Rabbimiz, peygamberlerini davalarını doğrulamak için yerinde mucizelerle desteklemiş ve bu mucizelerin birçoğunu da Kur’ân-ı Kerîm’inde haber vermiştir. Gönderdiği peygamberlerine güzelce tâbi olan veli kullarına da aynı nedenlerle “keramet” dediğimiz bazı harika haller ihsan etmiştir. Dolayısıyla velilerin gösterdikleri kerametler, tâbi olduğu peygamberin kerameti sayılır ve onların hak yolda olduklarının bir alâmeti kabul edilir.
Keramet; itikat ve amelde doğru yol üzerinde olan, yani istikameti düzgün kullarda görülür. Aksine günahlardan sakınmayan, itikat ve amelleri Kur’ân’a sünnete uymayan kişilerde görülen harikalıklar ise keramet değil, istidraçtır.
Bu nedenle istidraç, isyanda çok ileri giden insanların, Allah’ın (C.C.) kendilerine verdiği zenginlik, çoluk çocuk, güç, makam, sağlık gibi nimetlerle isyanlarını daha da artırmaları ve sonuçta helâk olmaları demektir.
Bu nedenle istidracı; Allah’ın (C.C.) razı olmadığı kuluna istediğini vermesi, onu nimetlere boğması şeklinde açıklayabiliriz.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda ümmetini şöyle uyarmıştır: “Allahu Teâlâ’nın bir kula, günah işlemesine rağmen dünyada sevdiği şeyleri ihsanda bulunduğunu görürseniz bilin ki o istidraçtır.” (Ahmed bin Hanbel, IV, 145)
Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi okuyarak bu sözünü Kur’ân’la da desteklemiştir.
“Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de peygamberler gönderdik. (Peygamberlerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tövbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık. Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti. Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar. Böylece zulmeden o toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (En’âm, 6/42-45)
Buradan anlaşılıyor ki Rabbimiz’in, kendisine isyan içinde olan kimselerin isteklerini yerine getirmesi, onlarda bir güzellik bir doğruluk olduğu için değil, azaplarını daha fazla arttırmak içindir. Mesela şeytanın yeryüzünde fütursuzca azgınlık yapmasına izin verilmesi, Firavun’un ve Nemrut’un dünya hayatında birçok nimetlere mazhar olması gibi örnekler, kalpleri tövbeye kapalı söz anlamaz azgınların isyanlarını daha da arttırmaları ve ahirette daha çok azaba çarptırılmaları için tuzaktan başka bir şey değildir.
“Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke götüreceğiz.” (Â’raf, 7/182) ayet-i kerimesi de bu hakikate işaret etmektedir.
İstidraç halleri hem kâfirlerde hem de Müslüman olduğu halde İslam’ı doğru dürüst yaşamayan fasıklarda görülebilir. Bu nedenle istidracın ne demek olduğunu iyi bilen aklı başında bütün İslam büyükleri, günah içinde olduğunu düşündüğü halde işlerinin hep rast gitmesi, başına hastalık bela musibet gibi can sıkıcı şeylerin uğramaması gibi hallerden hep korkmuşlardır.
Belaya, musibete, hastalığa sevinilmez ama böyle bir hikmetinden dolayı istemeden gelen bela ve musibetlerden dolayı sevinmişlerdir. Çünkü Allah (C.C.) bizden vazgeçmemiş, bizi affetmek, günahlarımızı bağışlamak ve en azından doğru yolda olmadığımızı hatırlatmak için bizi uyarıyor ve günahlarımızı affetmek için böyle yapıyor diye şer gibi görünen şeylerden böyle hayırlı sonuçlar çıkararak mutlu ve umutlu olmuşlardır.
Aklı başında olan her Müslüman’ın da böyle durumlar canını sıkmalı, günah ve isyan içinde olduğunu gördüğü, düşündüğü halde başından nimetler yağıyor, hastalık, bela, musibetler ondan uzak duruyorsa bu halinin istidraç olma ihtimali onu düşündürmeli, üzmeli, bu sebeple en azından gidişatını gözden geçirmeli, tövbe ve istiğfarı dilinden ve gönlünden eksik etmemelidir.
Allah’ın (C.C.) imtihanı böyle incedir, dikkat etmek gerekir.
Birçok konuda olduğu gibi istidraç konusunda da şeytan biz kullar için ders alınacak iyi bir örnektir.
Şöyle ki, şeytan kendini ululamak için gayret etti ve yeryüzünün en büyük âlimi oldu. İlim ve ibadette zirveye çıkınca, ibadet ve ilim sahibi olmasından kastının Allah (C.C.) rızası değil de kendini ululamak, yüceltmek olduğunu fark etmesi, anlaması için Rabbi onu imtihana tabii tuttu. Hz. Âdem’i yaratarak meleklere ve şeytana secde etmelerini emretti. Melekler bu emre tabi oldular, şeytan itiraz edip kabul etmedi ve dolayısıyla bu imtihan ile şeytanın negatif yönde büyüdü benliği, enaniyeti, kibri, gururu, ucubu iyice ortaya çıktı… Bu kötü durumdan ders alıp tövbe edeceği yerde, “Ben Âdem’den değerliyim, hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın…” gibi gerekçelerle kibir ve ucubunu koruma, kendini haklı bulma yolunu seçti. Sonra da Allah’tan (C.C.) insanları azdırmak için daha fazla yetki ve güç istedi. Ona bu isteği verildi ki bu istidraçtır. İşte burada istidraç, şeytanla Hz. Âdem’in kırılma noktasıdır. Bu nedenle şeytanda istidraç halleri çok fazla görülür ama o tövbe etmedi. Hz. Âdem ise tövbe edip Rabbi’ne sığındı.
Allahu Teâlâ, zenginlik, güç, ilim, ibadet gibi nimet verdiği kullarının nefislerini ululamaları zirveye çıkınca onları kendi halleriyle baş başa bırakır. Böyle olunca ister istemez onlar günaha düşerler ki bu uyanmak için aslında bir rahmet ve fırsattır. O halde iken Allah kalplerine bakar ki bana mı tövbe edecekler, yoksa ululadıkları makamları için mi tövbe edecekler. Eğer Allah’ın gözünden düştüklerine değil de kendi gözlerindeki makamlarından düştüklerine üzülüyorlarsa böyle tövbe edenlerin yaptıkları tövbenin elbette ki hiçbir faydası yoktur, aksine zararı vardır. Açıkçası böyle durumlarda halini düzeltmeyip yanlışına devam eden kibirli, ucublu ve inatçı kimseler, Allah’ın (C.C.) mekrine düçar olurlar. Şöyle ki Allahu Teâlâ o kişilere maldan, mülkten, feyzden, keşif ve kerametten birçok nimetin önünü açar ve böylece güven içinde iken onları ansızın yakalar ve cehenneme atar. O zaman eğer bir kişi, aklını kullanıp da böyle bir durumda Allah’tan (C.C.) gelen iyiliklerin ve nimetlerin hayır gibi görünen şerler olduğunu anlamaz, yani istidraçtan şüphelenmezse düştüğü durum çok tehlikelidir.
Bu konu Ümmet-i Muhammed için önemli bir konudur. Anlayan kimseler otomatikman doğru yolda ve istikamet üzere olurlar. Evet, bu sohbeti önemine binaen çok yapıyorum. Ümit ederim ki bu sohbetlerden istifade edenler olur da o kişiler benim Allah için sadaka-i cariyem olur.
Demek ki kendimizi ben merkezli yüceltmek için Allah’ın (C.C.) bizleri takviye etmesi istidraçtır, dikkatli olmak gerekir.
“Peki, üzerimizdeki haller Allah’ın (C.C.) bir lütfu mudur yoksa istidraç mıdır, nasıl anlayacağız?” derseniz; itikadımıza bakarak, namazımıza, ahlakımıza, yaşantımıza bakarak anlayacağız derim. Yani açıkçası itikadımız bozuksa, kıldığımız namaz namaza, ahlakımız da ahlaka benzemiyorsa bu nimetlerin bolluğu neden diye şüpheleneceğiz ve dikkati de tövbeyi de elden bırakmayacağız.
Allah’ın (C.C.) bize bahşettiği nimetlerin şükrünü eda edebiliyor muyuz? Nimetlerden şımardık, isyan ve gaflet içinde mi yoksa tövbe ve itaat içinde miyiz? İşte böyle bir kontrol sistemi ile nefsimizin kontrolünü bir ömür elden bırakmayacağız.
Allah’a (C.C.) Dost Olacak Yetenekteki Adama Bir İşaret Yeterlidir
Allah (C.C.) bir adamı dost seçmek isterse göndereceği bir işaret o kişiye yeter. Zira Allah’a dost olacak yetenekteki bir adama Allah’tan (C.C.) gelecek bir işaret yeterlidir. O kişi bu işaretle kendini dağlara taşlara vurur ve öyle ki Allah delisi olur. Ama yeteneksiz adamlara binlerce işaret, binlerce sohbet ve keramet bir işe yaramaz. O kişiler yine kendi küçük dünyalarına döner ve sıradan İslamî yaşantılarına devam ederler.
Mesela Rabiatü’l-Adeviyye isimli meşhur evliya hanımı bilirsiniz… Uygunsuz meclislerde raks edip şarkı söylerken bir sohbet duyuyor ve tövbe edip Allah (C.C.) dostu oluyor. Ayrıca tövbe haline girince onu yolundan vazgeçirmek için insanlardan ve efendisinden çektiği çileleri de bilmeyen yoktur. Ama o “Rabbim sen benden razı olursan bütün dertler bana kolay gelir.” diyerek bütün çileleri sabır ve rızayla karşılıyor.
Yine böyle başka misaller İslam tarihinde çoktur.
Mesela Bişr-i Hâfî Hazretleri, onun da hayatı yine filmlere konu olmuştur. Sarhoşken yerde bulduğu bir ayete gösterdiği saygı hayatını değiştiriyor ve çok büyük Allah dostu oluyor.
Ya İbrahim Ethem Hazretleri… O ki insanların neredeyse tapınacak kadar çok değer verdiği her türlü zenginliğe, saltanata sahip bir kişi. Ama karşılaştığı bir iki ibretlik olayla ve işittiği birkaç sarsıcı sözle sarayını ve saltanatını terk edip Allah’ı aramaya çıkıyor.
Ya Meşhur Yunus Emre… Buğday için gittiği dergâhtan, “Söyleyin Yunus’a, buğday mı ister himmet mi?” şeklindeki bir can yakıcı söz ile kendine gelip hak âşığı, hak dostu bir büyük veli olarak ayrılıyor.
İşte bu örneklerde olduğu gibi insanlar Müslümanlığını iki türlü yaşıyorlar; paldır küldür ya da disiplinli. Maalesef çoğunlukla Müslümanlar “paldır küldür” diye tabir ettiğimiz şekilde sıradan ve özensiz yaşıyor. Ama çok az bir kimse de her türlü hakkını vererek itina ile yaşıyor.
İtina ile yaşayanların duygu dünyalarını Allah’ı (C.C.) aramak, O’na ulaşmak, O’na âşık olmak gibi çok yüce idealler meşgul ederken; diğerlerinin kalplerini dünya üzerinde daha konforlu, daha keyifli yaşamak gibi işler meşgul ediyor.
Netice olarak disiplinli yaşayanlar, yukarıda örneğini verdiğimiz Allah dostları gibi insanlardır ve bariz özellikleri kalbi tasfiye, nefsi tezkiye modunda yaşamaları ve bu tutumlarından asla taviz vermemeleridir. Bu nedenle üzerine basarak belirtmek gerekir ki, kalbi tasfiye nefsi tezkiye modunda yaşamaya çalışan böyle insanlar çok kıymetli insanlardır. Zira böyle yaşayanlar ya Allah dostudurlar ya da Allah dostu adayı. Şüpheniz olmasın bu kişiler dünyada Allah dostu olamasalar bile ahirette onlarla birlikte olur, onlarla haşrolurlar.
Allah (C.C.) cümlemize böyle şuurla yaşamayı nasip etsin ve bizi istidraçtan korusun.
Allah’a (C.C.) emanet olun.