Kur’an niçin iman etmemeyi bir “Hastalık”, Kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, gözlerin perdelenmesi olarak değerlendiriyor? Kâfir ve münafıklar açısından asr-ı saadetteki taze örneklerle konuyu açıklar mısınız?
İnsanda ruh esastır, fiziksel beden ise insana giydirilmiş vücûd-u haricidir. Sıkıntılar ruhta başlar, sonra fiziksel bünyeye yansır ve herkes yüzde beliren huzursuzluğu görür; ruh mutlu ise yüze tebessüm yansır, insanlar onu da görür. İman bir nurdur, insan vücudunu meydana getiren hücreler o nurla aydınlanmakta, nurlanmaktadır; iman her şeyde olduğu gibi, hayatın da hayatıdır; o nurla aydınlanmayan hayat karanlığa düşer, bu ortamdaki ruh ve vücut manevî hastalığa yakalanır, o vücudun sahibini hareket eder görürsünüz ama, aslında hareket edenin bir ölüden farkı yoktur.
İmanın girmediği insan vücudu manen hastadır, imansız vücudun hastalığının dermanı yoktur. Yıllar içerisinde elinde yüksek seviyede maddî imkânları bulunan nice insanların intihar ettiklerini biliyoruz; para da bir yere kadar, tesellisi çok azdır. Tıp açısından meseleye bakıldığında, hiçbir tıbbî tahlil ruhtaki hastalığı teşhis edemez, fizik bünyeye yansıyan ruhsal, psikolojik bozukluklardır; bunlar bünyede dalgınlık, akıl durgunluğu, nefes darlığı, ellerin titremesi ve bunlar gibi başka bozukluklara yol açar; psikiyatrist bile uyuşturucu bir hap verir, gönderir. Bütün bu hastalıkların tek çaresi iman etmektir, necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Sorularının cevabını ancak iman etmekle bulursun ve kendini ancak böyle tanırsın! Sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir hayat bu soruların cevaplarının arkasındadır. İmansız bir hayatın sıkıntılarını Amerika’da, Avrupa’da, İskandinav ülkelerinde daha iyi görürsünüz.
Kur’an’da gerçekleri akletme ve kavrayabilme ve görebilme yetilerinin olduğu beyan edilmiştir. “Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.”1 Kur’an’a karşı tavır alınmasına karşın, tavır alan Kureyşliler Yüce Yaratıcı tarafından en büyük ceza olan Kur’an’ı işitememe, gerçekleri görememe ve anlayamama cezası ile tecziye edilmişlerdir. Ceza işlenen amelin cinsindendir. Kur’an’a karşı tavır alınınca, Allah da dün, ya da bugün onu kale almayanların elinden onu akletme, kavrama yetilerini alarak onları bu davranışlarına uygun olarak cezalandırmıştır. “Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”2 Sapıklıkları içinde bırakılmaları, hidayetten uzak tutulmalarıdır ki, verilen en büyük cezadır. Bunun gerçekleşmesi için de kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine bir nevi perde çekilmiş olanların ya da kendi hallerine bırakılanların arasında fark yoktur, gerçeği anlayıp anlayamama konusunda durumları müsavidir; onlar iman etmezler. Çünkü sürekli bir şekilde Allah’ın ayetlerini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risaletini inkâr edenlere iman nuru nasip olmaz.
Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler./Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır.”3
Ayette geçen kalplerinin mühürlenmesi ve gözlerine perde çekilmesi hadisesi, insana hayat olan imanın, ve hayata hayat ve ışık olan iman ve şuurun gecikmesine veya tamamen ortadan kalkmasına sebep olur. İbnü Abbas (r.a.) bunu şöyle ifade ediyor: “Allah kalplerini mühürler, böylece iyilikleri kavrayamazlar/akledemezler. Yani bu mühürleme sonucunda kalbe zulmet yerleşir, o zulmet kalpte devam ettiği sürece kâfir iman etmez. Mühürlenen göz, kulak da manevî fonksiyonlarını tamamen kaybeder, yerine getiremezler.4 Vücuttaki organların içerisinden mühürlenmesi için kalbin seçilmesi, kalbin anlama ve ilim mahalli olmasından dolayıdır. Kalp mühürlenerek ilim ve anlama özellikleri ve fonksiyonlarının elinden alınması kâfire verilen en büyük cezadır. Allah durup dururken hiçbir kulunu cezalandırmaz, O, cezayı da mükâfatı da hak edene verir; bundan dolayıdır ki, onlara verilen ceza, Kur’an hakikatlerine karşı ısrarla gösterdikleri küfür ve hiç kırılmayan inatları yüzündendir.
İşin bu yönüyle de kalınmaz, bu mühür ve perde gerilme gerçeği zaman zaman bazı insanları inanmadıkları halde Allah’a ve âhiret gününe inanıyoruz itirafına sevk eder. Tabii bu bir nifak hastalığıdır, bu hastalığa tutulan kimse daha çok sıkıntı çektiğinin farkına varamaz, rahatlamak için de hakkında nifak sahibi olduğu, yani münafıklık yaptığı gerçeklerin ortadan kalkması uğrunda bütün mesaisini harcar, bütün ömür sermayesini bitirir. Medine’ye göçerek Müslüman olduğunu söyleyip kendisini emniyete aldıktan sonra, oralarda her olup biteni Mekke’ye giden kervanlarla rapor eden meşhur Abdullah İbn Sebe, Temîm kabilesinden olan ve Sıffin savaşında Hz. Ali’yi terk eden Haricilerin temelini oluşturan meşhur Zü’l-Huveysıra, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül, Muğîs b. Kays ve Cedb b. Kays binlerce münafığın önde gelen meşhurlarıdır. Özellikle son üç kişi iri cüsseli, yakışıklı, gayet edebî konuşan ve Resûlullahı (s.a.v.) etkileyen insanlardır. Kur’an bunlar hakkında şu beyanı yapmaktadır: “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir.”5 Cenab-ı Hak daha sonra vahyederek münafıkları Hz. Peygamber’e (s.a.v.) bildirdi. Münafıklar bu davranışlarıyla Allah’ı ve müminleri aldattıklarını sanırlar, fakat kendilerini aldattıklarının farkına varmazlar, aksine hastalıkları gittikçe artar. Bakara sûresi on üç ayette küfürlerine alay etmeyi de ekledikleri için dalâletlerinin sınırları, vasıfları, nifakın/münafıklığın hakikati beyan edilmiştir.6
Kur’an’da bu konu şöyle beyan edilmektedir:
“İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe inandık” derler./Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir./Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”7
Ayette imanın Allah’a ve âhiret gününe tahsis edilmesi, iman etmekten en büyük maksadın özellikle bu ikisi olduğu gerçeğinden hareketle söylenmiştir. Çünkü insanların iman etme konusunda en büyük sıkıntı ve şüpheye düştükleri hususların başında görsel olmayan şeyler gelir. Bunların başında da Allah ve âhiretin varlığı gelir. Münafıkların zaten imanları zahirde dillerinde bulunmaktadır; Yahudilerin imanı ise, teşbihe inanmaları, Allah’a çocuk isnat etmeleri, cennete Yahudilerden başka kimsenin girmeyeceğini iddia etmeleri, cehennem ateşinin birkaç günden başka bunlarla temasının olmayacağını söylemeleri ve bunlar gibi başka hususlardan dolayı imanlarının yukarıda zikredilen yanlışlarıyla örtüşmediğinden dolayı ayetin içeriğini oluşturmaktadırlar. Ayet bunların kötülüklerindeki ısrarı ifratı ve kötülüklerinin sürekli katlandığını beyan etmektedir. Sözleri ile fiilleri örtüştüğü için müminler bu ayetin içeriğinden hariçtirler. Allah’ı ve iman edenleri kendilerince aldatmaya kalkışırlar, hâlbuki aldatanlar aldatmaya çalıştıkları şeyle cezalandırılırlar. Bunların kalplerinde hastalık vardır; bu hastalık fiziksel olduğu gibi aynı zamanda mecâzidir de; buna göre nefsanî arazlarda olan hastalık cehalet, kötü akide, haset, kin, günahları sevmek gibi hastalıklardır. Neden Kur’an bunlara hastalık adını vermiştir? Çünkü bunlar bütün fazilet ve üstünlüklere ulaşmanın en büyük engelleridir ve bu engelleri ısrarla artmaktadır.8
Dünyada iken Hz. Peygamber’in (s.a.v.) insanların iki cihanda da kurtuluşa ermeleri için yaptığı davetlere, her türlü irşadına ve akıllarını erdirmek için getirdiği her tür delile karşı, düşünmeden, muhakeme etmeden gösterdikleri paranoyak davranışlarını âhirette de gösterecekler ve şöyle diyecekler: “Ey Rabbimiz! Sen, biz dünyada iken bizim kalplerimizi, kulaklarımızı mühürlediğin ve gözlerimize perde çektiğin için biz gerçekleri kavrayamadık ve iman edemedik. Bundan dolayı bizim bir suçumuz yoktur. Eğer mühürlemeseydin biz de herkes gibi iman ederdik.”
İlk olarak kalp mühürleniyor, bunun hikmeti nedir?
Çünkü kalp imanın mahalli olduğu gibi, en evvel sânii/yaratıcıyı arayan ve isteyen ve sâniin vücudunu delâiliyle/delilleriyle ilan eden, kalp ile vicdandır.9
Paranoyak inkârcılar tarihin her döneminde dinlere, peygamberlere ve ilâhî kitaplara karşı koyarak, çeşitli desiselerle halk arasında, halkı inkâr çerçevesinde ve batıl yolda tutabilmek için, her zaman entrika çevirmişlerdir. Ve bunun adına da, bozgunculuk yapmalarına rağmen, “ıslah edicileriz” demişlerdir.
Kur’an onların asla böyle olmadıklarını şöyle beyan ediyor:
“Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler. “Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.”10
Bozgunculuğu ıslahat, iman etmeyi beyinsizlik, ahmaklık olarak gören münafıklar, ancak kendilerinin beyinsiz olduğunun farkında değillerdir. Bu münafıklar müminlerle karşılaştıkları zaman kendilerinin de iman ettiklerini, kendi şeytanlarına dönünce, onların yanlış yollarında beraber olduklarını, bu hareketleriyle müminlerle alay ettiklerini ifade ederler. Allah ise, o münafıkları yanlışlıkları içinde bocalatmakla onlarla alay eder.
Onların bu yanlış davranışları Kur’an’da şöyle beyan edilmektedir:
“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit “Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!” derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” “(Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit “(Biz de) iman ettik” derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.” “Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”11
Görülüyor ki, insanları saptıranlarla hemfikir olmalarına rağmen, müminlerle alay edenlere Allah tarafından verilen en büyük ceza, onları yürüdükleri bu hatalı yolda devamlı kılmaktır. Yani Allah inatları yüzünden hidayet yollarını onlar için tıkamış, oraya girmeleri imkânsız hale getirilmiştir. Bir hiç uğruna yanlışta ısrar etmek en müzmin bir paranoyadır. Bu hastalığa yakalanan müşrikler ve münafıklar, her zaman manevî ticaretlerinde düşük karşılığı alıp âli karşılığı verme yolunu seçerler ki, bu yapılan en zararlı ticarettir. “İşte onlar, hidayete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”12
İnanca dair bu paranoya hastalığının meydana geliş sebepleri ve belirtileri neler olabilir? Burada psikolojik çarpıtmalar da var tabi. Değerlendirir misiniz?
Daha önce Bakara suresinin başında bozguncuların kendilerini “ıslahatçı” görmelerinin bir paranoya hastalığı olduğundan bahsetmiştik. Bu maddeye ek olarak Müslümanlarla alay edilmesini söylemiştik. Bakara 44. ayette geçen ve her türlü hayrı ve taati ifade eden “el-Birr” kelimesini Yahudi âlimleri bütün kapsamıyla emreder ve söylerlerdi, fakat kendileri söylediklerinin tam tersini yaparlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.) daha dünyaya gelmeden onun vasıflarını ahir zaman peygamberi olarak Tevrat’tan öğrendikleri şekliyle özellikle akrabalarına ve diğer insanlara ve hatta müşriklere varıncaya kadar herkese anlatıyorlardı. Aslında onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Fakat o peygamber olarak gönderildiğinde, Yahudilerden gelmediği için onu tanımaz hale geldiler. Kur’an’da, “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”13 buyrulmaktadır.
Tabii söyledikleri sadece bu değildi. Her türlü iyiliği emrediyor, ama kendileri yapmıyorlardı. Her ne kadar Kur’an bunu Yahudi bilginleri hakkında söylüyor ise de, bu halin Muhammed ümmetinde olmamasını da özenle istiyor. Ancak her ümmette ele verir talkını kendisi yer salkımı vardır, ancak bu Yahudilerde daha çok ve barizdir. Bu yanlış davranış dinlerin tabilerinde meydana gelmektedir, ilâhî kitapların hiçbirinde bu yanlışlar ve hatalar yoktur, dinlerin Allah’tan geldiği şekliyle özü tertemizdir; Kur’an hariç, diğer dinlerin tabileri kendi kirleriyle kitaplarını da kirletmişlerdir.
Söylenilen gerçeğin söyleyen tarafından yapılmaması paranoyası, akılla sağlıklı bir ilgi kurulamayışından dolayıdır. Çünkü Kur’an, “(Ey bilginler!) Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”14 derken, aklın buradaki rolüne dikkat çekmektedir. Çünkü akıl his ve heyecanlara hâkim olduğu noktada taat, his ve heyecanlar akla hâkim oldukları noktada ise, isyan ve günah işleme başlar.
Başkalarını kötülüklerden engellemek için yapılan her türlü çalışma, çaba ve gayret nerede, ne zaman ve kim tarafından yapılırsa yapılsın, takdire şayandır. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, başkalarına söylediği şeyi kişi kendisi de yaşamak kaydıyla bu böyledir. Aksi halde, söylediği ile amel etmeyen, sözü ameline (fi’line) muhalefet eden insanın bu hali karşı kalplerde nefret uyandırır. Bugün irşatçı ve eğitimcinin çabasının yegâne sebebi budur. Hâlbuki insanın kendi nefsine yapacağı nasihat, başkalarına yapacağı nasihatten önce gelir ve daha da evladır.
Psikolojik davranışlardaki bozukluklar da paranoyanın sebepleri arasındadır. Bu bozuklukları ancak İslam’ın öngördüğü kardeşlik ruhu tamir edebilir. Her konuda kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih eden yüksek bir ruh, sadece İslam’ın hediyesidir. Bu kardeşlik ruhuna sahip olmayan insan yıkıcı bir ruha sahip olur. Ölçüsü menfaattir, her şeyi kendi adına ister; nimetleri önüne sereni hatırlamaz, şükrünü unutur; o nimetleri elinden aldığı zaman Allah’ı hatırlar, O’na ibadet edeceğine, şükredeceğine söz verir, ne zamanki maddi hali düzeltildi tekrar eski haline döner. Bu en yüksek psikolojik hatadır.
Paranoyanın alanında gördüğümüz hataları şöyle özetleyebiliriz:
Başkalarına iyiliği emredip kendilerini unutmaları ve akıllarını hislerine mağlup hale getirmeleri. “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?”15
Bozguncu ve fitneci oldukları halde kendilerini ıslahatçı sanmaları ve bu anlayışla bozgunculuğa devam etmeleri. “Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.”16
Hakla batılı birbirine karıştırıp, anlaşılmaz hale soktuktan sonra, batıla taraftar olmak. “Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.”17 ayetinin anlamı, bugün dahi paranoyak inkârcıların hakkı yok etme adına en çok başvurdukları bir aldatmaca metodudur.
Hedeflerine ulaşma yolunda sadece yalana kulak vermeleri. “Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler:”18 “Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler.”19
Kimlik kaybıyla özünden ve inancından uzaklaşırlar. Bu hal inancın ve inananların baskısı haline gelir. Belki bu paranoyanın en kötü olanıdır. “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir.”20 Münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül, Muğis b. Kays ve Cedb b. Kays boylu poslu, yakışıklı ve edebî konuşmalarıyla Resûlullah’ı (s.a.v.) dahi dinlettiren bu insanlar, inandıklarının aksini söyleyen paranoyak münafıklardı. Kıyamete kadar toplumun içinde bu paranoyaklar var olmaya devam edeceklerdir.
Geçmiş ümmetlerin peygamberleriyle ilgili peygamber öldürmeye, katletmeye kadar varan ilginç paranoyalar da var. Bu da konuya tarihsel derinliği olan ayrı bir boyut katıyor. Değerlendirir misiniz?
Tarihin seyri içerisinde konuya bakıldığında en çok peygamber İsrailoğullarından gelmiştir; dün olduğu gibi bugün de bununla övünürler; ama çok sayıda peygamber İsrailoğulları tarafından öldürülmüştür. Bu durum Kur’an’da şöyle beyan edilmiştir: “Andolsun biz Musa’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsa’ya da mucizeler verdik Ve onu, Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız bir kısmını da öldürdünüz.”21
Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarını, Mısır’da aileleri tarumar olmuş, taş ocaklarında çalıştırılan, karın tokluğuna bile olmayan bu zulümden kurtarmış, çölde susadıklarında asasını yere vurup su çıkarmış, acıktıklarında gökten ilâhî sofra getirtmiş, onları bir anda refah ve emniyete kavuşturmuştur. Çektikleri zulüm ve sıkıntılar daha taptaze dururken Hz. Musa’ya (a.s.) karşı gelmeye, söylediklerinin tam tersini yapmaya başlamışlardır. Tarih boyunca kendilerini bütün insanlardan üstün görmüşler, cennete girmeye sadece kendilerinin layık olduğunu iddia etmişler ve etmekteler, Allah’ın sadece onları sevdiğini söyleyegelmişlerdir. Zaman içerisinde dünya hâkimiyeti, mal mülk sevgisi iyice artmış, sonuçta altın başta olmak üzere piyasa hâkimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu hâkimiyete nasihatlarıyla engel olmaya çalışan yüzlerce peygamberi öldürmüşlerdir.
Bu sevda Tevrat’ta var olan âhiret inancını zayıflatmış, son zamanlarda âhiret inancı olmayan Yahova Şahitleri’nden etkilenmişlerdir. Böylece öleceğiz üç beş gün sonra geri dünya hayatına döneceğiz, bu hayat birkaç kat daha güzel olacak ve sonsuza kadar böyle devam edecek, inancı ağırlığını koymuştur. Bu hayatta tekrar piyasa hâkimiyeti Yahudilerin elleri altında devam etsin isterler. Şu anda Amerika başta olmak üzere bütün dünya piyasalarının hâkimiyeti onların elindedir. Şu anda milletleri huzursuz eden bütün karışıklıkların altında Yahudi’nin eli vardır. Dün peygamberleri fiziksel olarak öldürüyorlardı, bugün ise insan hayatını zora sokarak onları fiziksel olarak öldürmeden öldürüyorlar.
Müslümanım dediği halde büyük günah işleyen ve farklı inanışlardan bazı maddeler taşıyan paranoyaların güncel boyutu da çok yaygın. Bu konuya nasıl yaklaşmalıyız?
Büyük günah işleyen insan yaptığını inkâr etmediği sürece kâfir olmaz, ama fâsık olmaktan da kurtulamaz. Günah büyük ya da küçük ısrarla işlenirse Allah o Müslümana tevbe etmeyi nasip etmeyebilir. Bu İslamiyet’in iç meselesidir. Müslümanın inancı dışa açıldığı zaman İslam’a inanmayan dinsizlerin kendi değerlendirmelerine göre ortaya koydukları bazı yanlış görüşlerden bir veya birkaç maddeyi benimseyebiliyorlar. Bu modern asırda namaza ihtiyaç yoktur, diyorlar. Namaz psikolojinin kaynağıdır ve en çok da ruhî bozuklukların zirvede olduğu bu dönemde su gibi içilmelidir. Kur’an indiği asra aittir, fikrine inanır, hâlbuki Kur’an diğer kitaplar gibi sadece anlam olarak inmemiştir, o mana ve lafız olarak inmiştir, bu vasfından dolayı asırları aşıp günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da aramızda duracaktır, çünkü ona dünden daha çok ihtiyacımız vardır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatıyla endeksli değildir. Mana ve lafız olarak gelmiştir, dedik, Kur’an dünyada yaygındır, herkes inceleyebilir; ancak herkesin bilmesi gereken bir husus vardır, 1400 sene önce aynı düşüncede olan beyinsiz müşriklere meydan okuması, bugün de geçerlidir, gücü yeten buyursun!
İlahiyatçı akademisyenlerin içinde Allah Fil suresinde filden bahsetmiş, ben bu sureyi namazda okumam, diyenler vardır; biz akıllı insanlarız, bu aklımız bize yeterlidir, her ihtiyacımızı karşılayabiliriz, peygamberlere ihtiyacımız yoktur, gönderilmeleri gereksizdir, diyenler vardır. İşte bunlar da peygamberlik müessesesini kökten inkâr eden Brahmanizm’den bir yanlış fikir taşımaktadır. Mezhebe gerek yoktur, diyenler vardır. Mezhep imamları ben mezhep kuruyorum, bana uyun dememişlerdir. Mesela İmam Azam sorulan sorulara Kur’an ve sünnetten cevaplar vermiş, bu cevaplar Yemen’e kadar, Anadolu içlerine kadar yayılmış, Müslümanlar bu şekilde amel etmeye devam etmişler. İmam Azam’ın vefatından sonra talebeleri Ebu Yusuf, Hasan eş-Şeybanî, İmam Muhammed, Züfer gibi önde gelen bu zatlar, İmam Azam bu fetvaları hangi ayetlere, hangi hadislere göre vermiştir, diyerek araştırmışlar, ortaya muazzam bir fıkıh usulü çıkmıştır. Bu imamlar da bu bir mezheptir dememişlerdir. Halk yaşadığı bu fetvalar topluluğunun adını belirlemiş ve Hanefî mezhebi adını koymuştur. Şayet Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarmaya ilmen gücü yeten varsa, çıkarıp onunla amel etmek zorundadır, herhangi bir mezhebi taklit etme zorunluluğu yoktur; ancak böyle bir ilmî gücü yoksa hangi mezhebe uyacaksa onunla amel etmek zorundadır. Mezhep düşmanlığı bir cehaletin sonucudur, bugün Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarma gücüne sahip olmayan bizim gibilerin bir mezhebe göre amel etmesi yüce bir erdemdir.
Peygamberlerin irsali/gönderilmesi kevnî bir iradedir, biz Müslümanların zerre kadar bile müdahalesi yoktur; namazın farziyeti de böyledir, bunlar bize danışılarak yapılan şeyler değildir, buna asla gücümüz yetmez, dolayısıyla bu konular üzerinde menfi yorum yapma hakkımız yoktur. Yapanların imanları son derece tehlikededir. Çünkü bütün bu ifadeler Kur’an ayetlerinin bir inkârıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Ümmetinin 73 fırkaya ayrılacağını, birisinin Ehl-i Necat / kurtulan fırka, 72 sinin ateşte olduğunu söylemiştir. Bu kurtulan fırka kimlerdir, diye sorulduğunda, ben ve ashabımın bugün üzerinde bulunduğumuz yoldan gidenlerdir, buyurmuşlardır.22 Ashab-ı Kiram gibi lebbeyk Ya Rabbi, lebbeyk ya Resûlallah, diyebilmeliyiz ki, o necat ehlinin arasında olabilelim. Bilirkişilik taslayarak batıl görüş sahiplerine hak tanımayalım, İslam dairesine dönelim, bu bizim için yeterlidir.
1 Ankebut 29/38
2 Bakara 2/15
3 Bakara 2/6-7
4 Nesefî, Ebu’l-Berekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medârikü’t-Tenzil Ve Hakâiku’t-Te’vil, (İstanbul: Dâru Gahraman,1406/1984.) I, 15-16
5 Münafikûn 63/4
6 Gattan, İbrahim, Teysîru’t-Tefsir, (Amman:1402/1982.) 1, 56; Cezâirî, Ebu Bekr Câbir, Eyseru’t-Tefsir Li Kelâmi’l- Aliyyi’l-Kebir, 4. Baskı, (Byy: 1412/1992.) 1, 26
7 Bakara 2/8-10
8 Kadı Beydavî, Nasıruddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envâru’t-Tenzil Ve Esraru’t-Te’vil, (İstanbul: Dersaadet, Ts.) 1, 24-26
9 Nursi, Said, İşaretü’l-Î’caz, s.129
10 Bakara 2/11-12
11 Bakara 2/13-15
12 Bakara 2/16
13 Bakara 2/146
14 Bakara 2/44
15 Bakara 2/44
16 Bakara 2/11-12
17 Bakara 2/42
18 Maide 5/41
19 Maide 5/42
20 Münafikun 63/4
21 Bakara 2/87
22 Ahmed b. Hanbel, Müsnedü İmam Ahmed, hadis no: 8396, (Byy: Müessesetü’r-Risale, 1421/2001.) 14, 124