İnsanın Eman Arayışı / Prof. Dr. Celal Türer

İnsan-fıtrat ilişkisinde güven kavramının yeri nedir? Nasıl şekillenir?

Güven kavramı çok boyutlu; duygudan inanca, fizikten metafiziğe, bireyden sosyale, hayatın tüm vechelerinde kendisini gösteren çok önemli bir kavram. Bu kavramın en önemli hususiyeti, bir varoluşsal hal olarak bireyden yola çıkarak sanki varlığın tümüne yayılan; yani insan haricindeki bütün varoluşta güven ortamı zaten kendiliğinden hal olarak var, ama bireyden ortaya çıkan bir hal olarak sanki varlığın tümüne yayılan bir özelliğe sahip. Bu çerçevede, güven, temelde, doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklık gibi anlamları barındırmakta ve genel ilkeleri yansıtmaktadır.

Güven kavramı her daim bize iki taraflı olarak gelir: Bir, güvenen kişi. İki, güvenilen kişi. Dolayısıyla, kavramın bireyden çıksa da diğer bir bireyde ya da varlıkta, varoluşta mâkes bulması lazım. Bu yüzden de bu kavram bir ahlaki zemin oluşturuyor; aynı zamanda, bir hal olduğu için, bireyden çıkan bir hal olduğu için hukuki bir statü de oluşturmak zorunda. Güven kavramı bir umudu seslendirmekte her zaman. Yani siz şuraya girdiğiniz andan itibaren burada güven hissetmeniz lazım. Dolayısıyla, bu his aslında bir beklentidir, bir umuttur. Ve bu umut sizden yayılsa da, karşı taraftan gelebilecek bir beklentiyle bir şekilde karşılaşması ya da fizik diliyle söylersek, frekansların örtüşmesi lazım. O yüzden de umut halini seslendirir. Bu umudun içinde temelde ne var diye sorarsanız; gerçeklik ve hakikat vardır. Yani güvenin içinde gerçeklik ve hakikatin olması ne demektir? Çok basit; mesela içeriye girdiğim andan itibaren, benim, acaba bana hakaret mi edecekler, herhangi bir şekilde karşı mı çıkacaklar şeklinde bir kuşkum ve şüphem olmaması lazım, yani burada kendimi güvende hissetmem lazım.

Bütün kavramlar tersinden de okunabilir. Sözgelimi, güvenin karşıtı kuşku ve şüphedir. Güven, varoluştan yayılan bir hal ve her daim size bir umut verir. Çünkü hakikatle, gerçeklikle buluşturuyor. Bunun karşılanmayışı kuşku ve şüphe halidir. Kuşku ve şüphe hali insan hayatında kaos dediğimiz hususiyete sebep olacak. Yani siz, güvende hissetmediğiniz bir yerde, kuşku ve şüphe duyduğunuz andan itibaren eliniz ayağınız dolaşır, ne yapacağınızı şaşırırsınız, davranma dediğimiz hadiselerin hepsi karmakarışık bir hale dönüşür. 

Dolayısıyla, güven kavramı her ne kadar bireyselden çıksa da, karşı tarafta mâkes bulsa da, bir umudu seslendirse de, tersi bir kuşku durumu olsa da, sanki, varoluştan kaynaklansa da, bir öğrenme sürecini ya da bir süreci içerdiği için devralınan bir süreç olsa da, her daim onunla hemhal olmayı, onu geliştirmeyi talep ediyor. 

Günümüzde kaybedilen çok değer var. Modern dünyada güven ne ifade ediyor, yeri nedir?

Güven kavramını modern dünya yeniden keşfetti. En basitinden; marka güvenliği, kurumsal güvenlik. Neden modern dünyada güven kavramı yeniden keşfedildi? Çünkü çağımız insanı güvene güvenmiyor, güveni anlayamıyor, önemini göremiyor, değerini değerlendiremiyor. Çağımız insanı güven kavramından çok fazla uzaklaştığı için bunu fark edemiyor. Ama bunu fark eden modern kurumlar, işte marka güvenliği, kurumsal güvenlik, şahsi güvenlik hususlarına oldukça önem verdi. Modern kurumlar ayakta kalabilmek, sürdürülebilirliği devam ettirmek için güvene ihtiyaç duyarlar. Ben kendi hayatımdan da biliyorum; mesela bir ticaret erbabı arkadaşım, “Ağabey” diyor, “Kasayı bırakacak kimse kalmadı.” Şimdi nasıl hallediyoruz? Her tarafa kamera koyuyoruz ya da siparişleri alırken, herkes alıyor, o sistemde görülüyor, o sistemin tümü kaçak yapmıyor ya da ne diyelim, marketlerde depolama sistemi yapıyorsunuz, her çıkanı depodan düştüğünüz zaman hiç kimse kaçırmıyor. Başka türlü, Big Brother ya da Panoptikon sizi daima gözetliyorsa dürüst olabiliyorsunuz.

Bunun dört nedeni var. 

Birincisi, modernler hiçbir kavramın güvenin yerine geçmeyeceğini keşfettiler. Yani hangi kavramı getirirseniz getirin; mesela modern dünyanın, özellikle modernliğin temel kavramlarından verimlilik kavramını getirin, ilerleme kavramını getirin ya da çok üretimi getirin, katma değeri getirin, bu kavramların hiçbirisi güven kavramını karşılamıyor. O yüzden de erdem olarak güven bütün kavramların önünde yer alıyor.

İkincisi, tüm toplumlar kendi meşruiyetlerini kendi bünyesinde, kendi inançlarında, değerlerinde ve tekliflerinde aramak ve temellendirmek zorunda kalıyorlar. Yani bütün toplumlar kendilerine mahsus bir ethosfer, ahlak küre kurmak için temel aramaya çalışıyorlar. Bunun bir implikasyonunu şöyle ifade edeyim: Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi var mı; var. Niye çiğneniyor? İnsan hakları ya da Birleşmiş Milletler gibi temel kurumlar, siyasi arenada herkesin şu ya da bu şekilde, yani kendi çıkarını korumak için kuşattığı ya da imza atmak zorunda olduğu kurumlar olsa da, kültürlerin kendi içinde veya kendinde konumlandığı zemin her daim farklı olduğu için… Şöyle ki, daha açık bir ifadeyle söyleyeyim: Sözgelimi, Birleşmiş Milletlerin kararlarına Müslüman toplumların uyması ne kadar mümkün? Çoğu zaman mümkün değil. Ama oraya imza, tabiri caizse bazı hususlardaki ortaklıklar içindir. Akli ve makul olmak, akli ve makul olan hususlarda birleşmek ve kurumları ortaya koymak, angaje olduğumuz, üzerine bastığımız zeminleri kaybetmek anlamına gelmez.

Bütün kültürler artık kendilerine mahsus bir hayat sistemi kurmak için güven kavramını yine kendilerine mahsus olmak üzere anlamaya çalışıyorlar. Batı toplumları güveni fizik alanda metafizik alana taşımadan oluşturmaya çalışıyorlar. Sözgelimi, “İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybederim.” diyor. Ama bizde güven kavramı daha farklı bir boyuta gidiyor.

Üçüncüsü, Batı’da dinin toplumda bıraktığı boşluğu günümüzde etik ya da ahlakların doldurma çabası var, güven buradan da oluşmaya çalışmış. Buna meslek etiği diyorlar, çalışma etiği diyorlar, yönetim etiği diyorlar. Çünkü güveni ontolojik boyutta, yani metafiziksel alandan almadıkları için kısmi alanlarda üretmeye çalışıyorlar. Bu da, tabii, Batı’daki dönüşümün sonucu.

Dördüncüsü, bireyselleşmenin ağır sonuçları. Hakikaten, bireyselleşmeyle beraber, cemaate ait -cemaat derken social’ı kastediyorum- bir toplum olmaya, ümmet olmaya ait bütün aidiyetler ortadan kalkmıştır. Tabii, aidiyetlerin parçalanması, ortak bütüne dâhil olma yerine ondan ayrılma, ister istemez, maliyeti olan, yeniden inşa etmeniz gereken bir hususiyettir. Bunu da şöyle açıklayabilirim: Mesela, “Hocam, o bütünlüğü nasıl sağlayacağız?” dendiğinde; sözgelimi, doğayla hemhal olabilirsek… Mesela yedi-sekiz gün bütün bireysel koşuşturmalarımızdan doğaya doğru bir açılma. İster istemez o doğa sizi varoluşla bütünleştiren, birleştiren bir sürece sürüklüyor. Yani insan kendisini varoluşla bir bütün halinde görmeye başlıyor. Ama şu koşuşturma içinde, küreselleşme içinde insan o bütüne bağlanamıyor. Bütünden kastım, varoluştaki bütünlük. Mesela herkesten, yani insanlardan şöyle uzakta, doğayla bir araya geldiğinizde, hayvanlarla bir araya geldiğinizde kendinizi bütünün parçası hissediyorsunuz, güvende hissediyorsunuz. Ama koşuşturma içindeyken bu mümkün değildir. Kadim dünyada, eski dünyada bütün ilişkiler fiziksel bir mekâna ve zamana aitti. Mesela ortaçağda fiziksel temas bir pazarda gerçekleşiyordu; o pazarda şu, şu insanlarla karşılaşıyordunuz, yüz yüze ilişkiler vardı. Modernlik, yani küreselleşme bu ilişkileri iletişimle, taşımacılıkla üste çıkardı. Artık o fiziksel, yani elle tutabildiğimiz, hissedebildiğimiz bütün ilişkileri bir üste, sanal dediğimiz bir alana taşıdı; artık yüz yüze gelemeyen insanlar orada karşılıklı bir araya geliyor. Küreselleşme bir yersizleşme yurtsuzlaşma olduğu için yukarıyla bağı kopartıyor.

Peki, bu yaşananların insandaki karşılığı tam olarak nedir? 

Artık, bireyselleşmeyle birlikte, güven duyabileceğimiz, kendisine tabiri caizse güvenebileceğimiz, bel bağlayabileceğimiz aşkın bir varlık alanı ortadan kalktı. Kendi güvenimizi kendimiz kazanmamız lazım, yani güvenlik alanlarımızı bizim üretmemiz lazım. Ama kadim dünyada böyle değildi. Yani başkalarıyla niye bağlantıya gireyim ki; beni retweet’lediği zaman veya benim paylaşımıma tıkladığı zaman niye ihtiyaç duyayım ki, o bize yetmiyor mu?! O yüzden de modern dünya bütün bunların farkına vardı; dolayısıyla, güven, modern dünyada özellikle bireysel ve kurumsal anlamda yeniden gündeme geldi. 

Güvenin var olması ya da güvenin ortaya çıkması neye işarettir? Bu, güvenin ontolojisidir, yani varlık kazanmasıdır. Var olanların kendilerini gerçekleştirmeleri, bütün olabilmeleri ya da var olma serüvenlerini devam ettirebilmeleri öncelikle birbirine güven duymayı, birlikte var olabilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla, güven olmadan var olabilmek mümkün değildir. 

Yapılan bir araştırmadır; bir çocuk doğduğu andan itibaren 2 saat içinde iki soru soruyor: Bir, “Güvende miyim?” İki, “Beni böyle kabul ediyorlar mı?” Hal diliyle soruyor bunu. Ve bu hal aslında ömür boyu süren bir halde devam ediyor. Bakın, iki soru: Bir, “Güvende miyim?” İki, “Beni böyle kabul ediyorlar mı?” Hakikaten, sadece insan alanına değil, varlık alanına, hayvanlar alanına da bakın, hemen annesi yalıyor onu, güvende olduğunu hissettiriyor. İnsan da aynı şekilde. Bebek 2 saat içinde iki soru soruyor. Ben diyorum ki, bu soruyu ömür boyu soruyoruz: Bir, “Güvende miyim?” İki, “Beni böyle kabul ediyorlar mı?” Mesela ergenlerin problemi nedir? “Hocam, kendimi beğenmiyorum” vesaire. Bakın, “Beni böyle kabul ediyorlar mı?” Bu iki soru hakikaten varlığın devam etmesi için yeter de artar bile.

Güven nasıl ortaya çıkar? Bunu nasıl anlarız? Sürdürülebilirliği nelere bağlıdır?

Güvenin biyolojik bir olgu olarak başlayıp kültürel bir gereklilik olarak insanileşmenin gerçekleştiği yerde ortaya çıktığı aşikârdır. Çünkü bu, biyolojik bir olgu olarak başlasa da, annede, babada, ailede, aile aralarında, toplumda devam eden bir kültürel hale dönüşmesi lazım. Çocuklar en ufak bir şeyde niye korkar? Bebekler anlamında söyleyeyim. Birden yere düşsün, ömür boyu o travmayı atlatamaz. Kabul edilmediğini anlasın, örneğin, istenmeyen bebekler, ömür boyu o travmayı atlatamazlar. Haydi bebekliği halletti diyelim, çocukluğa bakalım. Yetişirken çocuğa güven duymadığınızı hissettirin bakalım. Bugün başarılı çocukların çoğu özgüveni yüksek çocuklardır. Özgüveni nasıl yüksek olabilir? Siz vereceksiniz güveni, güvendiğinizi belli edeceksiniz. Ergenlik çağında -ki güvenin en çok sarsıldığı bir durumdur- eğer çocuğa güvenilmiyorsa, o travma gençliğinde de sürüyor ve ölüme kadar gidiyor. Ben mesela etrafımda o kadar çocuk biliyorum ki, birinci, ikinci çocuğun gölgesinde kalmış ya da anne-baba ona güvenmiyor hissi verdiği zaman, normal zekâsı fazla, fakat ergenlik çağındaki o güvensizlik okulu bırakmasına, başarısız olmasına vesaire vesaireye gidiyor. O yüzden, biyolojik bir olgu olarak başlasa da güven kültürel bir olay olarak devam ediyor.

Güven öğrenilen bir şeydir. Yani siz, bugün, “Babana dahi güvenmeyeceksin!” denilen bir ortamda, sözgelimi, en basitinden, koca koca profesörler dolandırılıyorsa, kime güveneceksiniz?! Bütün varlık, varoluş güven istiyor. Kültürel anlamda güvenin sağlanması lazım. Osmanlı’da dükkânlarını kapatmazlardı. Ev kapılarının kapandığı vaki değildir. Ama şu anki yaşadığımız süreçte kimse kimseye güvenmez. Bu bir kültürel travmadır. Dolayısıyla, siz istediğiniz kadar çocuklara, öğrencilere, şöyle yapın, böyle yapın deyin, mümkün değil.

Güvenin en temel özelliği, insanın içsel etiketidir. Ve bugün hakikaten bu toplumun en çok ihtiyaç duyduğu, güvenilecek insandır. Yani bir insan yetersiz olabilir, akademik anlamda zayıf olabilir; ama “Bu güvenilir bir insandır.” dememiz lazım, tabiri caizse, lütfen tabirimi mazur görün, “Bu kazık atmayacak, yarı yolda bırakmayacak insandır.” dememiz lazım. O yüzden içsel etikete bakmalıyız.

Ve güvensizlik, hele metafizik boyutta olursa, bizi biz yapan şeye ihanet etmek anlamına gelir. Fizik boyutta, yani bu dünya hayatında güven, hakikaten, kanunlarla, şunlarla bunlarla sağlanabilir. Ama metafizik boyutta güveni ihlal ediyorsak, yani güvenmiyorsak, bizi biz yapan şeye ihanet etmiş oluyoruz. O yüzden, güven, duygudan inanca aklı gerektirse de, varoluşunu aşkın bir varlık olmadan sürdüremez. Yani muhakkak güveni aşkın bir varlıkla irtibat halinde sürdürmemiz gerekiyor.

Güven insan hayatında iki süreçte ortaya çıkıyor. Birincisi, fizik boyutta; ikincisi, metafizik boyutta. Hakikaten, insan, bebeklikten itibaren güven duygusu ihtiyacındadır. Bu sadece bizim insanımıza değil, bütün insanlığa aittir ve bu insanlık o güveni tesis etmek zorundadır. Bunun tek yolu vardır; güven ortamını tesis edecek yasalar ortaya koymak. Bunun tek yönü vardır; adaletin kendisidir. Siz adaleti temin ederseniz fizik alanında güven gerçekleşir. O yüzden, insanın güvenen ve kabul görmek isteyen bir varlık olarak doğması, kendilerini sevecek, koruyacak birilerinin olmasını gerektiriyor. Bu açık. 

Güven tesisinin kolay bir duygu olmadığı anlaşılıyor. İnsanın psikolojik olarak güven ihtiyacı içinde olduğu da çok açık. Peki, güvensizlik nasıl gelişir? 

Güvensizlik ve saygısızlık, doğuştan getirdiğimiz bir özellik değil, toplumsallaşma süreci içinde öğrendiğimiz bir hususiyettir. Yani çocuğumuz güvenmiyorsa, çocuğumuz saygı hususiyetini çiğniyorsa, birinden öğrenmiştir. Oysa fıtratımız veya doğamız güvenle doğuyor. Fakat güvensiz bir ortamla karşılaştığımız andan itibaren işler değişiyor. Bebeklere veya çocuklara bakın, hep güvenirler. Ama iki veya üçüncü şeyden sonra, tam tersi, dürüst davransanız bile güvenmezler. Dolayısıyla, toplumsallaşma sürecinde güvensizliği ve saygısızlığı öğreniyoruz.

Çocuğun güven duygusu geliştirmesi, öncelikle ailesiyle ve özellikle annesiyle olan ilişkinin türüne bağlıdır. Bunu nereden anlarsınız? Çok basit, anne sütünden dahi o güven geçiyor. Dolayısıyla, bence çocukların güven ikliminde olduğunu bir şekilde hissetmesi lazım. Evde bağırtı çağırtı oluyorsa, eminim ki, çocuklar, “Ne oluyoruz?” diyorlardır. Bu bebek travmalarını ergenlikten sonra çıkartır. Dikkat ederseniz çok rahat görebilirsiniz. Mesela güvene sahip insanlar belli olur; ama tedirgin insanlar, böyle etraftan tedirgin oluyorsa, onların bir travmaları vardır muhakkak; ya bebeklik dönemine, ya ergenlik dönemine aittir. Güven duygusunun oluşumu bebeklikte başlıyor. O yüzden, şu an çocuklarımızı özgüvenli yetiştirebilmemiz için bu toplumu güven toplumu, güven yurdu haline getirmeliyiz. 

Herkesin geriye, eve dönecek bir yurdunun olması lazım. Tamam, çıkabilirsiniz, ergensiniz, delikanlısınızdır; ama geriye dönecek ve döndüğünde de, “Evladım, seni öyle kabul ediyoruz.” diyebilecek… Biz bunu yapamıyoruz. Oysa yapmamız lazım. Armudun dibine düşmesi lazım. Hata yapabilir mi insan? Yapabilir tabii. Kötülük yapabilir mi, sınırları aşabilir mi? Yapabilir tabii. “Evladım, gel, her ne olursa olsun burada güvendesin.” diyebileceğimiz bir yurt olmalıyız. Ama bunu yapamadığımız aşikâr. Çocuklarımız, yetiştirdiğimiz evlatlarımız bize güvenmiyor. Çünkü onları hakikaten hayal kırıklığına uğratacak işler yapıyoruz.

Güven, bireylerarası ilişkilerin oluşturulmasında, sürdürülmesinde ve kalıcı hale getirilmesinde temel ölçüttür. 

Peki, metafizik alanda insanın kendisini emniyette hissetmesi... 

Fiziksel alanda güveni temin edeceğimiz yasalardır, adalettir. Peki, metafizik alanda güvenmek zorunda mıyız? Hakikaten, biyolojik anlamda ve kültürel anlamda hayatı inşa ettik; ama hayatımız sadece fiziksel alandan ibaret değil, tam tersi, metafizik alandır. Fiziksel alanda eman isteriz, güven isteriz; metafiziksel alanda da o güveni devam ettirmek isteriz. İman burada devreye girer. İnsan sadece fiziksel alanda yaşayan bir varlık değil, metafizik alanda da güven hissetmek istiyor. “Nereden geldim, nereye gidiyorum, akıbetim nedir?” Batılı, hakikaten, fiziksel alanda emanı sağlıyor. Adaletle sağlanır. Yasalar insanlar asındaki ilişkiler, psikoloji, şu bu arttıkça… İşte onun için kurumsallaşmaya gidiyor; marka güvenliği ortaya çıkarmaya çalışıyor, kurumsal güvenlik ortaya çıkarmaya çalışıyor. Çünkü baktı ki, iman ontolojisi, yani kadim dünyada Hristiyanlığın ve Müslümanlığın ya da dinlerin ontolojisi ortadan kalkınca hepsi bireyselleşmeye başladı; bireysellik sadece kişilerde olduğu zaman toplum kurulmuyor. O zaman, kurumları halledeyim dedi, markamı halledeyim dedi. Dolayısıyla, fiziksel alanda adalet bunun ilacı. Ama metafiziksel alanda insan o emanını, güvenini bir şekilde gidermek zorunda. Metafizik alanda güvensizlik bizi biz yapan şeye ihanet etmektir. O yüzden de metafizik alanda güvenmek ancak iman etmekle gerçekleşiyor. 

Başkalarının neye iman ettiği çok önemli değil; ama bizim için iman, tabiri caizse, bu dünyadaki güvenimiz gibi, öbür dünyada başımıza geleceklere karşı Cenab-ı Hakk’a güven demektir. Zaten bu güven olmadığı için burada eman bile sorun oluyor bizim için. O yüzden de, Kuran-ı Kerim, beşer bilincini aydınlatacak, Allah-âlem-insan ilişkisine dair yüksek bir bilinç oluşturan ilahi bir kitap olarak güven yurdu oluşturmayı hedefler. Ama biyolojik bir olgu olarak ben güvenmek istiyorum; fakat metafizik alanda güven, bu tarafa dönük hususlardan çok, öbür tarafa dönük hususları işaret ediyor. Ve fiziksel alanda güven, beşeri alanı ya da fiziksel alanı hallederken; metafizik alandaki, sadece fiziksel alanı değil, insan-âlem, insan-Allah ilişkisini de oluşturuyor. Mesela en büyük hususiyet; Allah güvenilendir, size ihanet etmeyecek, bana ihanet etmeyecek olandır. Allah aynı güveni bizden istiyor. O yüzden de iman, eman, eman vermek, dokunulmazlık hakkı tanımak, emniyet içinde olmak, dilsel anlamıyla uyum içinde olmak, insanların Allah’ın yanında özel bir imtiyaz sahibi olmasını içerir. Yani “Sana güveniyorum” dediğiniz andan itibaren o imtiyaza sahip oluyorsunuz. Fakat bu imtiyazın bizde tezahürü, olması gerekendir.

Geçenlerde çok güzel bir cümle okudum: Diyor ki: “Siz zannediyor musunuz ki tutsak olan mekânlardır.” Gerçekten, mekânlar mı tutsaktır? Ruhlar tutsak. Mekânların tutsak olması nasıl mümkün olur yahu; ruhlar tutsak. Ruhlar o güven duyduğu şeye gerçekten bağlanabilse özgür olacak ve içinde yaşadığımız mekânlar tutsak olmayacak. O yüzden, mekânlar tutsak değil, ruhlar tutsak. O yüzden, imtiyaz sahibi değiliz. Bu çerçevede, iman, metafizik alanda bağlanılan varlık vasıtasıyla kişiyi emin kılan, ona varoluşsal güvenlik sağlayan bir hadiseyi temsil eder. Yani bu, ahdimize ne kadar vefa göstereceğimiz hususiyetiyle alakalıdır.

Din açısından iman, Allah-âlem-insan ilişkilerinde bir bağlanışa; küfür, yani inkâr ise bu ilişkilerden kopuşa işaret eder. Fizik alanda annemize güvenebiliyoruz, insiyaki olarak bu ortaya çıkıyor; ama metafizik alanda, hakikaten bağlandığımız varlığa sadakatimiz, o bağlanışımız koptuğu andan itibaren bir küfür ve nankörlük ilişkisi gerçekleşir, bağlanış kopuyor. Bu bağlanışın niteliği, sınırsız özgürlük sahibi ahlaki öznenin mutlak varlığa itaati arasındaki gerilimde kendisini gösterir. Kur’an-ı Kerim, Allah’la doğru söze dayalı olarak ahit yapmayı ve anlaşmayı dile getiriyor. Yani “Güvendeyim, sana güveniyorum ya Rabbi” dediğimiz andan itibaren Allah’la doğru söze dayalı ahit yapmış oluyoruz. Şimdi tezahür anlamında “Gerçekten mi?” sorusunu sorsak. Gerçekten mi? Cenab-ı Hakk’ın vaadinden dönmeyeceğini adım gibi biliyorum. Ama ben öyle miyim?

Kur’an’da, bu antlaşmanın taraflarının karşılıklı yükümlülüklerini ön plana çıkararak, Allah’ın asla insanlara gücünün üstünde şeyler yüklemediğini, emrettiği ve sakındırdığı hususlar çerçevesinde insanlara adaletsizlik yapmayacağını ve buna karşılık insanın da sorumluluklarını yerine getirmesini hatırlatır. Tamamıyla ahlaki niteliklerin olduğu bu antlaşmada, insan, en büyük koruyucu, en güvenilir sığınak olarak Allah’a bağlanırken; Cenab-ı Hakk, lütuf ve merhametiyle insana hem bu dünyada, hem de ahiret hayatında ikramlarda bulunur. Cenab-ı Hakk’ın koruduğu herhangi bir kimseye dünya gelse bir şey yapamaz. Evet, fiziki alanda adaletsizliği giderebilecek yolları, yasaları arıyoruz; ama metafizik alanda, o alanda güveni Cenab-ı Hakk’tan başka sağlamak mümkün değil. O yüzden de, anlaşılacağı gibi, güven, psikolojik düzeyde başlayan, metafizikle devam eden ve namütenahi içindeki mukadderata teslim oluşla sonuçlanan üçlü bir süreçten ibarettir.

Fizik alanda adalet bizi güven iklimini oluşturmamıza sürüklüyor. Metafizik alanda güven bizi nereye götürüyor? 

Tevhide götürür. Tevhide götürecek. İki ilkeden vazgeçemeyeceğiz. Fizik alanda emanın karşılığı adalettir, metafizik alanda imanın karşılığı tevhittir. Dolayısıyla, iki ilkeden bir Müslüman’ın vazgeçmesi mümkün değildir. Nitekim Rabbim insanları babalarının sulplerinden varlık alanına çıkarırken, onlara, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sordu; onlar da kendileri hakkında şahitlik ederek, ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin.’ diyerek karşılık verdiler. İşte bu şahitlik kıyamet günü, biz bundan habersizdik dememeniz içindir. 

Metafizik alanda güven ilişkimizin yedi tane unsuru var. 

Bir, bu diyalogu başlatan Cenab-ı Hakk olduğu için, iman kavramı ya da metafiziksel güven, temel anlam ve yönelimini ilahi hitaptan alır. Yani gerçekten güven duymak istiyorsak, o ilahi hitabın bize ne söylediğini anlamamız lazım.

İki, bu diyalog, insanın ilahi hitap içinde açığa çıkan ilahi varlık karşısında konumlanmış halde bulunduğuna vurgu yapar. Fizik alanda güven istiyor muyuz; istiyoruz. Fizik alanda olduğu gibi, metafizik alanda da güvene muhtacız demektir. Onun için, metafizik alanda güvensizlik, bizi biz yapana ihanet etmek anlamına gelir. Bunun anlamı, her daim konumu, güveni tayin edecek olan Cenab-ı Hakk’tır. Bunun tersi; insan, tanrıyı karşısında konumlandırırsa doğru bir güven üretemez. O yüzden güvene layık olmamız lazım. Yoksa “Ya Rabbi, sana güveniyorum…” Yahu, hangi vasıfla söylüyoruz bunu? Tam tersi, hani çokça bildiğiniz hadisedir, Allah dostlarından birisi, sorular sorulacak ya kabirde, “Bunlara cevap verebilirim, ama Allah bana kulum diyecek mi?” der. Bakın, inceliğe bakın. O yüzden de o güvene layık olmak lazım. Çünkü güven, iman meselesi, insanın Allah karşısında her daim konumlandığını, aciz içinde ona muhtaç olduğumuzu gösterir.

Üç, ilahi hitabın bilince yönelmesi gereken yönünü gösterir; yani iman hadisesinin ya da güvenin her şeyden önce bir bakış açısı, bir perspektif olduğunu belirtir. Allah’a olumlu bir cevap vermekle başlayan bu süreç, Allah’a göre hadise ve olguları görmeyi temsil eder. Madem O’na güveniyoruz… “Hocam, akıbetimiz kötü olacak ama.” Yahu, güven, korkma. Korkma, yarı yolda bırakmaz. Eskilerin ifadesiyle, “Allah var; ne gam, ne keder.” O duruma, kıvama gelmek lazım.

Dört, bu diyalogda, insanın dilin sınırlarını aşan ilahi varlığa yönelmesi, imanın, yani güvenin ontolojik boyutunu yansıtırken; dilin sınırları içerisinde bu varlığı anlayabilmesi ve kendini her durumda konumlandırabilmesi, güven hadisesinin epistemolojik boyutunu yansıtır. Ne demek bu? İman hadisesine yöneldiğimiz andan itibaren kendimizde tezahür ettirmek zorundayız. Çünkü O’na yönelişimiz ontolojik boyutu ortaya koyarken, yaptıklarımız, yapıp etmelerimiz de epistemolojiyi gösterir. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

Beşincisi, bu diyalogda Allah’a güven, anlamadan gerçekleşen kör bir psikolojik tutum değil, dilsel bir hitabı anlamayla gerçekleşen ahlaki bir süreci temsil eder. Yani bodoslama değildir, tam tersi. İman, güven, sadece bir yönelim değil, ilahi varlığın hitabının, yani onun muhtevasının doğru kabul-tasdik edilerek paylaşılmasıdır. Zira güvenin korunması dürüstlük ilkesini gerektirir. Bütün erdemlerin ortak noktası sadakattir. Örneğin, vazifeye sadakat, emanete sadakat, vefaya sadakat, arkadaşlığa sadakat. Çünkü bütün erdemler sadakatte. Çünkü sadakat merkezi bir kavramdır. Hangi erdemi alırsanız alın, sadakatle buluşmuyorsa çiğnenebilir. O yüzden, güvenin korunması da dürüstlük kavramıyla alakalıdır.

Altı, bu diyalog, ilahi hitabın muhtevasını paylaşım konusu, bilgi düzeyinde, tanıklık düzeyinde ve doğrudan tecrübe düzeyinde farklı boyut ve derinlikler kazanır. Cenab-ı Hakk’a güveniyorum diyorsunuz ve bu güveni üç boyutta, ilme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakke’l-yakin bir şekilde göstermemiz lazım. Bu husus, antlaşmadaki güven ilkesinin güven kelimesinden daha fazla anlam ve boyuta sahip olduğuna işaret eder. Evet, güven var, ama güveni göstermek zorundayız. 

Hazreti Peygamberi (s.a.v.) aklınıza getirin. Çünkü o, peygamber gelmeden bile eman sahibiydi, emindi, güvenilir insandı.

Yedi, bu diyalogda güven sadece ilahi varlıkla ilgili bir perspektif, bir yöneliş, bir görme biçimi değil, aynı zamanda bu perspektif içinde bir hakikat iddiasını paylaşma ve esasında sorumluluk üstlenme işidir. Ben çokça söylerim; bilmek, yapmak, yaşamak ve yaymak. Yaymayı haydi şöyle bırakayım. Bilmek şuurdur, yapmak iradedir, yaşamak duruştur. Tersinden söyleyeyim: Bilmek ilimdir, yapmak irfandır, yaşamak hikmettir. Dolayısıyla, yaşamaya başladığınız andan itibaren emanete sorumluluk, yani o güvenmenin vermiş olduğu varoluşu emanet alış, o sorumluluğu üstlenme işi de devam ediyor. 

Bu sorumluluğun ilahi sınav ve eylemle gerçek statüsünü gösterdiği de bir hadisedir. 

Neyi anlatmaya çalıştım? 

Fiziksel alanda şu ya da bu şekilde güven yurdu, güven toplumu oluşturmak zorundayız. Batı toplumlarına gidin, adaletle, yasalarla bir şekilde bu güven sağlanmış olabilir. Fakat insan bu boyutta olan bir varlık değil, metafizik boyutta da güven duymak istiyor, akıbetimizden emin olmak istiyoruz. Birincisinin bütün hedefi adaleti sağlamakken, ikincisinin bütün hedefi tevhitle gerçekleşiyor. Onu gerçekten birlediğimiz zaman, bütün âlemin onunla bağlantısını hissettiğimiz, inandığımız andan itibaren o güvenin fiziksel olan bu yurda da bir şekilde hissettirilmesi ya da yayılması gerekiyor. İster buradan başlayalım, fizik alandan, ister metafizik alandan başlayalım, her iki durumda da güven vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki eman ve iman dediğimiz hadise, fiziksel olan ile metafiziksel olana işaret eder. Birincisi insanların birlikte yaşaması için şarttır, ikincisi akıbetin kurtarılması için şarttır. Birincisi gereklilikken, ikincisi bizim için sorumluluktur. Böyle anlamamız gerektiğini düşünüyorum.