Tefsir, Arap lügatında açıklama ve beyan anlamında kullanılır. Hadisi tefsir ettim derken, yani onu beyan ettim veya açıkladım anlamı çıkıyor.
Allah (cc), Furkan sûresi 33. ayette şöyle buyuruyor: “Onları sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.” Bu ayette ‘Ehsene Tefsîran’ tabiri geçiyor. Buradaki “Ehsene” kelimesi “Efdale” (üstünlük) anlamındadır. Tefsir ise beyan ve açıklama anlamını taşır. Her kelimenin lügat ve ıstılah anlamı vardır. Tefsir ıstılahta, Kur’an-ı Kerim’den bahseden ve beşerin gücü kadarınca Cenabı Allah’ın maksadı yönüne delalet eden bir ilimdir.
TEFSİR İLMİNİN DOĞUŞU VE TAVRI:
1-) Bu ilmin doğuşu Kur’an-ı Kerim’in nüzulüyle başlamıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim nazil olunca mufassal ayetler ve mücmel (anlaşılmayan) kelimeler oluşmuştur. Bu mücmel olan kelimeleri başka bir ayet veya kelime tefsir etmiştir. Tefsir ilminin 1. yolu, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini bazı ayetlerinin tefsir etmesidir ve bunun birçok örneği vardır.
Mesela Maide sûresinin 1. ayet-i kerimesinde Cenabı Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helal kılındı. Allah dilediğine hükmeder.”
1. ayet-i kerimede “(aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helal kılındı.” buyrulur. Bu ayeti, 3. ayet-i kerime tefsir ediyor. 3. ayet-i kerimede Cenabı Allah şöyle buyuruyor: “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar...size haram kılındı...”
Bir başka örneğimiz Kâria sûresinde geçen şu ayetlerdir:
1. O Kâria,
2. Nedir o Kâria?
3. Ne bildirdi ki sana, nedir o Kâria?
Bu ayetlerde geçen Kâria lafzı mücmel (manası henüz bilinmeyen) bir kelimedir. Sûrenin 4’ten 11’e kadarki ayetleri bu mücmel kelimenin tefsiridir. Burada Kâria’nın kıyamet günü olduğuna işaret edilmektedir.
Meal olarak,
4. O gün insanlar çırpınıp yayılan kelebekler gibi olacak.
5. Dağlardan atılmış renkli yünler gibi olacak.
6. O vakit kimin tartıları (iyilikleri) ağır gelmişse.
7. Artık o hoşnut bir hayattadır.
8. Fakat kimin de tartıları (iyilikleri) hafif gelmişse.
9. Artık onun yeri Hâviye’dir.
10. Bildin mi Hâviye nedir?
11. O (Hâviye) kızgın bir ateştir.
9. ayette geçen “Hâviye” kelimesini 11. ayet tefsir etmiştir.
2-) Tefsir ilminin 2. yolu, Allah’ın vahiy ve beyan yolu ile Rasûlullah Efendimiz’e o ayeti tefsir etmesidir. Mesela, Nisa sûresi’nin 88. ayetinde namaz kılın, oruç tutun, zekât verin diye Cenabı Allah emir buyurmuştur. Ama Kur’an-ı Kerimde salat lafzının zikri 70’ten fazla tekrar olmuştur. Bu tekrara binaen farz namazların adedi ve rekâtı tekâmül olmamıştır. Edasının nasıl olacağı Rasûlullah’ın ashab-ı kirama imamlık yaparak vakit namazını kıldırıp “İşte benim nasıl kıldığımı gördünüz, siz de benim gibi kılın.” buyurmasıyla ortaya çıkmıştır. Rasûlullah’ın sahabelere böyle kılın diye emir buyurması, işte bu ayetin tefsiridir.
Zekât lafzı da çok tekrar edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de salat kelimesinden hemen sonra zekât kelimesi gelmiştir. Bununla beraber zekât ne zaman verilecek, ne kadar verilecek, hangi maldan verilecek… Bunları Rasûlullah (sav) tefsir etmiştir.
Allah (cc), Nisâ sûresi 11. ayeti kerimede miras taksimini şu şekilde ifade ediyor: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.
Bu ayet geneldir ve her babanın erkek evladına iki pay vermesini hükmetmektedir ve bu ayete göre, kalan malın ikisi erkeğe, biri de kız evlada verilir. Fakat bu hüküm peygamberler için geçersizdir. Çünkü onlara, davalarından dolayı mal toplayıp kendi çocuklarına miras bırakmaları uygun düşmez. Zaten onların hayatları ve malları Allah içindir.
Rasûlullah (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Biz peygamberler maldan miras bırakmıyoruz.”
Asrı saadette Allah (cc), ashab-ı kiramı ilimde üstün tutmuş ve Kur’an-ı Kerim’i de onların lügatında indirmiştir. Bundan dolayı ashabın, muhkem ayetler dışında çoğu sûrelerin beyanına ihtiyaçları yoktu. İhtiyaç duydukları ayetleri de Rasûlullah’tan öğrenmişlerdir.
Günümüzde bazı sözde ilim adamı olanlar, tefsire ihtiyacın olmadığını söylüyorlar. Sahabeler o kadar büyük âlim oldukları halde ve Kur’an-ı Kerim de onların dili olmasına rağmen, her zaman Rasûlullah (sav) ile beraber oldukları ve O’nunla aynı zamanda, aynı mekanda yaşadıkları halde tefsire ihtiyaç duymuşlar. Bu günkü hiçbir şey bilmeyen cahiller, neden üzerlerine vazife olmayan işlerle uğraşıp günaha girerler ve halkı da günaha sokarlar. Neden gidip bir âlimin önünde diz çöküp öğrenme gayretinde bulunmazlar, şaşırıyorum.
3-) Peygamberimiz’in hayatının son dönemlerinde ve hayatından sonraki zamanlarda, insanlar bölük bölük İslamiyet’e girdiler ve bu girenlerin içerisinde Arap ve Arap olmayanlar vardı. Arapça konuşan ve konuşamayan âlimlerin Kur’an-ı Kerim’in ahkâm manasına, meramının hikmetine, cümle ve kelimelerin tanınmasına hepsinin zahiren ihtiyacı vardı. Bu nedenle sahabeler, Müslümanların ihtiyaçları üzerine Kur’an-ı Kerim’i önce ayetlerle, sonra Peygamber Efendimiz’in sünneti ile, sonra sûre ve ayetlerin nüzul sebebinin beyanı ile, sonra kendilerine ulaşan bilgilerle tefsir ederlerdi.
Ebu İmran’dan rivayet olduğuna göre, “Biz Kostantiniyye’de iken, Bizanslılardan büyük bir savaş safı çıkmıştı. Müslümanlardan birisi o kalabalığın içine girdi ve sahabeler şu ayeti okudular: ‘Bu adam eliyle kendisini tehlikeye attı.’ Ebu Eyyub-el Ensari (ra) dedi ki: ‘Ey insanlar siz bu ayeti yanlış tefsir ediyorsunuz. Bu ayet, biz ensariler hakkında inmiştir. Allah (cc) dinini güçlendirdiği zaman ve yardımcıları çok olunca, biz ensariler, Peygamber olmadığı zaman birbirimize gizlice ‘Malımız kaybolmuştur, şu anda İslam güçlenmiş ve yardımcıları da çoğalmıştır. Biz böyle savaşlara katılmasak ve malımızı kazansak olmaz mı?’ dedik. Bizim sözlerimizin aleyhine bu ayet nazil oldu.
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.” (Bakara, 2/195)
Hz. Ömer (ra) Kuddame bin Mezun’u, Bahreyn üzerine vali tayin etti. Carut, Hz. Ömer’in yanına gelip dedi ki:
—Bahreyn’e vali olarak tayin ettiğiniz Kuddame, içki içip sarhoş olmuştur.
Bunun üzerine Hz. Ömer ona:
—Senin şahidin var mı? Dedi.
Carut dedi ki:
—Evet, Ebu Hureyre (ra) benim şahidimdir, dedi.
Hz. Ömer (ra) Kuddame’yi çağırıp dedi ki:
—Ey Kuddame! Ben sana içki içtiğin için had cezası vereceğim.
Kuddame dedi ki:
—Allah’a yemin ederim ki, senin söylediğin gibi içki içmişsem bile sen beni cezalandıramazsın.
Hz. Ömer:
—Niçin? Dedi.
Kuddame cevap verdi:
—Cenabı Allah, Maide sûresinin 93. ayetinde şöyle buyuruyor: ‘İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyle sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyle sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyle sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever.’ Ben iman eden ve salih amel işleyenlerdenim ve ben, Efendimiz (sav) ile beraber Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarında da bulundum.
Hz. Ömer (ra) sahabelere:
—Bu adamın sözünü sizden kabul etmeyen var mı? Dedi.
İbni Abbas dedi ki:
—Bu okuduğu ayet, daha öncekilere özür olarak nazil olmuştur. Çünkü Allahu Teala Mâide sûresinin 90. ayetinde şöyle buyuruyor: ‘Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.’
Hz. Ömer bunun üzerine şöyle dedi:
—Sen doğru söylüyorsun.
Sahabelerden Allah razı olsun. Onlar, Kur’an üzerindeki beyanları çözmedeki tefsir yollarının üçüncü kısmıdır. Birçok tefsirde sahabe örnekleri vardır.
4-) Sahabelerden sonra tabiinler (sahabelerin talebeleri) gelir. Allah onlardan da razı olsun. Müslümanların memleketleri çoğaldı ve bu diyarlar birbirlerine uzak kaldılar. Bu diyarlarda Arap ve Arap olmayanlar vardı. Bu devirde Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim ahkâmlarının tanımında hikmet, gaye ve meramında, cümle ve lafızlarında ashab-ı kiram devrindekinden daha fazla ihtiyaç sahibi oldular. Bazı tabiinler Müslümanların ihtiyaçlarına göre Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an-ı Kerim ve sünnetle, sonra nüzul sebebinin beyanı, sonra ashab-ı kiramların görüşleri ve Arap lügatı üzerine tefsir ettiler. Sonra ihtiyaç daha fazla olunca, Allah (cc) onlara muvaffakiyet ettirdiği kadarınca, içtihat ve anlayışlarına göre tefsir etmişlerdir.
Allah (cc), Tûr sûresinin 21. ayetinde şöyle buyuruyor: “İman eden ve soylarından gelenlerde, imanda kendilerine tâbi olanlar (var ya)! İşte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir.”
Sait Bin Cübeyri (ra) “Allah (cc) zürriyeti derecelerde babalarına ilhak etmiştir. Babalarının cennetteki derecelerini eksiltmeden, bu ilhak, babaların üstünlüğü ve ikramı için oluyor.” Tabiinlerin Kur’an-ı Kerim için açıklamaları ve anlayışları tefsir ilminin dördüncü yoludur ve tefsir kitaplarında bunun örnekleri çoktur.
5-) Tabiinlerden sonra âlimler oldu. Müslümanların Kur’an-ı Kerim’in ahkâmını, hikmetlerini, gayelerini ve meramlarını tanımaya daha fazla ihtiyaçları arttı. Müfessirler Kur’an-ı Kerim’i Kur’an-ı Kerim ile, sonra sünnetle, sonra sahabe ve tabiinin görüşü ile, sonra Arap lügatı ve manasının rey ve nazarı (görüş ve bakışları) ile tefsir ettiler. Bazı konularda, belki bazı Hıristiyan ve Yahudilerin fikirleri sorulmuştu. Tefsir ilmi ilk dönemlerde şifaen insanlara söylenirdi, kulakla algılanırdı. Bunu algılayanlar diğerlerine aynen naklederlerdi. Tedvin devri başlayana kadar böyleydi. Akabinde Kur’an-ı Kerim de tedvine alındı ve sonra da mezhepler oluştu.