Halk arasında “Yalnızlık Allah’a mahsustur” şeklinde bir söz vardır ki çok yerinde bir sözdür. Zira insan fıtraten sosyal bir canlıdır, ihtiyaçlarının çeşitliliği ve çokluğu, mutlu ve daha huzurlu bir hayatı olması için sosyalleşmeye ihtiyacı vardır. Buna rağmen bir mümin yalnızlığı tercih ediyorsa onun bu halini haklı gösterecek iyi bir gerekçesi olmalıdır. Yoksa bu tür kişiler ya manen tedavi olması gereken kalbi marazlı kişiler ya da psikolojik sorunları olan hasta kişilerdir.
İnsanların ruhi ihtiyaçlarını tespitte en önemli referans kaynağı olan yüce kitabımız Kur’an ve onun en güzel yaşanmış örneğini temsil eden Hazreti Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetleri, istisna haller hariç müminlere yalnızlığı değil birlik olmayı, sosyal olmayı emreder…
Yani münzevi bir yaşam ile insanın yalnızlığı tercihi, yakîn duygusunu artırmak, arınmak ve topluma daha güzel bir ahlak ile çıkmak amacı taşıması halinde geçici bir süre için dinen meşru ve mümkün olabilir. Aksi halde günde 5 vakit olan namazın cemaatle kılınması konusunda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ciddi uyarı ve tembihleri, cuma namazının farziyeti, bayram namazlarının yine vacip oluşu gösteriyor ki, İslam’a göre müminin iyisi ve hayırlısı toplumdan ayrılmayan ve sosyal olmaya özen gösterendir.
Açıkçası İslam cemaat dinidir ve müminlerinin birlik halinde yaşamalarına büyük önem verir. İslami birlik ve beraberlik temel değerlerini Allah’ın kitabı Kur’an ve Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetinden alır ki bu değerler; ırk, renk, dil gibi mensubiyete bağlı değerler değil, sevgi, merhamet, kardeşlik, adalet, yardımlaşma, dayanışma fedakârlık gibi ahlâki değerlerdir.
Kur’an’ı Kerim’de geçen ve bölünüp parçalanmadan, toplu bir şekilde olmanın önemine vurgu yapan ayet-i kerimelerden bazıları şöyledir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/103,104) – “Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.” (Saff Suresi, 61/4)
Bu konuyla alakalı hadis-i şerifler ise bir hayli çoktur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27) “Nerede benim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi arşımın gölgesinde gölgelendireceğim.” (Müslim, Birr 37.) “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!.” (Müslim, Îmân 93-94)
Sosyalleşme denilen olguyu, tamamıyla İslam’ın terbiye metodu içinde olan namaz, oruç, hac, zekât, gibi ibadet hayatımızın önemli bir parçası olarak görmek gerekir. Bu durumda İslam’ın hedeflediği bir mümin, bir taraftan içe doğru manevi bir derinleşme, bir taraftan da dışa doğru ahlaki gelişme ve sağlıklı sosyalleşme şeklinde iki boyutlu bir gelişme göstermelidir. Böyle olunca bir mümin, elinden geldiğince sosyalleşmesine engel olan ve kendini yalnızlığa iten bencillik, cimrilik, kibir, haset gibi negatif duygularını önce tespit etmeli, sonra da bunlarla mücadele ederek her hâlükârda sosyal hayatın içinde olmaya özen göstermelidir. “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Husnü’l Halk, 8) hadis-i şerifi de konumuza dolaylı yoldan mesaj veren önemli bir hâdistir.
İslam’ın gönderiliş amacını özetleyen bu hadis-i şerif, tek başına İslam’da sosyal hayatın gerekliliğini göstermeye yeterli delildir. Çünkü güzel ahlakı hem gerekli kılan ve hem görünür yapan ve hem de onu tüm şubeleri ile ortaya koymaya imkân sağlayan olgu sadece beraberlik olgusudur. Zira yalnız yaşayan bir insanın güzel ahlakının ne anlamı olacak, kimin ne işine yarayacaktır.
O halde ahlaken gelişmenin en güzel okulları, Allah için bir araya gelmiş, birbirini seven, birbirinin derdiyle dertlenen topluluklardır. Çünkü insanın bencillik, çıkarcılık, cimrilik, sevgisizlik vs. gibi tüm kalbi marazlarının gizlilikten açığa çıkması böyle ortamlarda olduğu gibi, şifası da aynı şekilde böyle ortamların feyzli ve bereketli ikliminde mümkün olur. Yani ancak birlik ortamı insanı değiştirir, geliştirir, olgunlaştırır. Bir ve beraber olmanın avantajı ile müminler birbirlerinin durumlarından haberdar olur, birbirlerini daha iyi tanır, sever, sayar, yardımda bulunur ve hadis-i şerifte ifade bulduğu üzere bir vücudun organları gibi birbirlerinin kederini paylaşırlar.
Bu arada tekrar hatırlatmamız gereken önemli bir detay var ki, İslâmî bir topluluğun çalışmaları Kur’an’ın rehberliği ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünneti üzerine olmalı, hiçbir gerekçe ile bundan asla taviz vermemelidir. Bu amaçtan sapmış, nefsani çıkarlara veya İslam dışı güçlere hizmet için bir araya gelmiş insan yığınları, İslâm’ın aradığı topluluklar olamazlar. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir, zira tarih boyu Müslümanlar bu tür yapılardan çok zarar görmüştür ve hâlâ da görmektedir.
Bir şey daha var ki, bu tür olumsuz yapılar gerekçe gösterilerek bir arada olmaktan vazgeçip yalnızlığı tercih etmek ise daha büyük bir tehlikedir ve başta iblis olmak üzere tüm İslam düşmanlarının en çok arzuladığı ve amaçladığı bir şeydir. O halde, sahte peygamberlerin, sahte mehdilerin, sahte mesihlerin veya bunların içinde bulunduğu cemaatlerin her zaman var olabileceği bilinerek onlara karşı çok dikkatli ve uyanık olunmalı, bunlara rağmen ümmetin kurtuluşu ve selameti için bu manevî kıymetlerin hak olanını aramanın da bizim en büyük imtihanımız olduğu gerçeği asla göz ardı edilmemelidir.
Zira, Hz. Adem’den beri insanlığın yaşadığı en zor bir zaman dilimine tekabül eden bu ahir zaman şartlarında, yine bu ümmetin kurtuluşu ve felâhı hak yoldan ayrılmayan toplulukların çalışmalarıyla gerçekleşecektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Ümmetimden Allah’ın emrini yerine getiren bir topluluk sürekli bulunacaktır. Onları aşağılayan veya onlara muhalefet edenler, onlara asla zarar veremeyecektir. Öyle ki Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar bu topluluk insanlara karşı böyle muzaffer halde kalacaklardır.” (Buharı, Menâkıb 28, Tevhid 29)
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu müjdesine göre bu topluluk bugün de vardır ve kıyamete kadar da olacaktır. İşte bu topluluk, ehl-i sünnet çizgisinde, sahâbeler döneminden bugüne kadar gelen ve hâlâ o çizgide hareket eden samimi, ihlaslı tüm müminlerin topluluğunu ifade eder. O halde bu inanç ve şuurdaki müminler, her ne zorluk ve güçlük olursa olsun birbirlerini arayıp bulmaktan ve kenetlenerek daha büyük birlikler olma hedefinden asla vazgeçmemelidirler. Nitekim Mâlikî mezhebinin imamı, büyük müctehid ve muhaddis, İmam Malik de “Toplulukta hoşunuza gitmeyen şeyler, ayrılıkta hoşunuza giden şeylerden daha hayırlıdır.” diyerek toplu olarak İslam’ı yaşamanın önemini bu sözü ile çok güzel vurgulamıştır.
Çağımızda bencillik, bireysellik ve yalnızlık insanların en büyük hastalığıdır. Dinen hiç yakışmadığı halde Müslümanlar da bu hastalığın pençesindedirler. Günümüzde tüm insanlığın başı, şeytaniyet ve deccaliyetin şiddetli fitneleri karşısında çok büyük beladadır ve bu durumda tüm insanlık için en korunaklı sığınak ise ancak ve yalnız İslam’dır. İslam’ın en güvenli ve korunaklı sığınakları ise hak olan ehl-i sünnet akidesine bağlı topluluklardır.
En son sözlerimiz olarak özetle diyebiliriz ki, Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim’in, Efendimizin (s.a.v.) mürşitliği ve önderliğinde insanlığa kazandırmak istediği en önemli aşama, önce her bir müminin nefsinin kötülüklerinden arınarak kendisi ile barışık, güzel ahlaklı bir birey haline gelmesi, akabinde arınmış bu bireylerden sevgi, saygı, güven, merhamet, adalet, fedakârlık gibi güzel değerler üzerine bina edilmiş ashab-ı güzin gibi güzel bir toplum inşasıdır.
Bu konuda yine çok değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin kısa ama içi hikmet ve hakikat incileriyle dolu bir yazısı ile sizleri baş başa bırakarak yazımı noktalıyorum.
“Uzletin, İslam’da arızi, geçici ve kısa süreli olması ve zaruri bir arınma vesilesi ve yöntemi olarak görülmesi bilinen bir gerçek!
Ülfet ve seviyeli sosyallik ise, mecburi ve zaruri olarak daimi bir tutum ve Kur’ân ve Sünnet ışığında, olmazsa olmaz anlamında bir emir ve ayrıca, güzel ahlak ve manevi kemalat büyüklüğünü gösterme anlamında, ölçü ve kıstas kabul edildiği de; yine, bilinen bir gerçek!
Yani, daha çok tasavvuf geleneğinde uygulanan uzlet eğitimi; aslında, geçici bir yöntem olarak, sadece, arınma amaçlı kullanılan bir yöntem olduğu halde, maalesef, tarih boyunca ve şimdi, bütün ahlaksız, antisosyal ve geçimsiz insanların sığınağı ve yine, kesinlikle çok çok az istisnaları hariç, büyük çoğunluğu apaçık şeytanın oyuncağı ve nefsinin kölesi zavallıların tünediği, bir kasvetli ve zifiri bir mağara olagelmiş ve yine, mecburen, bu karanlık, kasvetli ortam, şeytanların, cinlerin cirit attığı fıtrata aykırı kötü bir atmosfer olagelmiştir…
İşte bu nedenle, İslam cemaat dinidir. Selamı yayma ve sosyalleşme yolu, dostluğu ve arkadaşlığı öven ve hatta dostluğu cennet nimetleri olarak teşvik eden; Allah için birbirlerini sevenlere, kabir, mahşer, sıkıntıları uğramadan sorgusuz sualsiz cennet vadeden yüce bir dindir…
O nedenle, şu çok iyi bilinmelidir ki: Kendimizi zorlayarak da olsa, içimizden gelmeye gelmeye de olsa, insan içine mutlaka ama mutlaka çıkıp, iyilerle arkadaşlık, dostluk ve davadaşlık yapıp, kötülere ise, İslami ölçülere göre sabredip, iyi tarafları ile sevip kötü yanlarına ise katlanmaya çalışmak her Müslüman için olmazsa olmaz ve son derece gerekli ve sebebi bilinmez bir şekilde insanları mutlu eden sihirli bir hayat biçimi ve kesinlikle hakiki mümin tavrıdır! Yoksa, Efendimizin, “Kendisiyle ülfet edilmeyende hayır yoktur” buyurması asla boşuna ve bu kadar sert ifade edilmesi ise, asla lâfın gelişi de değildir! Gerçekten de tecrübe ile sabittir ki; bu adamlarda, hayır da yoktur!
Ahlak da!
Sevgi de yoktur!
Şefkat de!
Ucup ve kibir baş marazları, kin, kıskançlık, haset, cimrilik doğal halleri ve aşağılık kompleksi değil ama bu maraza mahkûmiyeti kabullenme korkaklıkları ise, mecburen daha da kötü zillet ve alçaklıkları olacaktır…
O da başka bir konu…”