Dini inanç ve insan psikolojisi arasında ne tür bir ilişki var?
Din ve psikolojinin yakın bir ilgisi var. Bütün dünyada yapılan çalışmalarda gösterilmiş ki, dindarlık düzeyi yüksek olan kişiler psikolojik olarak daha iyi durumdalar; yani dindar olmayan, ateist kişilere göre daha mutlu, daha huzurlu ve daha sağlıklıdırlar. Dindar kişilerin dünyaya bakışları, olaylara bakışları daha iyimser. Daha az stres karşısında kalıyorlar ve de depresyona, anksiyete dediğimiz kaygı bozukluklarına, yani endişe haline daha az maruz kalıyorlar. Dinin verdiği birtakım mekanizmalar sayesinde stresle karşılaştıklarında daha iyi başa çıkıyorlar. Yine dindar insanlarda psikiyatrik rahatsızlıklara ve intihar olaylarına ateist kimselere göre daha az rastlanıyor. Çünkü dinin koruyucu bir etkisi var. Özellikle İslamiyet’in psikolojik rahatsızlıklara karşı önemli bir etkisi var. Mesela kişi çok ağır haksızlıklara maruz kalabilir, birtakım felaketlerle karşı karşıya kalabilir. Ateistse, onu koruyacak fazla bir mekanizma yok. Ama kişi İslam inancına sahipse, Müslümansa, inanır ki, her şey bu dünyada bitmemektedir, ahiret vardır ve ahirette insanlar zerre kadar iyiliğin de zerre kadar kötülüğün de karşılığını bulacaklardır; haksızlık da iyilik de kötülük de hepsi ahirette karşılığını bulacaktır ve kişiyi bu Allah inancı rahatlatır. Ağır stres altında bile Allah inancı onu korur. İslam inancı, Allah’tan ümidi kesmemeyi öğretir. İnsan, en ağır, sıkıntılı durumlarda bile, Allah’a inanıyorsa, iyileşeceğine dair daima bir ümit ve duygusal iyileşmesini sağlayacak bir motivasyona her zaman sahip olur. Bu da inançlı insanlar için önemli bir kazanımdır. Bu yüzden, Allah inancı, biz biliyoruz ki, psikiyatrik bozukluk ve cinnetlere karşı faydalı, sosyal fobi ve depresyona karşı koruyucu; ölüm korkusu ve kaygısını azaltıcıdır. Kısacası, dindarlar daha mutlu, daha iyimser ve daha sağlıklılar. Çalışmalar bunu gösteriyor.
Bu yüzden, sadece ahiret için değil, bu dünya için de biz evladımızın inançlı, dindar bir kişi olmasını isteriz. Çünkü dine inandığı takdirde, dış dünyanın tehlikelerine ve kötülüklerine karşı ona adeta bir koruyucu zırh takmış oluyoruz.
Biz nasıl çocuğumuzun dünyada iyi bir yerlere gelmesini istiyorsak, nasıl saygın bir kişi olmasını, doğru, dürüst bir kişiliğe sahip olmasını istiyorsak, onun dindar bir kişiliğe sahip olmasını, Allah inancıyla dolu bir kişiliğe sahip olmasını da istiyoruz, istemeliyiz. Çünkü Allah inancı olan bir kişi demek, doğruluktan, dürüstlükten ayrılmayan, çevresinde itimat edilen, saygı duyulan bir kişiliğe sahip kişi demektir. Dindar bir kişi demek, çevresinin ona güvendiği, insanları aldatmaktan, yalan söylemekten kaçınan; çevresine, insanlara, milletine faydalı, hayırlar peşinde koşan bir kimse demektir. Dünyanın ancak geçici olduğuna, bir imtihan için dünyada bulunduğumuza, ölümün bizi yakalayacağına ve ölümden sonra da hayatın olduğuna inanan bir kişi demektir. Ki bu inanç da o kişiyi daha mutlu, daha huzurlu yapar. Bu yüzden de evlatlarımızı inançlı kişiler olarak yetiştirmek gerekiyor.
Allah inancı çocuklarda nasıl gelişir, ebeveynlerin ya da çevrenin katkısı nasıl olmalı?
Bir defa, Allah inancı, ahlaki gelişim süreci çocuğun fıtratında mevcuttur. Çocuk çevresinden, okul hayatından, özellikle medyadan çoğu zaman etkili mesajlar alabilmektedir. Allah inancı her çocuğun fıtratında vardır. Her çocuk inançlı olarak doğar. Hristiyanlıkta her çocuk günahkâr olarak doğar inancı vardır. Müslümanlıkta her çocuk günahsız, temiz olarak doğar, fıtratında inanç vardır. Ama çocuklarımız, maalesef, hem çevreden, hem okuldan, okuldaki birtakım kişilerden ve özellikle medyadan (internetten olsun, televizyondan olsun vb.) tehlikeli mesajlar alarak bu inançlı duruşunu tehlikeye sürükleyebilmektedirler.
Bu dönemde çocukları inanca dair düşündüren yaş grubu yapısal özellikleri olarak neler var? Bu özellikler, inanca dair süreçleri nasıl etkiliyor?
Çocuklarda ilk dini uyanış 3-4 yaşlarında başlar. Çocuk bu yaşlarda artık bir yaratıcı olduğunu düşünmeye başlar. Ama çocukta soyut kavramlar gelişmediği için, her şeyi somut olarak gördüğü için, Allahu Teâlâ’yı da insani vasıflara sahip biriymiş gibi düşünür. Çevresindeki insanlar gibi hareket ettiğini, bedeni olduğunu düşünebilir.
3-4 yaşlarının bir diğer özelliği de şudur: Bu yaşlarda bir merak dönemi vardır, çocuk her şeyi merak eder, her şeyi sorar. Bu yüzden, Allah inancının temelleri de bu yaşta atılır. Çocuk her şeyi sorduğu gibi, dinle, Allah’la ilgili sorular da sorar. Manevi dünyasını beslemek için ilk önemli dönem bu dönemdir.
Bu dönemde çocuğun sorduğu sorulara kızmadan ve onun merakını giderecek tarzda muhakkak cevap vermemiz gerekiyor. Kızgınlıkla yaklaşmadan, çocuğun kafasını karıştırmadan, kısa cevaplar vererek çocuğun merakını gidermek lazım.
Bu dönemde çocuk taklit ve benzeme çabasındadır. Çocuk anne ve babasını taklit eder, onlara benzemeye çalışır. Biz psikiyatride buna identifikasyon deriz, yani kimlik kazanma dönemi. Çocuk, anne ile babasına bakarak, onların hareketlerini, davranışlarını taklit ederek kendi kişiliğini kazanmaya başlar. Kız çocukları özellikle anneyi taklit eder, erkek çocuk özellikle babayı taklit eder. Ama bu demek değildir ki, kız çocuk için babanın, erkek çocuk için annenin önemi yok; onların davranışlarını adeta sentezler. Ve anne ile babanın birbirlerine davranışlarına bakarak cinsiyetini öğrenir, erkek ve kız olmayı öğrenir. Yani ikisinin de vazgeçilmez önemi vardır. Bir kuş nasıl ki iki kanadıyla uçabilirse, çocuk da tek ebeveynle büyüdüğü zaman uçamaz, yani muhakkak iki kanadı olması gerekir ve çocuk, anne ve babasına bakarak, onları taklit ederek büyür.
Çocuk, bu dönemde, anne ve babayı en bilgili, en üstün, en saygın, en güçlü kişiler olarak görür. Diğer kişilere kıyasla, kendi anne babası en önemli, en bilgili kişilerdir; onların verdiği bilgiler, hareketleri, davranışları çok önemlidir. Biz farkına varmasak bile çocuklarımız bizi taklit ederler, gözetlerler. Biz kendi halimizde olsak bile bize bakar, hareketlerimize bakar. Biz ilgilenmiyor zannederiz, ama onlar bizlerin farkındadır.
Daha sonraki yıllarda anne ve baba en önemli kişiler olmaktan çıkar. İlkokul çağı başladığı zaman, çocuğun öğretmenleri, çevresindeki bazı önemli kişiler, televizyon ve internette gördüğü birtakım şöhretler çocuk için anne ve babayı gölgelemeye başlar. Ve bu dönemde, çocuk, anne ve babasının en önemli, en güçlü kişiler olmadığını anlar. Bir hayal kırıklığı, bir boşluk içine girer. Özellikle bu devrede Allah inancının çok büyük önemi vardır. Çocuk görür ki, annem ve babam en güçlü, en bilgili kişiler değiller, onların da gücü, bilgisi bir yere kadar sınırlıdır. Ama bu dünyayı, kâinatı yaratan, anne ve babamı da beni de yaratan bir yaratıcı var, Allahu Teâlâ var, onun bilgisi sonsuzdur, gücü sonsuzdur diye inanırsa, bu geçiş ona bir rahatlık sağlar, bir ruhsal denge sağlar bu dönemde. Yani Allah inancı özellikle bu devrede çok daha fazla önemlidir. Özellikle bu devrede anne ve babasının zaaflarını, eksikliklerini görürken, Allah inancıyla bu sıkıntıyı giderir.
Allah inancı yoksa, bu devrede özellikle yakın çevrede bir ölüm olursa, hele hele -Allah korusun- annesi ya da babasından biri ölürse, büyükannesi ya da büyükbabası ölürse, çocuk daha da bunalıma girer. Ama Allah inancı varsa der ki: “Bu dünyadan sonra ahiret vardır ve öldükten sonra inşallah Allah’ın cennetinde buluşacağız.” Çocuğun ahirete olan inancı çocuğu korur. Yani yakın çevrede ölümlerde de Allah inancının büyük bir önemi vardır. Ve Allah inancı çocuğun boşluğa düşmesini önler ve bunalımını atlatmasını sağlar.
Bir gün 5-6 yaşlarında bir çocuk getirmişlerdi. Bir deprem oluyor; anne ve baba, depremin etkisiyle çocuğu unutarak dışarı fırlıyorlar. Çocuğun o zaman aklında bazı şüpheler gelişmiş. Daha sonradan anlatıyor bunu; diyor ki, “Ben, anne ve babamı en mükemmel varlık olarak görürdüm; ama yerin ve binanın sallanması karşısında onların ne kadar aciz varlıklar olduğunu gördüm.” İşte böylesi durumlarda da Allah inancı çocuğu gerçekten hayata bağlar ve ruh sağlığının bozulmasını engeller.
Kısacası, 3-4 yaşından itibaren, her şeyi yaratan, her şeyi düzene koyup idare eden, sonsuz kudret sahibi, ezeli ve ebedi bir Allah inancını çocuklarımıza vermeliyiz. Çocuklar özellikle bu yaşlarda büyüklerin telkin ettiği her şeye inanırlar. Çünkü yaradılışları bunu gerektirir. Bu yüzden, çocukların, 3-4 yaşındaki çocukların sorularına, anlayabilecekleri, sade cevaplar, kısa cevaplar vermemiz, onların meraklarını gidermemiz lazım. Allah’ın büyüklüğünü, her şeyin yaratıcısı olduğunu, bütün iyilik ve güzelliklerin sahibi olduğunu bildirmemiz lazım. Ve çocuğun seviyesine inerek, onun anlayabileceği tarzda karşılık vermeliyiz. Ama kesinlikle gereksiz ve yanlış benzetmelerden kaçınmalıyız. Çocuğa verdiğimiz cevaplar muhakkak doğru ve sade olmalı. Yani uyduruk cevaplarla çocuğun merakını geçiştirmemiz çok yanlış olur, kesinlikle doğruluktan sapmamalıyız. Çünkü Allah inancı insanoğlunun yaradılışında vardır. Kendisinden güçlü ve ulu bir varlığa her yaratılmışın ihtiyacı vardır; bu, onun insan olmasının, kul olmasının gereğidir.
Çocuklarımıza Allah inancını verirken nelere dikkat etmeliyiz?
İlk öğrendiği kelimelerden birinin Allah olmasına muhakkak özen göstermeliyiz. Yani çocuğumuz anne ve babadan önce Allah kelimesini öğrenecek veya onlarla birlikte Allah demeyi de öğrenecek, “Allah birdir” demeyi öğrenecek. Ve muhakkak Allah’ı sevdirmeliyiz. Nimetleri ve rahmeti olduğunu muhakkak çocuğumuza anlatmalıyız. Her türlü nimet karşısında Allah’a şükrettiğimizi çocuk görmeli. Tabii, “Şükret çocuğum” tarzında değil de, bir nimet karşısında Allah’a şükrederek çocuğumuza iyi örnek olmalıyız. Çünkü çocuk nasihatlerden ziyade bizim hareketlerimize, davranışlarımıza bakar, o daha önemlidir. Mesela yalan söyleyen bir baba, çocuğuna, “Yalan söyleme oğlum, yanlış” dediği zaman çocuk üzerinde etkili olmaz veya sigara içen bir baba, “Sigara içme oğlum, sigara zararlıdır” dediği zaman etkili olmaz. Ama baba yalan söylemiyorsa, doğru bir kişiyse, çocuk ondan doğru olmayı, yalan söylememeyi öğrenir. Nasihatten çok bizim davranışlarımız ve tavırlarımız önemlidir.
Sofraya başlarken, yatağa girdiğimizde muhakkak besmele çekerek, yemekten sonra Allah’a şükrederek, elhamdülillah diyerek, verdiği nimetlerden dolayı Rabbimize şükrederek çocuğumuza güzel örnek olmalıyız.
Allah korkusunu koz olarak kullanmamız son derece yanlış. Mesela çocuk bir yanlış yaptı, “Yapma böyle çocuğum, Allah seni cehennemde yakar.” diyor anne. Bir şey mi yaptı; “Yapma, Allah kafana taş atar senin.” diyor. Çocuk bu sefer Allahu Teâlâ’yı, hâşâ; yaramazlık yapan çocukları cehennemin ateşinde cayır cayır yakan, kafalarına taş atan bir varlık olarak düşünüyor. Çocuklara, Allahu Teâlâ’yı, sevgi dolu, merhamet dolu bir ulu varlık olarak tanıtmamız gerekiyor. Yani bu kötü benzetmeler, maalesef, çocuğu Allah’tan, Allah inancından soğutuyor.
Bir gün çocuğun birine sormuştum, “Evladım, sen en çok kimi seviyorsun?” diye. Çocukların hemen hemen hepsi, “En çok Allah’ımı seviyorum.” der; o çocuk ise “Ben Peygamberimi seviyorum.” dedi. “Niçin Allah’ı değil?” dedim; “Allah, yaramazlık yaptığımda beni cehennemine atıp yakacakmış.” dedi, bu gibi şeyler söylemeye başladı, “Ama Peygamber Efendimiz böyle yapmıyormuş.” dedi. Yani bu yanlış tanıtmanın sonucu olarak o çocuk kafasıyla Allah’a dair sürekli korku üretiyor. O yüzden, Allahu Teâla’yı kesinlikle çocuklar için korku verici bir varlık olarak tanıtmamalıyız. Rabbimizi, bizim bir dayanağımız, bir sığınağımız, bir güvencemiz olarak çocuklara anlatmalıyız. Çocuğun böyle görmesi gerek. Yani sıkıştığımızda, darda kaldığımızda, zor durumda olduğumuzda, hatta her durumda Rabbimiz bizim sığınağımızdır, dayanağımızdır, güvencemizdir diye öğretmeliyiz.
Çocuk, size garip gelecek, tuhaf gelecek sorular sorabilir. Böyle sorular sorduğunda, bunu kızgınlıkla karşılamamanız, olgunlukla, kısa cevaplar vererek cevaplamanız gerekir.
Çocuklarımızı küçük yaşlardan itibaren tabiata çıkarmamız; yani yeşilliklere, dağlara, ağaçların olduğu yerlere çıkarmamız; yüksek yerler, oralarda şehri, denizleri, akarsuları temaşa etmemiz çok önemli. Ve burada onları seyrederken muhakkak onların tefekkürlerini, düşüncelerini geliştirmemiz lazım. Köye götürdük mesela, oradaki hayvanları göstererek, “Bak, bunları yaratan Allahu Teâlâ. Allahu Teâlâ, bunları bize hizmet için vermiş.” veya akarsuları gösterip, “Bak, bunların hiçbirisi sebepsiz yaratılmamıştır, Allah yaratmıştır.” diyerek çocuktaki düşünme yöntemini geliştirmemiz lazım ve çocuğun, her gördüğü karşısında, Allahu Teâlâ’nın bunu yarattığını ve bunların sebepsiz olmadığını düşünmesi lazım.
Çevresel faktörler ve dijital oyun ya da çeldiriciler, çocuk çizgi filmleri, ebeveynler arası tutumlar çocuğun inanç dünyasını nasıl etkilemekte?
Bugün, özellikle çizgi filmler, maalesef, çocukları Allah inancından uzaklaştırmak üzere sanki gizli ajandırlar. Çizgi filmlere bakın, orada yarı tanrı bazı kişiler görürsünüz. Kiminin adı Heman olur, kiminde başka bir şey olur. Bunlar büyük düşmanları bir tokat darbesiyle yıkan, bir el işaretiyle insanları yerinden eden, çok büyük yükleri, ağırlıkları kaldıran, yarı tanrı bir şey. Adeta bunlar çocuğun kafasındaki Allah inancını çarpıtmak için hazırlanmış şeyler. Bu yüzden, böyle zararlı içerikleri olan bilgisayar oyunlarından ve televizyondaki çizgi filmlerden çocuğumuzu uzak tutmamız gerekir. Çünkü bunlar çocuğun kafasını karıştırır ve Allah inancı yerine, televizyonda veya bilgisayarda gördüğü birtakım karakterleri, o yaşının verdiği, henüz olgunlaşmamış zihniyle O’nun yerine koyar. Bu da Allah inancının daha geç ortaya çıkmasına yol açabilir. Eğer çocuk böyle şeyleri seyrediyorsa, bunların uyduruk şeyler olduğunu izah etmemiz ve her şeyin Allah’ın kudretinde, elinde olduğunu söylemeliyiz.
Allah inancını, daha doğrusu kendi inancımızı evlatlara aşılayabilmek için en önemli faktörlerden biri de ailedeki sıcak ve sevgi dolu ortamdır. Bazen anne ile baba bana soruyorlar; diyorlar ki: “Çocuklarımızın eğitiminde ona yapabileceğimiz en büyük iyilik nedir?” Eğer soran bir babaysa, diyorum ki: “Çocuklarınızın annesini sevmeniz ve saymanız gerekiyor.”; soran bir babaysa, diyorum ki: “Çocuklarınızın babasını sevmeniz ve saymanız gerekiyor.” Gerçekten, bir ailede anne ile baba ne kadar birbirlerini seven-sayan kişilerse, o ailede büyüyen çocuklar da kendine güveni tam, mutlu, huzurlu, ruh sağlığı yerinde, girişim gücü yüksek kişiler olarak büyürler. Çünkü ailedeki o sıcaklık, o sevgi ortamı çocuğa bir güven, huzur ve mutluluk verir. Ve böyle ailelerde büyüyen çocuklar da ailesinin inancına sahip çıkar.
İnsanın eşine olan sevgisinin ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz; ailesini sevmesi. Saygı da şu anlamda: Eşinin kişiliğini, mesleğini, yaşını, bedensel özelliklerini ve her türlü özelliğini olduğu gibi kabul ederek saygı duyması anlamında. Yani eşine her türlü özelliğiyle saygı duyması anlamında. Eşini olduğu gibi kabul ederek sayıp seven, saygı duyan kişilerin, anne babaların olduğu ailelerde çocuklar huzurlu ve mutludur.
Bazen bana ateist olmuş gençleri getiriyorlar aileleri. Mesela geçen böyle biri geldi. “Doktor Bey” dedi annesi, “Biz dindar bir aileyiz, ama çocuğumuz ateist olduğunu söylüyor. Perişan olduk. Acaba bir akıl hastalığı mı var bunda; bir bakın, nedir durum?” Bu tip gençlerde hep gördüğüm; aile yapısında bir bozukluk var. Ateist olan genç diyor ki: “Benim babam, evet, dindar bir kişidir, ama lanet adamın tekidir. En ufak bir bahanede beni döver. Başımı sağa çeviririm, günah diye döver; sola çeviririm, günah diye döver. Devamlı beni aşırı dini baskıyla ve dayakla terbiye etti. Ne zamanki yaşım belli bir yaşa geldi, babamın bağımlılığından kurtuldum, ondan intikam almak için ne yapabilirim diye düşündüm, ateist olmaya karar verdim. Çünkü en çok onu sinirlendirecek, kudurtacak şey buydu. Bundan mutluluk duyuyorum.”
Burada da anne baba tutumu çok önemli. Muhakkak anne babaların çocuğu sıcak, sevecen bir ortamda büyütmesi gerekir. Anne ve baba muhakkak en uygun örnek model olmalı. Nasihatten ziyade, anne babanın davranışları, tavırları çok önemli. Anne baba hakkıyla Allah inancına sahipse, İslam’ı yaşıyorsa, o ailede büyüyen çocuklar da anne babanın inancını paylaşacaklardır. Ama birtakım anormallikler, patolojik şeyler varsa, bunu çocuğa yansıtıyorlarsa, kin, nefret, dayak veya kaba kuvvet varsa, bu da çocuğun Allah inancını sorgulamasına yol açar. Bu yüzden, anne babaların muhakkak tutarsızlıktan, ikirciklikten, belirsizlikten kaçınmaları gerekiyor. Çünkü bir kişi kendinde olmayanı başkasına veremez.
Küçümseyen bir tutumdan ve yargılayıcı bir ses tonundan uzak durmak zorundayız. Ve ahlaki olarak uygun bir ortam sağlayan, sorumluluk duygusunu geliştiren, olayların sonuçlarıyla onları baş başa bırakan, onlara hak ve özgürlüklerin sınırlarını öğreten, onların düzgün birer birey olarak yetişmelerine imkân veren bir ortam oluşturmamız gerekiyor.
Muhakkak ki evde bir hoşgörü ortamı oluşturmamız gerekiyor. Yani anne babanın muhakkak otoriter olması lazım çocukları üzerinde, ama otoriterliğin de bir sınırı var, hoşgörü içerisinde bir otoriterlik olması gerekiyor. Ve dediğim gibi, anne babanın örnek bir model olma tutumları çok önemli.
Yalan söylemenin inanç eğitiminde çok tahrip edici ve olumsuz bir etkisi olduğu ifade ediliyor. Değerlendirir misiniz?
Bir başka husus da şu: Muhakkak ki çocukları yalan söylemekten korumamız gerekiyor. Peygamber Efendimizin hadis-i şerifleri var; “Siz kendinizi yalandan koruyacağınıza dair söz verin, ben de size cenneti söz vereyim.” diye buyuruyor. Gerçekten, yalan söylememek, doğru ve dürüst olmak cennetin anahtarı durumunda. Bu yüzden çocuklarımızı yalandan uzak kişiler olarak yetiştirmemiz lazım. Bir çocuk yalan söylemeye başladığı zaman her türlü davranış bozukluğu da ondan sonra başlıyor. Davranış bozukluklarının kapısı yalanla başlıyor. Nasıl ki cennetin kapısının anahtarı doğru ve dürüst olmaktan, yalan söylememekten geçiyorsa, davranış bozukluklarının da girişi yalanla başlıyor.
Çocuklarımızı yalandan nasıl koruyabiliriz? Yalan söylememek, doğru ve dürüst olmak, Allah inancının ve inançlı olmanın da temelidir. Öncelikle şunu bilmeliyiz: Çocuklar 3-4-5 yaşlarında birtakım yalana benzeyen sözler söyleyebilirler, bunu hemen yalan söylüyor diye damgalamamak lazım. Çünkü çocuk geniş hayal dünyasıyla ve kafasında hayale bağlı birtakım düşünceler oluşturmasıyla masum birtakım şeyler söyler. Mesela, “Pencereye bir kuş geliyor, her gün bana bir şeyler söyleyip gidiyor.” der. Bu yalan değildir; o çocuğun yaşına uygun söylediği bir şeydir, masallardan etkilenmesidir veya kafasında, tahayyülünde uydurduğu bir şeydir. Bunu yalan diye görmemek lazım. Yalan söyleyip söylemediği esas çocuğun ilkokul yaşamına başladığı 6 yaşından sonra belli olur. Çünkü çocuk bu yaşta yalan ile yalan olmayanı, doğru ile yanlış olanı, hayal ile gerçek olanı ayırmaya başlar. İşte bu dönemde çocuk yalan söylüyorsa ona dikkat etmemiz gerekir.
Yalan nedir, önce onun tarifini de verelim. Yalan, doğru olmayan bir şeyi, doğru olmadığını bilerek ve doğruymuş gibi karşısındakine söylemeye denir. Yani birincisi, çocuğun söylediği doğru olmayacak; ikincisi, doğru olmadığını bilecek çocuk; üçüncüsü de doğru olmadığını bildiği halde doğruymuş gibi söyleyecek. Buna dikkat etmemiz lazım.
Bir çocuğun yalan söylememesi için dikkat edeceğimiz hususlardan birincisi yine örnek ve model kişi olmaktır. Biz yalan söyleyen bir kişiysek, çocuğumuz da bize bakarak yalan söylemeyi öğrenir. Diyelim ki evde oturuyoruz çocuğumuzla, telefon çaldı, yorgunuz veya başka bir bahanemiz var, telefonu çocuk açtığı zaman, baba diyor ki çocuğuna veya anne, neyse, “Çocuğum, beni sorarlarsa evde yok de.” Bu yalan masum gibi görünebilir; ama çocuğuna, “Doğru söyle oğlum, yalan söyleme.” diyen babanın onu böyle bir yalana teşvik etmesi çocuğun kafasında, zihninde yer edinemez. Bu yüzden o tür tutumlardan özellikle kaçınmak lazım. Yani görüşmeyeceksek bile, “Şu an meşgul de.” dersin, “Yorgun de.” dersin. Yalandan kaçınmamız lazım.
Bir başka nokta; yalana zorlamamak çocuğu. Aşırı baskı altında olan, kaba kuvvet uygulanan çocuklar, zor bir durumla karşılaştıklarında, dayak yememek için hemen yalana başvurabilir. Buna dikkat etmemiz gerekiyor.
Bir gün iki hanımefendi erkek kardeşlerini getirmişlerdi. Erkek kardeşleri dışarıda oturuyor, sohbet ediyoruz, “Nedir problem?” dedim. Dediler ki, “Biz kardeşimizi getirdik size, yaşı 30 oldu, onu evlendirmek istiyoruz, ama evlendirmeye çekiniyoruz.” Dedim ki: “Kardeşinizin işi mi yok, geçimini sağlayamayacak bir durumda mı?” “Hayır, işi var, altında arabası var, evi de var, maddi durumu evlenmeye uygun.” dediler. “Peki” dedim, “Ruhsal veya cinsel bir bozukluğu mu var, bu yüzden mi evlendirmek istiyorsunuz?” “Hayır, öyle bir sorunu da yok.” dediler. “Peki, sorun nedir?” dedim. İlginçtir, “Bizim kardeşimiz çok yalan söylüyor.” dediler. “Biz bu yalanlarından bıktık. Evliliği sürdürüp sürdüremeyeceğini merak ediyoruz bu kadar yalanla.” dediler. O genç insanı ben aldım karşıma, nedir durum diye konuşmaya başladık. Konuşurken şunları anlattı bana o genç değerli kardeşim: “6-7 yaşlarındaydım.” dedi. “Bir gün evimizdeki kıymetli bir eşya kayboldu…” Babası demiş ki: “Bu kıymetli eşyayı sen aldın.” “Hayır baba, ben almadım dedim.” diyor. “Hakikaten de ben almamıştım.” diyor. Babası ısrar ediyormuş: “Bunu sen aldın, başka birisinin alma ihtimali yok, olsa olsa sen yapmışsındır; başka kim alabilir?!” “Yok, baba, ben almadım.” “Sen aldın.”, “Ben almadım.” Sonunda baba, çocuğu tutmuş, ayaklarından ağaca asmış. Bu olay köyde oluyor. “O kadar acı çektim, kıvrandım ki...” diyor çocuk, “Baba ben aldım demek zorunda kaldım. Çünkü çok acı çekiyordum.” Baba sırıtarak indirmiş çocuğu aşağıya; “Bak, ben doğruyu nasıl söylettim sana.” demiş. “Daha sonradan benim almadığım anlaşıldı, yanlış bir yere koymuşlar, çıktı ortaya, ama olan bana oldu.” diyor. “Bu olaydan sonra ne zaman sıkışsam, zor bir durumla karşılaşsam, başıma bir iş gelse, hemen yalana başvurarak içinden çıkma yoluna başvuruyorum. Doğru değil benim yaptığım, biliyorum, ama yalan söylemek bende alışkanlık haline gelmiş durumda.” diyor. “Herhangi bir durumda hemen yalana başvuruyorum, kendimi engelleyemiyorum, ne yapacağımı şaşırdım.” diyor.
Babanın bir yanlış hareketi, çocuğu ömür boyu yalanı rahatlıkla kullanan biri haline getirmiş.
Çocuğa hoşgörülü davranmak derken bir açıdan da bunu kastettik. Diyelim ki çocuk, ufak çocuk, oynarken evdeki bir eşyayı kırdı. Anne, niye kırdın diye hemen buna kızar, hoşgörüyle karşılamazsa, çocuk böyle bir olayla karşılaştığında hemen, “Ben kırmadım anne.” deme yolunu seçiyor. Bu da onu yalana itiyor. Ama en tehlikeli yol şu, yani çocuğumuzu yalanla yetiştirmek istemiyorsak: Diyelim ki çocuk yanlış bir şey yaptı, annesi söylüyor ona, diyor ki: “Çocuğum, sen mi yaptın bunu? Doğruyu söyle, kızmayacağım sana.” Diyelim ki bir vazo kırılmış. Çocuk boynunu eğiyor, “Evet anneciğim; oynarken ayağım çarptı, kırıldı.” diyor. “Doğruyu söyle, kızmayacağım.” diyen anne başlıyor çocuğu dövmeye. Bu sefer ne oluyor; çocuk bir daha benzer bir durumla karşılaştığında hemen yalana başvuruyor.
Çocuğumuzu yalandan korumamız lazım. Çocuğumuz yalan mı söylüyor, muhakkak bunun sebebini araştırmamız lazım. Çünkü problem kendimizdedir, anne ya da babadadır. Ve yalandan dolayı çocuğumuzu cezalandırmamız lazım. Tabii, cezalandırma kaba kuvvetle falan değil de, sevdiği bir şeyden alıkoymak lazım. Çocuk yanlış bir şey yaptı, bir de inkâr etti onu diyelim; hem o yanlış yaptığı şey için, hem de yalan için iki ayrı ceza vererek onu yalandan korumamız lazım ve kendimiz de çocuğumuza örnek model olmamız lazım.