İslam, bütün güzellikleri bünyesinde barındıran, ayrıca yeryüzünde güzel olan ne varsa hepsini, “Hikmet, mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır.” (Tirmizi, İlim 19) hadisi ışığında sahiplenen bir dindir. Böyle olması ise gayet doğaldır zira İslam dini, bütün güzellikleri yaratan Yüce Yaratıcının, tüm kulları için seçtiği, beğendiği bir dindir ki bu hakikat “Allah katında tek din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân,3/19) ayetinde de açıkça ifade bulur.
İslam dini, doğru anlayıp doğru yaşandığı takdirde bir insanın ruh ve duygu dünyasını en mükemmel şekilde düzenler ve onu önce kendisiyle sonra da sosyal çevresiyle uyumlu ve barışık hale getirir. Bunu yaparken prensiplerinden taviz de vermez. Yani prensiplerini muhafaza ederken muhatap olduğu kişileri alabildiğine pozitif, hoşgörülü, sevecen hale getirir... O halde bir kişi “ben Müslümanım” dediği halde, kendisi ile barışamamış ve çevresinde sevilen, sayılan, güvenilen bir kişiye dönüşememiş ise bu kişinin kendi içinde, ya İslam’ı anlamayla, ya da yaşamayla ilgili çözmesi gereken ciddi sorunları var demektir.
Bir Müslümanın İslam dininden azami istifade edebilmesi için, dini hayatını Hazreti Peygamberin (s.a.v.) örnekliğinde yaşaması çok önemlidir. Çünkü Hz. Ayşe’nin güzel benzetmesi ile Hz. Peygamber (s.a.v.) yaşayan bir Kur’an’dır. Dolayısıyla kim ki İslam’ı, tüm incelikleri ile yaşamak istiyorsa, Hz. Peygambere (s.a.v.) tabi olmalıdır. Bu söylemin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Zira, geçmişten günümüze sünnet veya hadis-i şerifler olmadan da İslam’ın yaşanabileceği tezini misyon edinen ve bunun savunuculuğunu yapan bir takım sapık fırkaların mevcudiyeti herkesin malumudur. İşte kendilerine karşı dikkatli olunması gereken bu sapık fırkaların içinde bulunduğu hezeyan hali, en hafif tabirle akıl azlığı veya Efendimiz’e (s.a.v.) karşı nankörlüktür. Zira müminler olarak bizler, bir insanın sosyal hayatına uyum ve düzen getiren en önemli ahlaki incelikleri ancak Kur’an referanslı bir hayat yaşayan Hz. Peygamberin (s.a.v.) uygulamalarında görebilir ve oradan alabiliriz. Bu yazımızda bahse konu olan ve Müslümana sosyal yaşamında çok önemli bir genişlik ve rahatlık sağlayan müdârâ ahlakı da özellikle Efendimizin (s.a.v.) yaşamından ve uygulamalarından tespit edilen önemli bir ahlakî inceliktir.
Müdârâ insanlarla iyi geçinmek, onları idare etmek anlamlarında İslâmi bir terimdir. Daha anlaşılır tabirle müdârâ, kendisine kötü davranılması halinde hakkınızda asılsız iddialar ve iftiralarla fitne yapma ve değişik sorunlar çıkarma potansiyeli olan, aklı ve ilmi az, kötü niyetli, düşük ahlaklı kişilere karşı sabırlı olmak ve iyi davranmak demektir. Sonuçta bu müsamahakâr ve hoşgörülü davranışlarla, o kişilerle arada bir ülfet tesis edilir, bu şekilde hem o kişinin kötülüğü önlenir, hem gönlü alınır, hem de umulur ki ilerde iyilerden olmasına vesile olunur. Mesela büyük âlim İbn Hacer el-Askalânî, bu anlamı ifade eder şekilde müdârâyı, “bilgisiz kişiyi eğitmek, günahkârı kötü fiilinden vazgeçirmek gibi faaliyetlerde bulunurken, muhataba karşı yumuşak davranmak” şeklinde tanımlamıştır (Fethu’l-bârî, XXII, 330)
İslami kaynaklarda, müdârânın bir zararın önlenmesi veya bir hayrın gerçekleşmesi gibi Allah rızasına uygun amaçlara dayanması gerektiği vurgulanır. Böyle bir gaye taşımayan, sadece şahsi çıkar için veya makam, mevki kazanmak için müdârâ yapılması, İslam dışılık ve ilkesizliktir. Bu gibi sebeplerle insanlara karşı hoş görünmeye müdârâ değil “müdâhene” denir ki bu davranışın günümüzde popüler söylem şekli riyakârlık, yalakalık veya yağcılıktır.
“Müdârâ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bu ifade ile geçmese de anlam olarak bulunur, hadislerde ise çokça yer alır. Hadis konusunda en güvenilir kaynaklardan birisi olan Buhârî, “İnsanlara Müdârâ” başlıklı babda (“Edeb”, 82) bu konuya ilişkin hadislere yer vermiş, ayrıca ashaptan Ebü’d-Derdâ’nın muhtemelen müşriklerin ve münafıkların ileri gelenlerini kastederek söylediği, “Biz bazı kimselere karşı içimiz öfke dolu olduğu halde güler yüzlü olmaya çalışırdık” anlamındaki sözünü nakletmiştir. Burada yaşanan bir hadiseye göre, Resûlullah (s.a.v.) kendisini ziyaret etmek isteyen bir kimsenin gıyabında, “O adam kabilesi içinde çok kötü biridir ama bırakın gelsin” demiş. Adam huzuruna geldiğinde onu sıcak karşılamış, daha sonra bu tutumunun sebebini soran Hz. Ayşe’ye, onu kendi huzurunda yüz bulamamış insan durumuna düşürüp, kıyamet gününde Allah’ın huzurunda daha da kötü bir hale gelmesini istemediği için böyle davrandığını söylemiştir. Bu hadis-i şerif ise müdârânınmeşrû ve mendup olduğuna dair en önemli delil olmuştur.
Yine birçok kaynakta Hz. Peygamberin, “Farz namazla emrolunduğum gibi insanlara müdârâ etmekle de emrolundum” dediği (Şîrûye b. Şehredâred-Deylemî, 1, 76), aklı kullanmanın bir gereğinin Allah’a imandan sonra insanlara müdârâ etmek olduğunu söylediği (Beyhaki, VI, 343) insanlara müdârâ etmenin sadaka yerine geçeceğini (Beyhaki, VI, 344) belirttiği rivayetleri vardır.
Tasavvuf geleneğinin önemli büyüklerinden, sünnet ve şeriata bağlılıkta çok hassas birisi olan Şehâbeddin es-Sühreverdî: “Aile, çocuklar, komşular, dostlar ve bütün insanlara karşı müdârâ göstermek sûfiyyeninahlâkındandır”der. Yine “kişinin gerçek karakteri, sıkıntılara katlanma derecesiyle ortaya çıkar, bir insanın aklının çok, ilminin ve hilminin zengin olduğunu müdârâdan daha iyi gösterecek bir erdem yoktur, çünkü bu erdem sayesinde nefsin bencilliği kırılır, nefret duygusu yatıştırılır” der. (Avârifü’l-ma’ârif, V, 136-137, 139)” ( DİA, “Müdârâ” Md. 31/460.)
Sonuç olarak diyebiliriz ki, sosyal ilişkilerin sağlıklı yürümesi, hizmet ve tebliğden daha hızlı ve verimli sonuçlar elde edilebilmesi, müminler arasında sabır, ülfet, muhabbet gibi duyguların yerleşmesi için müdârâ ahlakının Müslümanlarca bilinip uygulanması çok önemlidir.
Bu arada birbirine benzediği halde niyet farkıyla müdârâdan ayrılan ve sözlükte müdâhene olarak ifade edilen söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Zira toplumumuzda maalesef ki yaygın olan müdârâ değil, müdâhene ahlakıdır. Müdâhene, insanların, birine yaranmak ve şahsi çıkarlar elde etmek için, Allah’ın rızasına ve İslam’ın doğruluk, dürüstlük gibi en çok önemsediği ilkelerine ters, bizim anlayacağımız ifadelerle riyakârlık, yağcılık, yalakalık gibi söz, niyet ve davranışlarını ifade eden bir terimdir. Bir kimsenin kötülüğünü görüp de önlemeye gücü yettiği halde korktuğundan, çekindiğinden, ya da dinî duyarsızlığından dolayı kötülüğü engellememesi de müdâhenedir.
Büyük İmam Gazzâlî bu iki kavramın farkını, “ameller niyetlere göredir” hadisi mucibince niyete bağlamıştır. Buna göre eğer birine karşı dinin selâmeti için veya o kişinin halini düzeltmesini sağlamak ümidiyle yumuşak ve hoşgörülü davranılırsa bunun müdârâ, çıkar sağlamak, arzularını tatmin etmek, mevkiini korumak gibi bencil düşüncelerle yapılırsa bunun da müdâhene olacağını belirtmiştir. (İhyâ’, II, 182)
Evet, görüldüğü gibi Müslümanın hayatında önemli bir yeri olması gereken müdârâ ahlakı, göz ardı edilecek bir şey değildir. Bu konuda gerekli bilince sahip olabilmek temenni ve duasıyla, çok kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendinin, bu konularla alakalı çok açıklayıcı bir sosyal medya paylaşımı ile yazımı noktalıyorum.
“Ne hikmetse epeydir, İslam’da müsamahalı veya hoşgörülü olmak veya olmamak konusu, fütursuzca ve cahilce çok fazla dile getirilir. Kimi, İslam’da hoşgörüye zerre yer vermez; kimi de hoşgörü adına tavizleri mübah görüp dinin dibini oyar… Ancak, İslam, kesinlikle ve zerre kadar taviz vermeden, küfrü, zinayı, hırsızlığı, yalanı ve her türlü ahlaksızlık ve fücuru asla hiçbir zaman ve her boyutta hoş görmez ve şiddetle reddeder. Hatta, her kötü ve kötülüğe karşı; gerekirse eliyle, diliyle müdahale ve mücadele eder. Bütün bunlara gücü yetmeyen ise, en azından kalbiyle buğz eder ki, bunu en zayıf iman ve en asgari duruş olarak niteler ve şiddetle emreder. Fakat şu da bir gerçek ki, bu mesele bu kadar tek taraflı ve basit değildir. Denge dini ve her açıdan mucize emirlerle dolu olan yüce İslam’da, bir de “Müdârâ” cephesi vardır. Müdârâ demek, sahih hadis-i şeriflerde geçen, Kâinatın Efendisi’nin apaçık emir ve işaretleri ile insanlarla iyi geçinmek, fitneye ve kaosa sebebiyet vermemek, kalp kırmamak ve gönül yıkmamaktır. Ve yine dinden, imandan ve İslam ahlakı ve ahkâmından taviz vermeden insanlarla, onları kazanmak adına, iyi ilişkilere girmektir. Veya hiç olmazsa şerlerini def etmek amaçlı “Müdârâ” denilen hoşgörülü davranma formunda sosyal ilişkileri sürdürmektir ki, bu ahlak hem İslam’ın, hem aklın, hem ilmin ve hilmin bir gereğidir. Yani, “müdâhene yağcılığına” düşmeden müdârâ ahlakı ile insan ilişkilerini sürdürmek, İslam’ın tavizsiz hoşgörü cephesi ve peygamber ahlakı, Allah dostu tavrı ve aklıselim şahsiyetlerin olmazsa olmaz karakterleri ve duruşlarıdır… Bütün bu gerçeklere rağmen, günümüzde, koca koca hocaların cihad ve tebliğ adına, kaba saba ve zerre hoşgörüsüz, alabildiğine hoyratça vaiz görüntülü racon kesmeleri; asla İslami, insani ve kesinlikle, Allah’ın razı olacağı tavırlar olmadığı gibi, insanlığın çoğunluğunu temsil eden; “ümmet-i davete” büyük bir merhametsizlik ve apaçık umursamazlık örnekleridir…
O halde, İslam adına parmak sallayarak, özel yetiştirilmiş ajan müsteşriklerden daha başarılı bir şekilde dinden soğutma uzmanları gibi ortalıklarda dolaşanlara, hoşgörülü olmak, bilerek ya da bilmeyerek dinin dibini oyanlara yardım etmek ve Allah’ın gazabını üzerine çekmek demektir.”