak etmemesini istedim; bunu bana verdi. Ondan, ümmetimi suda boğmakla helak etmemesini istedim; bunu da bana verdi. Rabbim’den, ümmetimin toplulukları arasında savaş çıkmamasını istedim; bunu bana vermedi.”
Bu hadisten çıkarılacak mana şudur ki Müslüman’ın en büyük fitne ve imtihanı yine Müslüman’la olacaktır. Nitekim tarihi gerçekler bu hadis-i şerifi çok açık bir şekilde doğrulamaktadır. Bu açık uyarıya rağmen ne yazık ki Müslümanlar binlerce seneden beri kendi aralarındaki savaşlardan kurtulamadılar ve bu iç çekişmelerden gördükleri zararı gayri müslimlerden görmediler. Evet, maalesef tarih boyunca müminler kendi içlerindeki imtihanları çok iyi geçemediler. Günümüzdeki Müslümanların durumuna bakınca da görülüyor ki hâlâ bu sınavlardan iyi notlar almıyoruz.
Bu konu ile ilgili hadisleri ibret için paylaşıp yazımızı noktalayalım.
“Yaklaşan şerden (dolayı) vay arapların haline, Elini (savaştan) çeken kurtuldu.” (Buhari, Müslim, Ahmed, İbn Mace ve Ebu Davud)
“Şüphesiz mesut kişi, fitnelerden uzak kalandır. Şüphesiz mesut kişi, fitnelerden uzak kalandır. Şüphesiz mesut kişi fitnelerden uzak kalan, bir belaya uğradığında sabredendir. (Fitneye katılana) vah yazık!” (Ebu Davud)
Ebu Musa’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Benim şu ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ona ahirette azap yoktur. Onun dünyadaki azabı, fitneler, zelzeleler ve birbirlerini öldürmeleridir.” (Ebu Davud ve İbni Mace)
Hemmâm b. Münebbih şöyle demiştir: “Bunlar, Ebu Hureyre’nin Resulullah’tan bize anlattığı bilgilerdir, hadislerdir. Kendisi bize bir kısım bilgiler, hadisler zikretmiştir. Bu bilgilerde, hadislerde Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“İki büyük topluluk vuruşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu iki topluluk arasında çok büyük savaşlar olur, hâlbuki bu ikisinin davaları birdir.” (Müslim ve Buhari)
Rabbim bu tür fitnelerden bizleri uzak eylesin. Amin.