Şahsiyet inşasına yönelik yolculuğun başlangıç noktasında, insana dair doğru bir fotoğraf sunmak faydalı olacaktır. İlâhî kayıtlarda (Kur’an-ı Kerim âyetlerinde) ham insan için yapılan tarifler ve açıklamalar, terbiye ve terakki sürecinde nasıl bir malzeme üzerinde çalışacağımızı göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bu bilgilerin şüphe, zan, kanaat, tecrübe, vehim ve hayal gibi kendisine çoğu zaman bilgi bile denilemeyecek beşerî kaynaklardan değil de, doğrudan Hak’tan gelen hakikatlere dayanması da, bizim için ayrı bir şans ve büyük bir lütuftur. Nitekim Rabbimiz insana dair en doğru bilgilerin kendisine ait olduğunu şöyle bildirir:
“Yaratan bilmez olur mu hiç? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden de) hakkıyla haberdardır.” (Mülk, 67/14)
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de yine biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)
Henüz tam terbiye ve tezkiye görmemiş sıfır noktasındaki insan hakkında Kur’ân’ın verdiği bilgilerden bazılarını sıralayalım:
• İnsanın beden yapısı, toprak unsuruna dayanır. Bu yönüyle o, yere ait toprağın her çeşidinden farklı farklı özellikler taşır. Dış form diyebileceğimiz bu yapının, hiçbir zaman ihmâl edilmemesi gerekir. Zira insanı aşağılara doğru çeken duygu, düşünce, davranış ve tavırların kaynağı çoğu zaman bu yönümüzdür. Şahsiyet inşasında, insanın bu yönü üzerinde, aldığı gıdalardan başlamak üzere daha birçok temel noktaya dikkat çekilmiştir. Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izafeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yâni muhtelif istîdâd, husûsiyet ve karakterde) dünyaya gelmiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 16)
• İnsanın hakikati, özü ve ruhunu oluşturan alanı ise “ilâhî nefha” diye ifade edilen ve hakikatini yine ancak Allah’ın bildiği Rabbânî bir sırra dayanır. Bu konu hakkında tüm varlıkların bilgisinin çok az olduğu, yine Rabbimiz tarafından bizlere bildirilmiştir. Öyleyse insanı bütün yönleriyle tanımak imkânsızdır. İlmî araştırmaların seviyesi her nereye erişirse erişsin, bu “az bilgi” sınırlarında kalınacak demektir. Onu tam tanımayan beşeriyetin, kendi değer ölçüleri içinde arzulanan yüksek şahsiyet kalitesini gerçekleştirmesi de elbette düşünülemez. Bu itibarla, terakki (gelişim) yolları Allah ile buluşmayan hiçbir eğitim sistemi, insana layık olduğu şahsiyeti veremez.
• Toprak ve ruh hakikati bir araya gelince, Kur’an-ı Kerim’in adına “nefs” dediği bir varlık ortaya çıkmıştır. Bu varlık, tam da insani hakikatin kendisidir. Bu hakikat, başlangıç itibariyle özünde fısk u fücur (kendini parçalayıp helâk edecek tohumlar) barındırdığı gibi, takva (yani kendini her türlü tehlikeden koruyup kollayıcı ve yüceliklere eriştirici tohumlar) da barındırır. İşte şahsiyetimizi berheva edecek zehirli tohumlardan ayıklama, temizleme, süzme ve daha ötede onu yücelterek kademe kademe hayat tabakalarından geçirip, Rabbimiz’i yeryüzünde temsil edebilecek liyakate yükseltme ameliyesinin adı tezkiyedir, terbiyedir ve esas büyük zafer ve başarı da budur.
• Kur’ân-ı Kerim, ilâhî rahmetle terbiye görmemiş her bir nefsi, “Nefs-i emmâre bi’ssû” (Var gücüyle kötülüğü fısıldayan ve emreden) nefis diye tanıtır. Ve bu nefis, kendi arzularını ilah edinen bir nefistir. Peşinden gittiği yegâne kılavuz, kendi arzularıdır. Âyet-i kerimede böyle bir nefsin, sahibini en sapık yollara götürdüğünden bahsedilir:
“Allah’tan bir hidâyet olmayacak olursa, kendi arzularının peşinden giden kimseden daha sapık (dalâlete düşmüş) kim olabilir ki?” (Kasas, 28/50)
Ham insan Kur’ân-ı Kerim’in ifâdesiyle:
• Çok zalimdir. Hiçbir şeyi yerli yerince değerlendiremez. Adalet işine gelmez. Hem kendine zulmeder hem de başkalarına. Kendine verilen nimetleri doğru yerlerde doğru şekilde kullanmaz. Kendini israf eder; cennetlere layık olacak fıtratını bozar da hem dünyasını hem de ahiretini cehenneme çevirir. Zulmü kendisiyle sınırlı kalmaz; yeri göğü fesada vermek ister.
• Kaba sabadır (Cehûldür, cehâletin zirvesindedir). İncelikten, nezaketten, zarafetten anlamaz.
• Acelecidir. Kısa sürede sonuca erişmek ister. Az olsun, değersiz olsun fark etmez; hemen olması önemlidir. Bu bakımdan ahiretini dünya ile değişiverir. Kalite sabır ister; fakat o kaliteyi elde edecek planlamadan, sebatkârlıktan ve işi sağlam yapmaktan yana iradesini çoğu zaman kullanamaz.
Bir Hak dostunun ifadesiyle “insan sıfır noktasında iken artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında bir noktadadır”. Yolumuz inşallah güzellikler yönüne doğru olacaktır.
• Menfaatperesttir. Maddi nimetler onun için her şeydir. Kulluğunu bile bu menfaatleri belirler. Dinde ve dindarlıkta menfaat varsa ona da yaklaşır; fakat başına bir musibet gelince de hemen yüz çeviriverir.
• Nankördür. Nimeti görür de sahibine teşekkür bile etmez. Özellikle Rabbi’nin sayısız nimetlerinin içinde yaşar, fakat O’nu hatırına getirmez.
• Çok hırslıdır. Doymak bilmez. Bir vadi dolusu altını olsa, ikincisini de ister. Elinden gelse başkalarına hayat hakkı bile tanımaz.
• Cimridir. Nimetleri başkalarıyla paylaşmak istemez. Yerin göğün hazinesi elinde olsa başkalarına zerre kadar bir ihsanda bulunmak istemez.
• Kıskançtır. Kendini kutsar, her şeyi kendine layık görür. Başkalarının sahip olduklarında daima gözü ve gönlü vardır.
• Zorluklarda kalınca sızlanır, zorluk geçince de hemen şımarır.
Sayılan bu özellikler insanın terbiye görmemiş ham hâlinden bazılarıdır. Yoksa onun eksikleri ve negatif yönleri saymakla bitmez. Kur’an ifadesiyle “esfel-i sâfilîn” (aşağıların en aşağısının) sınırı yoktur. Buna mukabil Allah’ın mektebinde hususi bir eğitimle terbiye görecek olursa da o zaman onun güzelliklerine bir sınır olmaz. Bir Hak dostunun ifadesiyle “insan sıfır noktasında iken artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında bir noktadadır”. Yolumuz inşallah güzellikler yönüne doğru olacaktır.
Şahsiyet Toprağına Rahmet Suyu
Toprak ve ruh terkibinin birleşmesiyle hayat bulan insan, arzular yumağı bir varlıktır. İçinde hayrın da şerrin de davet sesleri deveran eder durur. O böyle yaratılmıştır. Belki imtihan sırrı da buradadır. Yani iç âlemimizdeki şeytânî ve nefsânî çağrıları susturup, Rahmânî mesajların ve ilhamların hâkimiyetini sağlamakla mükellefiz. Vücut ikliminde böyle bir hükümranlık, büyük bir cihad ister. İşte bu cihâda “Nefs tezkiyesi” adı verilir. Hem arınma hem de mânen terakkî edip insan-ı kâmil kıvamına erme sürecini ifade eder.
Nefsin tezkiyesi (benliğin arınması), kişiliğin dıştan içe ya da içten dışa tam bir İslamlaşma sürecidir. İman, İslam ve ihsan ölçülerinin hücre hücre öz benliğe ve hayata işlenme hadisesidir. Yüce Rabb’in huzuruna kirlenmiş duygular, düşünceler ve davranışlarla değil, tertemiz (tıyb) hâle gelmiş selim bir özle, salih amellerle ve nurlu bir yüzle varabilme davasıdır. İnsanın büyük mahkemede (ilahi huzurda) kaybetmesi ya da kazanması işte buna bağlıdır. (Şems, 91/7-10)
İslâm kültüründe tasavvuf edebiyatı dediğimiz alan, hemen hemen baştan sona bu konuyu merkez edinir. Tarih boyunca birçok âlim ve arif, hem kemâl bulmak (olgunluk devşirmek), hem de başkalarını kemâle erdirmek için bu yolda nice eserler kaleme almış ve sayısız kıymetli tecrübelerini paylaşmışlardır. Ulaştıkları sonuçlardan biri şöyledir: Her bir insan özeldir ve Allah’a ulaşan yollar mahlûkât sayısıncadır. Bunun anlamı şudur: Nefs tezkiyesi için herkesin riayet etmesi gereken temel esaslar var ise de, biri diğerine eşit olmayan her bir insan için, kendine mahsus daha özel yollar da her zaman söz konusu olabilecektir.
Nefs, varlık yapısı itibariyle “sürekli ve ısrarlı bir şekilde kötülük emreden”! (Yusuf, 12/53) bir mahiyete sahiptir. Allah Resûlü’nün (s.a.v.) dualarında beyan ettiği gibi “bir an bile kendisine fırsat verilmemesi gereken” bir iç düşmandır. Bu düşmanı etkisiz hâle getirmek ve onu Allah’ın ölçülerine içtenlikle teslim olacak bir kıvama eriştirmek, zorun zoru bir mücâhededir. Allah’ın yardım ve inâyeti olmadan, İlâhî rahmete erişmeden, bu savaşta muzaffer olmak imkânsızdır. Nitekim şöyle buyrulmuştur:
“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o, hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın size lütfü (fazlı) ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamaz (tezkiye olamaz)dı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tezkiye eder (tertemiz kılar). Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Nur, 24/21)
Evet, tezkiye-i nefs için Rahmân’ın rahmetine ihtiyaç zaruridir. Nitekim Yûsuf Sûresi’nde Yûsûf -aleyhisselâm-’ın dilinden bu hakikat şöyle bildirilir:
“Ben (kendi imkân ve kudretimle) nefsimi temize çıkarmam söz konusu olamaz; çünkü Rabbim’in rahmeti erişmeyecek olursa, her bir nefis, aşırı derecede kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53)
Öyleyse nefsin tezkiyesi için anahtar cümle: Rabb’in rahmetine mazhar olmak ve ilâhi rahmet deryasından nasip almaktır.
Peki bu nasıl mümkün olabilecektir?
Allah dilediğine rahmetini has kılabilir mi? Elbette, evet. İlâhî iradeye kim sınır koyabilir ki? O, dilediği kullarına hiçbir karşılık beklemeden rahmetini bol bol ihsan eder.
Diğer bir soru: Kul, ilâhî rahmeti üzerine çekecek vesilelere sarılmak suretiyle rahmete erebilir mi? Rabbimiz’in izniyle elbette erişebilir. Öyleyse nefs tezkiye adına bu açık kapı, esasen büyük bir kapıdır. Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, kullarını sürekli bu büyük kapıya davet eder:
“Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanları (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” (Nisa, 4/175)
Kur’ân-ı Kerim’de, İlâhî rahmetten nasip alacak kimseler muhtelif ayetlerde beyan edilir. Buna göre:
• İman ve Allah’a tam bir teslimiyet gösterenler bu rahmete erişecektir. (Nisa, 4/175)
• Kur’ân-ı Kerim, Hak’tan gelen bir rahmet kaynağıdır. (A’raf, 7/203) Onunla bütünleşenler, mesajı ile hayat bulanlar İlâhî rahmet deryasında arınacak ve terakki edeceklerdir.
• Peygamberler ve hususiyle peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve aleyhim ecmaîn- Hakk’ın beşeriyete rahmetidir. (Enbiyâ, 21/107) Onların elinden tutan, rehberliklerini kabullenen ve yollarını yol edinenler, İlâhî tezkiyeden nasip alacaklardır.
• Allah yolunda O’nun adına mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler. (Tevbe, 9/20-21)
• Yeryüzünde olanlara şefkat ve merhametle yaklaşanlar, ilahî rahmeti üzerine celbedeceklerdir. Bu anlamda yaratılmışlara hizmet etmek, nefs tezkiyesinin önemli bir vesilesidir.
• İmtihanlar karşısında tam bir sabırla güzel bir duruş sergileyip “Biz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz.” şuuruna sahip olanlar, Rablerinden büyük bir rahmete mazhar olacaklardır. (Bakara, 2/156-157)
Şu ayet-i kerimede ise rahmete vesile olan diğer hâl ve davranışlar bir arada şöylece zikredilir:
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetine mazhar kılacaktır. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71) Rahmete vesile olan bu hususlar, aynı zamanda tezkiye vesileleridir. Nefsin tezkiyesi bu vesilelere ciddi bir irade ve sağlam bir niyetle sarılmakla sağlanabilir. Fakat birçok kimse tezkiye adına bu iradeyi gösteremez. Bu itibarla yüce Rabbimiz, peygamberlerini yukarıda sayılan ve sayılamayan daha nice vesileleri kullanarak, kullarını tezkiye etmekle vazifelendirmiştir. Tezkiye ve takva liderliği, bu yönüyle bir zarurettir. Peygamberlerin bulunmadığı zaman ve zeminlerde ise peygamber ahlâkı ile bütünleşmiş Rabbânî âlim ve ârifler, onlara verâsetle bu yüce terbiye ve tezkiye vazifesini yürütegelmişlerdir.
Ham insanın pişirilerek olgunlaştırıldığı bu eğitim ocaklarında uygulanan eğitim müfredatı, Rabbânî ve nebevî kaynaklardan beslenegelmiştir. İnsan fıtratında mevcut bulunan şahsiyet tohumları, peygamber vârisi ehliyetli bahçıvanlar tarafından, İlâhî rahmet damlalarıyla sulanmış ve geliştirilmiştir. Bu sürecin sıhhati, model şahsiyetin yetişmişliğine, arı duru oluşuna ve hasbî duruşuna bağlıdır.
Hülâsa kişilik inşası, Rabb’in rahmeti ile buluşmaya bağlıdır. Öyleyse hem rahmeti çekecek vesilelere sarılmalı hem de büyük bir tazarru ile rahmet niyazına durmalıdır.
Eğitim sürecinin hem başında hem ortasında hem de nihâyetinde lüzumlu olan en önemli rahmet iksiri ise hiç şüphesiz İlâhî hidâyete ve rehberliğe mazhar olabilmektir.