İslam Dünyası ve Geleceği / Kasım Yağcıoğlu Hocaefendi

 

Feyz: Günümüzde, insanımızın kendi anlam dünyasına layık bir yerde durduğuna inanıyor musunuz?

Biz ne devrinde doğduk? Cumhuriyet devrinde doğduk, dolayısı ile Cumhuriyet devrini yaşadık, bu devrin tanığıyız. Osmanlıyı görmedik, fakat Osmanlı dönemini yaşamış önemli kişileri görme şansımız oldu.  

Osmanlı devrinin mimarları bir Süleymaniye Camii inşa etmişler, cami deyip geçmeyin; içerisinde yüksek bir mühendislik alt yapısı var. İlme ve bilime sahip çıkan Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii’ni yaptırıyor. Sadece bu cami mi? Beyazıt Camii, Fatih Camii, Sultanahmet Camii, paşaların ve valide sultanların yaptırdıkları camiler… 

O insanlar İstanbul’u almışlar ve oradan taa Saraybosna’ya, Viyana’ya kadar gitmişler. Osmanlı’nın bir at izi var Avrupa’da, bu işi yapmış bu insanlar. Peki kardeşim sen ne yaptın, diye sormazlar mı adama. Bugün, Osmanlı yerine Cumhuriyet kuruldu; nasıl ki Selçuklu yerine Osmanlı kurulduysa. Selçuklunun kadrosuyla, birikimiyle vücut buldu Osmanlı. Bir devlet geleneği vardı, yani malzemeler önceden hazırlanmıştı; yoktan bir devlet kurulmadı. Bir usta, çırağından malzeme ister; keser lazım, buyurun efendim. Testere lazım, buyurun efendim. Balta lazım, buyurun efendim, der. Bir asker malzeme ister; ok lazım buyurun efendim. Yay lazım, buyurun efendim, der. 

Bugün de devleti kuranlar yine Osmanlı’da yetişmiş devlet adamlarıdır. Osmanlı’yı tekrar diriltmek diye bir şey yok. Yok efendim yeni Osmanlıcılık deniliyor. Şahsen bana sorsalar “Osmanlı gelsin mi?” diye, ben istemem. Çünkü bu mümkün değil. Osmanlı ve sonrası demek, reddi miras yapmak gibi tutum ve davranışlar çok yanlış, bu hiç doğru da değil...  

Evvela bu çarpık zihniyeti değiştirmek lazım. Zihniyeti değiştirmeden herhangi bir şeye tevessül etmek, bir sorunun cevabını aramak doğru değil. Bazıları yıkalım diyor, neyi yıkıyorsun! Sen bu kafadaki bozuk zihniyeti yıkabiliyor musun? İşte en büyük mesele bu! 

Feyz: Efendim, siz, sohbetlerinizde insanların gündemini takip etmek için gelenleri konuşturuyor, onların kendilerini doğru ifade etmeleri için bi bakıma ortam hazırlıyorsunuz. İlmi çalışmalara ve kaynak eserlere insanları yönlendiriyorsunuz. Her konuşmanızda “Bize yetişmiş insan lazım.” diyerek kabiliyetli insanların kendilerini yeniden keşfetmesi için mürşidlik yapıyorsunuz. Bu konuya verdiğiniz hassasiyetin sebebi nedir?

Kulaktan dolma bilgilerle biz ilerleyemeyiz. Size yaşadığım bir olayı anlatayım. Alucra’nın Zun köyünde Seyyid Mahmut Çağırgan-i Veli Hz.’nin türbesi var, bir de şifahanesi var. Orada bir taş var ve o taş hakkında öyle bir şeyler anlatıyorlar ki, velinin kerameti vardır. Ama bu taşın hikmeti nedir diye hep merak ederdim. Bu taş hakkında bazı olağanüstü şeyler anlatıyorlar ama yok, esas bunun bir manası olması lazım, diyordum. Sonra dedemin köyüne gittim geçen sene. Orada da aynı taşı gördüm. Arşivde çalışan ve uzman olan bizim dostumuz Yaşar Celep geldi, O’na sordum. Dedi ki: ‘Hoca Efendi, ben arazi araştırmasında orada böyle uzun taşları gördüm.  O taşlar takvim ve günün saatini belirlemek için dikilir ve o amaçla da kullanılır.’ Doğuyu batıyı bulduğun zaman doğu tarafına döndüğünde sağ kolunu uzatacaksın güney, sol kolunu uzatacaksın kuzey. Güney ile doğunun tam ortası kıble. Saat yok, takvim yok, pusula yok, bilmem ne yok… 

Ben şimdi düşünüyorum, adamlar o gün bir taşla hem takvimi, hem saati, hem de yönlerini bulmuşlar. Adamlarda bir bilgi var, uydurma bir şey değil bu. İşte o zaman o taşın gerçek kerameti ortaya çıktı. Buraya, Çağırgan-i Veli Hz. bu taşı niye dikti, nasıl dikti, şimdi anladım. Öbür türlü anlatıyorlar; şöyle olmuş da böyle olmuş da falan filan, onları da inkâr etmem. Amma asıl olan, beni ilgilendiren ilmi yönü.

Bana kim ne anlatırsa anlatsın, itiraz da etmem dinlerim. Sonra dinliyorum diye bana döner söylediklerini tasdikletmeye kalkarlar; “Hoca Efendi sen inandın mı?” derler. “Kusura bakmayın ama benim kafam karışık, ben bunu anlayamadım.” derim. Ama bana ilmi bir şekilde delilli, ispatlı anlatırsan o zaman inandım arkadaş derim.  

Feyz: Türkiye’deki gençlikte bir uyanma var. İstenilen düzeyde olmasa da dini öğrenme çabası içinde görüyoruz. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi biz Türkiye’de insanlar inandığı dini iyi öğrensinler diyoruz.  Nasıl öğrenilecek İslam, sen dini anlatacak birisini yetiştirmezsen nasıl olacak bu?  

Bugün, evvela zihniyeti değiştirmek lazım. Birisine geçen gün canım sıkıldı. Bazılarında Mısır hayranlığı var, Şam hayranlığı var. Bazılarında batı hayranlığı, bazılarında da doğu hayranlığı var. Bu milletin İslam tarihinde çok önemli bir yeri vardı. Dolayısıyla tarihi, kültürel ve dini bilgi yönü ile referansları çok güçlü. Gençlerimizin bunun farkına varmaları durumunda bile zihniyetlerinde büyük değişimler olacağına inanıyorum.

Mısır’a git, Şam’a git; orada Arapça öğren. Yani Mısır’dan bir rozet al, Şam’dan al, hatta Yemen’den al. Fakat bilgiye gelince, medrese eğitimi noktasında, Türkiye’nin birçok yerinde şu anda çok fazla ve iyi de ders okutuluyor. Osmanlı’dan günümüze kadar gelen kadim kültürden dolayı bir ilim var, sen onların varisi ol. Onun için ben yabancı hayranlığını hoş görmüyorum; ister doğu olsun isterse batı olsun... Şimdi adam bir Arapça okudu diye âlim kesiliyor başımıza! 

İlim nedir? “İlim, ilim bilmektir.” diyor ya, ilim bilimi öğretiyor. Sadece başımız için kaç tane doktor lazım biliyor musun? Nöroloji, kulak burun boğaz, beyin cerrahı, göz, cilt, diş vs. en az on tane doktor lazım. Bu doktorların kendi branşının dışında uzmanlıkları yok. Başımızdan aşağısı daha duruyor. Demek ki göz doktoru burundan anlamıyor, burun doktoru kulaktan anlamıyor, kulak doktoru ağızdan anlamıyor, beyinden anlamıyor. Bir numaralı beyin doktorusun ama gözden anlamıyorsun. Demek ki bize sadece doktor değil kendi dalında uzman insanlar lazım. Bu insanları yetiştirmek lazım ve çalışmalarımızı yaparken de hem dini sahada din eğitimi vermek, hem de sosyal alanda başarılı insanlar yetiştirmemiz gerekiyor. Ben Kur’an kursu hocalığı yaptığım için biraz insandan anlıyorum. Bir talebe getiriyorlar bana, hocam bunu hafız yap. Bakıyorum çocuğa, bundan hafız olmaz, ne olur? Bundan esnaf olur. Babası, yok hocam yok deyip itiraz diyor. Ben de diyorum ki: “Hadi bakalım kim haklı çıkacak.” Hayatım boyunca defalarca haklı çıktım. İnsanlar Kur’an kursunu bitiriyor, işsiz güçsüz ekmek derdine düşüyor. Demek ki bu işe kabiliyetli çocuklar seçilmeli, seçilenlere de iyi eğitim verilmeli ve eğitimi bitirince de hazır olması sağlanmalı. Peki diğer çocuklar dini öğrenmesinler mi? Yok, öyle bir şey demiyorum. Tabi ki öğrensinler. İlmihal bilgilerini öğrensinler, helali haramı öğrensinler. Ama yeteneği olmayan binlerce genci toplumdan tedriç etmenin bir anlamı yok. Burada Osmanlı’dan bir örnek verecek olursam, Osmanlı Devleti insanları kabiliyetine göre ayırıyor ve insanları Ahilik teşkilatı ile meslek sahibi yapıyordu. Mesela, dergâhlar bir eğitim yuvasıydı. Haylaz olanları, başarılı olamayanları güreşçi yaparlardı. Bu, onların, insanı ne kadar çok tanıdıklarının bir göstergesidir. Allah (cc) bütün insanları kabiliyetlerine göre ayırmıştır. Herkes her şeyi ister ama olmaz, kabiliyet meselesi bu.

Benim üç tane oğlum varsa, birini tıbbiyeci yetiştireyim, birini hukukçu yetiştireyim, birini ziraatçı yetiştireyim diye pay etmemişiz. İkiniz de âlim olun, mübarek olun; hadi yavrum bi camiye de imam olun, onun bunun altında ezilin gidin, hadi yavrum. Bana sorsalardı “Sen imam olur muydun.” diye… İslam’ı anlatmak ve İslam’ı öğretmek onurlu bir meslek. Fakat ben bu mesleği bir iş gibi yapmazdım. Bir cami yaptıracak bir iş ile uğraşmak ya da yüzlerce talebeyi kendi paramla okutacak bir iş seçerdim. Bir kişi işsiz güçsüzse, “Bari imam olsun, istikbalini kurtarsın.” zihniyetiyle bu mesleğin tercih edilmesi beni üzüyor. Şu anda Diyanet’e bağlı binlerce görevli var. Geçim derdine düşmüş imamların İslam’a ne kadar faydası olabilir? Üstelik de eğitimleri zayıf. Onun için namaz kıldırmak sadece bir meslek olamaz. Namazın yanında toplumu bilinçlendirici, yönlendirici vazifesi olması gerekir bir imamın. Her caminin bir derneği var. Camilere yatırım yapılıyor, çok güzel ama adam bir cami yaptırıyor sanki padişah. Sen padişah mısın kardeşim? O derneklerin talebelere burs vermesi, fakirlere yardımcı olması gibi birçok yönüyle harekete geçirilmesi gerekir. Ben Bereketzâde de özelikle Tophane’deki tinercilere yemekler veriyorum. Bütün sene boyunca da onların karnını doyurmak için bir ekmek parası da olsa veriyorum. Zaten onlara acıyıp da çok para verilmez. Ama İstanbullunun önünü kesmesin diye karınlarını doyuruyorum. Bu konuda beni çok eleştirdiler zamanında, ama olsun… Osmanlı’daki din görevlileri gönüllüydü, içlerinde istek vardı, aşk vardı. Toplumun her yönü ile önündeydi, topluma rehberdi; yani çağının ötesindeki insanlardı bi bakıma…

Feyz: Efendim, eğitime verdiğiniz önemi ilgi ile dinledik. Peki gençlerimizi bekleyen ne gibi tehlikeler var? Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

Şimdi toplum üzerinde şer düşünen insanlar var. İşte bu yapılara karşı fikir üretip ahtapot gibi insanı saran kötü fikirlere çareler üretilemiyor. Bu konuda organize olamıyoruz. Ben diyorum ki her zaman, dindarlar arası diyalog ne zaman olacak? Kimse postunu bırakmak istemiyor. Bakın beyler sizi altınızdaki post da kurtarmaz, ahirette bunlar vebaldir. Ben vakti zamanında birisine söylemiştim. Şimdi o vefat etti ama ahirette sorarlar “Sen ümmetin birliği için neden çalışmadın?” diye… Zamanında bir kişi vardı. Ben ona demiştim ki: “Gel sen lider ol, zararı yok.” Gelenlere de soralım; ilmin nedir, irfanın nedir, dünya görüşün nedir, diye... Ekonomiden anlıyor musun? Kaç kişiye iş imkanı verdin? Müslümanların birliği ve beraberliği için ne düşünüyorsun diye soralım… Herkes kendi şeyhini uçuruyor! Uçursun da bir de bu topluma ne verecek onu söylesin...  

Bu birlikteliği sağlayamayınca bizi bozmak isteyenler “Hayâsız dindarlar oluşturalım.” diye, Müslümanları oltaya düşürüyorlar. Diyorlar ki: “Biz bunlara yine ‘Kur’an okuyun, namaz da kılın ama hayâsız olun’ diyelim, hayâsızlığı tavsiye edelim, hayâsızlığı güzel gösterelim.” Adam çıkıyor televizyonda dans ediyor ama bak adam hacca gitmiş ne dindar adam… Haaa, bak bak, görüyor musun hayâsızlığı...

Bu, babasını hacca götürmüş. Adam, babasını hacca götürdüyse dindar mı olacak yani? İslam’ın ne alakası var o ahlaksızla? Diyelim ki götürdü, babası da orada öldü. Ne oldu, cennetlik mi oldu şimdi? Mekke müşriklerinin hepsi Peygamber Efendimiz’i de gördü, Beytullah’ın da yanında geberdi. Bunlar şimdi cennetlik mi oldu? İman ehli olmadıktan sonra hiçbir şey para etmiyor. Türkiye’de envai çeşit akımlar var. Bunların hepsinin değişik değişik fikirleri var. Bazıları diyorlar ki Müslümanlara: “Size camiye gitme diyen mi var, size namaz kılma diyen mi var?” Ama “Hayâlı olmayın, edepli olmayın, hırsızlık yapın, ahlaksızlık yapın; ama yine camiye de gidin.” diyorlar. “Biz kimseyi ibadetinden men ettik mi?” Etmedin ama hayâ felan kalmadı. Bugün internet diyorlar. Bu vesile ile evlere resmen lağım akıyor, lağım! Ben buradan sesleniyorum herkese, özellikle beni sevenlere: “Hakkımı helal etmem size!” Bu internetteki muzır yayınlara şifre koydurun, olmadı bilgisayarı geceleri kilitleyin dolaba. Ne yaparsanız yapın bu hayâsızlığa önlem alın. Ben neler duyuyorum! Adam sohbet ediyor başkasının karısıyla, kadın sohbet ediyor başkasıyla. Olmuyor bu, olmuyor! Onun için Allah bizleri edep ve hayâdan vazgeçen kullarının şerrinden muhafaza buyursun. Dergâhların kapısında “edep ya Hû” yazar. Edepten vazgeçmeyin demektir bu. “Hû” zamiri Allah’ın “kün” sıfatını işaret ediyor, Allah “ol” dedi. Hani diyor ya Süleyman Çelebi: “Bir kere var ol dedi, var oldu cihan /Olma derse mahvolur ol dem heman.” 

Feyz: Toplumumuzdaki sorunlara değindiniz. Peki Müslümanlara ne tavsiye edersiniz?

Hocasından sonra dersi devam ettirene halife derler. Onun için biz, bin dört yüz senedir Hz. Peygamber Efendimiz’den bugüne kadarki geçmiş bütün ümmetlerin vekiliyiz şu anda. Bizden sonra gelenler de vekil olacak. Asıl Allah, asıl Peygamber Efendimiz (sav). O’nun karşısında firavun mesabesinde, Ebu Cehil mesabesinde olanlar da Peygamberimiz’e ve sahabe-i kirama nasıl zulüm yaptıysalar onların da evlatları o zulmü devam ettiriyor. Peygamber Efendimiz’e zulüm yapanlar öldü gitti. Onların çocukları Peygamber Efendimiz’in evlatlarına zulüm yaptı, sahabeye zulüm yaptı, onlar da öldü gitti; ondan sonra gelen tâbiine zulüm yaptı. Bazen o taraf galip geldi, bazen bu taraf galip geldi. Tabi müminlerin tarafı bir ara çok galip geldi, birbirleriyle çok dayanıştılar, birbirlerine karşı çok saygı gösterdiler; doğudaki batıdaki Müslümanlar İslam imparatorluğunu kurdular. Osmanlı İmparatorluğu’nu kurarken niyetleri İslam’ı yaymaktı, yaşamaktı. Doğudan batıya kadar, küre-i arz kaç milyon kilometre oldu ise bunun dörtte üçüne ‘Allahu Ekber’ sedasını ulaştırdılar. Taa Çin Seddi’ne kadar gittiler…  

Müslümanların en büyük hatası -ki dünyadaki Müslümanların hepsi bu hatayı işlemiştir- hiçbir Müslüman diğer Müslüman’la muhabereleşmiyor. “Sizin köyde ne var ne yok, siz de ne yetişti, elmalar nasıl, armutlar nasıl, soğanlar nasıl, patates nasıl, fasulye oldu mu? İstanbul’da ona göre adam bulayım, ona göre müşteri bulayım, sana yardımcı olayım, ben yapmayayım da sana yardımcı olayım.” demiyorlar. 

Dünyanın bütün yerlerindeki şirketlerin sahipleri hiç görüşmeden, sizde ne var ne yok, bizde ne var ne yok, sizden ne alınır ne satılır diye haberleşmeden icraata geçmiyor. Bizim Müslümanlar ise bir mahalledeki diğer mahalledeki kardeşine sormuyor, kardeşim nasılsın iyi misin, diye. Akrabasına sormuyor, hemşerisine sormuyor, bir dostuna sormuyor. Yani bir telefon açarım da benden bir şey ister diye boş ver diyor, yan gel yat aşağı diyor. Onun için de Türkiye’de şu anda bazı holdinglerde yabancıların ortaklığı var. İhtiyaç neyse ona göre hareket ediyorlar. Adam bir ürün çıkarıyor, pazarı bütün dünya. Yani bütün dünyaya mal satıyor. Bir cep telefonu, bir ailede neredeyse on tane var. İhtiyaç olsun ama sen neden yapmıyorsun, neden bir teşebbüste bulunmuyorsun, belki daha üstün bir ürün çıkaracaksın... 

Teknoloji yatırımlarını maalesef ihmal ettik. Bize yıllarca fakirlik edebiyatı yaptılar bu camilerde, bu dergâhlarda. Yıllarca tarikatların içinde israiliyattan olan bu fikirleri anlattılar. Peygamber Efendimiz’i bile gariban fakir gösterdiler. Ama ileriyi gören büyük mürşid Mehmet Zahid Kotku Hz. gibileri buna “Dur!” dediler; işte gerçek veli bu. Evet, Peygamber Efendimiz’in çok sıkıntılı dönemleri oldu ama, anlattıkları gibi de fakir değildi. Efendimiz her zaman çalışmayı teşvik etmiştir. O’nun yolundan giden İslam âlimleri, zamanında en üst düzey bilgilere sahipti. Bütün icatlar onlardan zuhur etti. Bunlar fakirlik edebiyatı ile olmadı, kusura bakmayın da… Şimdi ise Müslüman ülkelere seyahat etmek, onların çarşılarını pazarlarını dolaşmak gerekiyor. Ne satılıyor, neye ihtiyaç var? Onlarda bizim ülkemize gelsin, orada ne varsa buraya getirsinler. Hacca gidiyorsun takke Çin malı! Oldu mu bu şimdi? İçtiğin su bilmem ne malı. Müslüman âlemi batıdan dayak yiyip duruyor. Bu kadar enayiliğin lüzumu yok. Hem dayak yiyeceksin hem de onların mallarını satacaksın. Burada demek istediğim; pazarı kontrol etmek, ona göre üretim yapmak, üretimde kaliteyi ona göre belirlemek. Bir de senin on liran varsa yüz liralık borçlanamazsın. Bu olmaz! On liran varsa on lira borçlanır, yirmi liralık iş yaparsın. Bana geliyorlar, hocam bende cin var, diye. Bakıyorum, hep fakirlere mi geliyor bu cin; zenginlere gitmiyor mu? Buna toplumsal bunalım derler. Çağın en büyük hastalığıdır stres.  

Feyz: Efendim, siz Müslümanların birlik ve beraberliği konusu üzerinde çok duruyorsunuz. Sorunların çözümü olarak da bunu gösteriyorsunuz. Bu durumu düzeltmek için neler yapılabilir?

Bu durumu düzeltmek için Müslümanlar çok iyi şekilde birlik beraberlik içinde olmalı. Muhabereleşmeli, birbirlerine karşı sevgileri, samimiyetleri artmalı… İstanbul’da 17 milyon insan var. 17 milyon insanı hasta eden de onlar, sağlam eden de onlar. En basit şeylerde bile yular onların elinde, nereye isterlerse götürüyorlar. Bizimkiler de ne zaman kıyamet kopacak diye bekliyorlar.

Feyz: Sizin Rusya geziniz oldu. Oradaki izlenimlerinizi bize anlatır mısınız? Rusya’da İslam büyük bir hızla yayılıyor. Bu durumu da değerlendirir misiniz?

Ecdadımız burada 200-250 sene önce bir cami yaptırmış. Biz de bir cami yaptırdık. Sibirya’daki yaptırdığımız cami 4500 metre karenin üzerine inşa edildi ve üç katlı. Burada şu anda 3000’in üzerinde talebe okuyor. Tataristan’dan hocalar gelmiş. Camiden çıktım baktım ki 16-17 yaşlarında iki genç, birisi ötekine anlatıyor, İslamiyet’i tebliğ ediyor ama çok sert bir şekilde. O genç de öylece duruyor, dinliyor. Yanlarına vardım “Selamün Aleyküm” dedim. “Aleyküm selam” dediler. “Sen nerelisin?” dedim. “Nereli olduğum önemli değil, Müslümanım elhamdülillah.” dedi. “Tabi Müslümanız elhamdülillah. Bu arkadaşın ne iş yapıyor?” dedim. “O hâlâ kâfir” dedi. Dedim ki: “Oğlum, bak yüzüne karşı deme bunu, O da inşallah senin gibi olur.” Yanındaki genç şöyle söyledi: “Sana Müslüman olacağız dedik ya, niye hâlâ kafir diyorsun!” Tebliğ eden genç dönerek: “Kelime-i Şehâdet getirmediğin ana kadar kâfirsin.” dedi. Çocuk bir bana bakıyor, bir ona bakıyor, mahcup oluyor. Başımda takke vardı takkeyi çıkardım kafasına geçirdim. “Bu benden sana hatıra kalsın.” dedim. Çocuğa bir serbestlik verdik, taraf olduk çocuğa. Sonra biz dördüncü beşinci kata çıktık, benim arkadaş dedi ki: “Hoca Efendi, çocuk hâlâ kafasında takkeyi sallıyor.” “Çıkarmaz inşallah.” dedim. Sonra aradan üç dört ay zaman geçti, haber geldi. O çocuk Müslüman olmuş, adını da “Kasım” koymuşlar. Günde en azından 15 kişi Müslüman oluyor. 20 de olduğu var, 30 da olduğu var; her gün Müslüman olanlar var... 

Rusya’da şimdi, Sultanahmet Camii ayarında bir cami yapılıyor, yapıldı da… Altı minareli, İstanbul’daki camiler gibi. Muazzam bir çalışma var Rusya’da. Müslüman olanlar tam oluyor. Bizim Türkiye’de de Müslüman var amma yeri geldi mi içki de içiyor, her şey oluyor; ama oradakiler çok sağlam. Rusya’da dedim ki: “Bunlar Müslüman olunca Türkiye’deki Müslümanları da inşallah Müslüman ederler.” Adınız Müslüman ama kendiniz Müslüman değilsiniz. Rusya’da diyanet de çok hizmet veriyor, Kur’an kursları açıyor... 

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez anlattı bana. Uzak Doğu’da, 3-4 milyon olan bir bölge var. Bir zaman onlar Türkiye’ye gelmişler ve demişler ki: “Biz Müslümanız, ama isimlerimizi değiştirmedik, Müslümanlıktan hiç haberimiz yok; ne yapın edin bizi İslam ile tekrar tanıştırın.” Oradan adam getirmişler, buradan oraya adam göndermişler… Orada şimdi ezanlar okunuyor, namazlar kılınıyor. 3-4 milyon Müslüman halk, dini tekrar öğreniyor. Bunlar güzel gelişmeler ama yeterli değil. Müslümanlar tebliğ işini ihmal etmemeli. Tabi sadece İslami ilimleri anlatmak değil, insanların karınlarını doyuracak projeler de üretmek gerekiyor. Aç insanlara sen dini öğretiyorsun. Adam demez mi “Kardeşim karnım aç, sen ne diyorsun?” diye. Fakir olmak meziyet değildir. Allah (cc) vermeyince vermez o başka, ama fakirlik meziyet değil. Biz, Müslümanlara iş yapmasını öğretmeliyiz. Bütün dünyaya yardımlar yapılıyor Türkiye’den, ver Allah ver… Biz sanatı öğretmeliyiz Müslümanlara, ticareti öğretmeliyiz. Ekonomik bağımsızlığımızı elde etmeden yapılan çalışmalar istenen neticeyi vermez.

Benim bir arkadaşım var. Bu arkadaş ortalıktan bir kayboldu, bir sene gelmez, iki sene gelmez; bir de çıktı geldi. Adam dünyayı gezip gelmiş. Bana; “Hocam, sana bir şey söyleyeyim. Pekin’de seni andık.” dedi. “Allah Allah! Nasıl andınız?” dedim. O da bana: “Orada iki tane sahabe kabri vardı, arkadaşlarla kabirlerini ziyaret ettik. Dedim ki: Kasım Efendi burayı bilse gelir.” Bu laf o kadar dokundu ki bana… Dedim ki: “Ya biz de Müslümanız. Mekke neresi Pekin neresi… Sahabeler oraya neden gitti, niye gitti? Para kazanmaya mı gittiler? Mal mülk sahibi olmaya mı gittiler? İslam’ı oraya kadar götürdüler, orada İslam’ı anlattılar, orada cihad yaptılar. Söz, amel, hareket… İslam’ı sevdirdiler.” Kendi kendime dedim ki; biz camiden eve getiremedik İslam’ı. Maalesef cemaatimiz de camiden eve Müslümanlığı götüremedi. Camide Müslümanlığı anlattık, eve getiremedik. Şimdi yarın ahirette bizi bunların yanına Cenab-ı Hakk nasıl koyacak… Bizim kafadaki düşüncelere bak, o Müslümanların o günkü istek ve arzularına bak… Hiç benzer tarafımız bile yok.

Feyz: Bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyz kaynağı da şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet’tir. O, bir rubâisinde bu hakikati bütün cihâna şöyle ilan eder: “Canım var oldukça ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Hazreti Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de incinirim, tiksinirim.” Efendim, sizin, geçen asrın din büyüklerini görme imkanınız da oldu. Biraz da onlardan bahseder misiniz?

Burada birçok kişiler var, hepsini saymakla bitmez. Ama Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı’nda Abdülhay Efendi vardı. Hakikaten Abdülhay Efendi, fıkhî ve tasavvufî mevzularda geniş bilgiye sahipti. Son derece mütevazi, yumuşak huylu birisi idi. Çok seçkin ihvanı vardı. 1961 senesinde İstanbul’da vefat etti. Yıllarca mescidinde imamlık ve postunda tasavvufi irşad yaptığı Yahya Efendi Dergâhı önündeki kabristanda defnedildi. Geçenlerde gittim oraları düzenliyorlardı. 

Âşık isen sen ol güle 

Kendini uyandır bülbüle 

Destan olursun âleme 

İncinme sabreyle gönül

İşte bu insanlar gönül ateşlerini yaktılar. Biz o zamanlar ona yaklaşamazdık, gençtik. Ne âlimler vardı etrafında. Cenab-ı Hakk’a seni gül ile bülbül ile dost ediyor, ama âleme de ifşa oluyorsun.

Muharrem Hilmi Efendi şöyle diyor:

Bir demde bu cihanı gezeriz, 

Kimde aşk ateşi var sezeriz,

Kalplere girer cevlân ederiz,

Kudrettir bu bizim sırlarımız.

Bu işin temelini atan Gönenli Mehmet Efendi, Muhammed Zahid Efendi, Mehmet Zahid Kotku Efendi. O başlattı… Gümüşhânevî Dergâhı şeyhi Mustafa Feyzi Efendi’nin önde gelen talebelerinden. İsmi Mehmed Zâhid, soy ismi Kotku’dur. Hoca Efendi lakabıyla da tanınmıştır. Babası İbrahim Efendi, annesi Sâbire Hanım’dır. 1897 (H.1315) senesinde Bursa’da doğdu. 1980 (H.1401) senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri, Süleymaniye Camii haziresindedir. Hac mevsimi gelince, hac vazifesini yerine getirmek üzere mübarek topraklara gitti. Fakat hastalığı tekrar nüksetti. Hac vazifesini güçlükle ifa edip sevgili Peygamberimiz’in kabr-i şerifini ziyaret ettikten sonra, Kasım 1980’de ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Dönüşünden bir hafta sonra 13 Kasım 1980 (Muharrem 1401) Perşembe günü öğleye yakın vefat etti. Cenazesi, 14 Kasım Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii’nde Hacı Mahmud Efendi tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra, İstanbul Süleymaniye Camii haziresinde hocalarının yanına defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Muzaffer Özak Efendi Rufaî şeyhidir. Bakın, resminde de görüldüğü gibi babacan adamdır. Beni çok severdi. Cumaları O’nun sohbetlerine giderdim. Camide beni görmesin diye saklanırdım. Beni gördüğü zaman, “Kasım Efendi Kasım Efendi, gamet getir ezan oku.” derdi. Birçok kişinin İslam’a girmesine vesile oldu. Şimdi de Tuğrul Efendi çok malumat sahibi yetişmiş bir kişi. 

Seyyid Kasım Arvasi Hazretleri’ni gördüm. Muazzam bir insandı. Onunla dostluğumuz vardı, güzel bir insandı. Dört yıl sohbet ettik her hafta. Allah (cc) rahmet etsin. 

Hasib-i Serezî Hz. (ks.)’yi gördüm. Hasib Efendi mûnis yaratılışlı, rikkat dolu bir kalbe sahiptir. Bu işi devam ettirdi. Abdulaziz Bekkini Hz. de çok yardımcı olmuştur. Peygamber Efendimiz’e karşı büyük bir muhabbeti vardır. Ahirete göçmesi, 86 yaşlarında iken 15 Mayıs 1949 senesinde geceleyin vuku bulmuş, Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnedilmiştir. 

Abdülaziz Bekkini Hz. (ks.) Efendiyi de gördüm, sohbetlerinde bulunduk. O güzel insanların hizmetleri bu güne yansıyor. Abdülaziz Efendi Hazretleri, zekâsı, hitabeti, takvası, cömertliği, talebelerine karşı olan sevgi ve muhabbeti ve fedâkarlıkları ile eşine az rastlanır mübarek bir zat idi. Bunlar hep, camilerde görev yaptılar ve camileri fakülte gibi çalıştırdılar, ders okuttular. O günkü talebeler de sabırlıydılar, yarı aç yarı tok okudular. Sonra bu biraz daha gelişti.

Muhammed Zâhid Efendi, işte bu mirasın üzerine oturdu. Benim Şeyhim değildi, fakat O’nu o kadar çok seviyorum ki O’nun dünya görüşüne hayranım. O, Türkiye’deki eğitimsizliği gördü ve iş dünyasından siyasete kadar birçok kişilerin yetişmesine vesile oldu, önayak oldu. Bugün, sekiz yüz üzerinde talebeye burs veriyoruz, elhamdülillah. Fakat o zaman yedi sekiz kişiye burs veriyordum. Beni çağırıp “Bunu artır Kasım Efendi” dedi. Para yok, pul yok, nasıl artıracağım diye düşünürken Rabbim yardım ediyor. Kolay olmuyor ama yapmak mecburiyetindeyiz. Bizden sonra da bu hizmetleri artırarak devam edin. Bu bir nöbet gibi, sırası gelen bu hizmeti ifa edecek...

Gönenli Mehmet Efendi cami cami dolaşır sohbet ederdi. 6-7 bin talebeye bakıyordu, o zaman kimsede para da yok. Nereden topluyordu, nasıl veriyordu, nasıl yapıyordu hayret… Kaç sene olmuş bak… 60 sene evvel ne muazzam işler yapmışlar. 60 sene evvel atılan temeller bugün artık bir yere geldi. Bunlar zamanında bu temelleri atmasaydılar, biz bugün bu hâle gelemezdik. Eğer biz, bir iş yapıyorsak hep bunların sayesinde yapıyoruz. 60 sene sonra dünya daha başka bir düzene girecekse bunlar da sizlerin çalışmalarıyla olacak. Çok çalışacaksınız, çok... Çalışmadıktan sonra dua et dur, dua adamın karnını doyurmuyor. Dua, Allah’a yalvarmadır. Allah’a yalvar ama gereğini yapacaksın, sofrayı koyacaksın ortaya, yemeği koyacaksın, yiyeceksin ve sonra da “Elhamdülillâhillezî et’amenâ vesegânâ ve cealenâ minel müslimîn.” diyeceksin ki bu yemek cennet yemeği olsun, su Kevser suyu olsun, içimize nur olsun…

Yemek yok, karnımız aç; âmin: “Elhamdülillâhillezî et’amenâ, vesegânâ ve cealenâ minel müslimîn…” Hoca Efendi bu ne duası? Yemek duası… Yemek yemedik ki… Yemek yemeden ne duası yapacaksın? Onun için biz şimdi, memleketin başına hayırlı insanlar nasip eyle, diyoruz. Kardeşim, sen hayırlı insan okuttun mu da hayırlı insan istiyorsun başına. Çorbada ne kadar tuzun var senin? Onun için bütün kardeşlere, hoca efendilere, tanıdığınız insanlara, gördüğünüz insanlara, görmediğiniz insanlara da mesaj gönderin; çalışacağız, insan yetiştireceğiz. Herkes sırasıyla vazifesini yapacak. 

Feyz: Efendim şu anda Arap devletlerinde büyük bir çatışma var, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi ki üzülüyorum, çünkü karışıklık var, ölen insanlar var. Müslümanların dünyada bu hâle gelmeleri üzüntü verici, ama şu meselede var ki geçmişlerinden daha iyi hâle gelmelerini ümit ediyoruz. Dünyadaki Müslümanlar şu anda inim inim inliyorlar. Neden bu? Tefrikadan dolayı… Birlik olsa, beraberlik olsa bu inilti olmazdı. Fas, Cezayir, Yemen, Mısır, Suriye, Irak… Nerede Müslüman memleketi varsa fokur fokur kaynıyor. 

Birbirleri ile üstünlük yarışına girmişler. Yok ben üstünüm, yok sen üstünsün! Zaten bu, şeytanın da hoşuna giden tefrikadır. Müslümanlar tefrikaya ayrıldıkça, dörde, beşe, ona ayrıldıkça şeytanın hoşuna gidiyor. Allah “birlik olun” diyor. Allah’ın kulları, müminler, mümin geçinenler tefrikaya ayrılıyor. Oldu mu bu şimdi? Onun için herkes iyidir, Allah diyen iyidir... 

Nitekim Nakşibendi Hazretleri’ne nisbet edilen şu beyit pek mânidardır:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!.. (herkes tam, ben kusurlu…)

Allah bütün Ümmet-i Muhammed’e birlik, beraberlik nasip etsin. 

(Amin)