İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh buyurur:
“Gâflet ehli, sabah olunca ya da bir işe başlayınca, kendi kendine ne yapacağına bakar; gerçek akıllı ve ârif kimse ise Allah’ın kendisine o gün nasıl bir tecellide bulunacağına nazar eder.”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
İnsanın sahip olduğu basiret, bilgi ve irfan, onun hem zahirî fiil ve davranışlarında ve hem de batınî/kalbî amellerinde belirleyici bir hususiyete sahiptir. Hatta insanın en önemli ayırıcı vasıflarından olan akletme ve idrâk özelliği bile, ancak basiret, ilim ve irfan sayesinde gerçek fonksiyonunu icra edebilir. Aksi halde nefsani hazlar ve menfaatler, aklı esir alıp kendilerine hizmetkâr kılabilirler. Böyle bir durumda, akıl doğruyu bulamayacağından sahibini de gaflete doğru sürükleyebilecektir. Gafillerle, gönlü uyanık kimselerin hiçbir konuda aynı olmayacağı da aşikârdır. İşte bu iki sınıfın hâllerinde ortaya çıkan inceliklerden birisine, İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- şu hikmetiyle dikkat çeker:
“Gâflet ehli, sabah olunca ya da bir işe başlayınca, kendi kendine ne yapacağına bakar; akıllı ve arif kimse ise Allah’ın kendisine o gün nasıl bir tecellide bulunacağına nazar eder.”
“Gafil, diliyle Allah’ı çok zikretse bile Allah’ı tanımayan kişidir. Arif ise dille yaptığı zikir az da olsa, Hakk’ı tanıyan kimsedir. Gafil, nefsinde varlık vehmeden, uzayıp giden emellere sahip kimsedir ki, sabaha çıkınca kendi nefsiyle neler yapabileceğini düşünür ve ona göre planlamalar yapar. Aklı ve hisleri ön plandadır, yaptığı işi görür ve çoğu zaman kendi güç ve kudretine, imkânlarına güvenip dayanır. İlâhî takdir, onun sağlamca yaptığını düşündüğü planları altüst edip de emellerini tuz-buz edince de kızar, sinirlenir, strese girer, üzülür ve ümitsizlik girdabına kapılır. İç dünyasında Rabbiyle didişmeye ve çekişmeye başlar ve nihâyet edebini bozar. Bunun neticesinde de Allah’tan uzaklaşma cezasını hak eder. İç âleminde yalnızlığın ve ilâhî yakınlıktan kovulmanın acısı içinde kıvranır da kıvranır.
Ariflerin gönüllerinde ise Yüce Rabbin azamet ve kudreti tam bir şekilde yer ettiği için, onlar bütün benlikleriyle O’na yönelirler ve bu sayede nice irfan güneşleri onların kalplerinde doğmaya başlar. Onların nazarında bütün âlem dürülür de kendi nefislerini bile göremez olurlar. Allah’tan başkasıyla karar kılamazlar. Bütün tasarrufları, yapıp ettikleri şeyler, Allah ile, Allah’tan ve Allah’a doğrudur. Yani O’nun yardım ve inayetiyle iş yaptıklarının farkında olarak, Hak’tan gelen ilâhî ahkâma tam bir teslimiyet göstererek gereğini yerine getirmeye çalışırlar ve yine yalnız Allah için yaşar ve yalnız O’nun rızasını gözetirler. Bu hâlleriyle onlar, nefislerinden fâni olmuşlardır. Artık bu makamda, kendi nefislerinde güç ve kudret vehmetmekten uzaklaşmışlar ve bir iş yapmak ya da yapmamak şeklinde bile olsa, bu muvaffakiyeti kendilerine nispet etmemişlerdir. Güne başlarken ya da herhangi bir işi yapmaya niyetlenirken, kendilerinin neler yapacağından çok, Allah’ın kendileri hakkında ne tür tecelli ve tasarruflarının olacağına nazar ederler. Neticede de O’ndan ne gelirse, büyük bir teslimiyet, gönül huzuru ve muhabbetle kabul edip gereği ne ise onu yapmaya çalışırlar.” (Ahmed b. Muhammed Acîbe, Îkâzu’l-himem fî şerhi’l-hikem, 272-274.)
İbn Atâullâh –kuddise sirruh- yukarıda zikri geçen hikmetiyle, insanın bir iş için plan ve program yapmasının yanlış olduğunu değil, bu plan ve program yapılırken, ilâhî iradeyi nazar-ı itibara almamanın bir gaflet nişanı olduğunu beyan etmektedir. Her şeyin, kendi gücü, imkânı ve iktidarı ile gerçekleştiğine inanmak, esasen aklın doğru bir şekilde çalışmadığının da açık bir göstergesidir.
Bunun için denilmiştir ki: “Bir iş başlangıcında insanın gönlüne gelen ilk duygu, onun tevhiddeki seviyesini gösterir.” Yani o işe başlarken kendi güç, kudret ve imkânlarından sıyrılıp, Yüce Yaratıcının güç ve kudretini yüreğinde hissedebiliyorsa, bu onun tevhiddeki derecesini gösteren iyi bir işarettir. Gafil kimsenin kalbine ilk gelen şey, genellikle yapıp edeceği şeyleri kendi nefsine nispet ederek: “Bugün neler yapmalıyım?” duygusudur. O kendi nefsinin yönetimini kendi nefsine nispet eder ve Mevlâsını unutur. Bu hâl, onun Allah’tan gaflet üzere oluşunun bir işaretidir. Bu düşüncede olan birisini Allah kendi nefsiyle baş başa bırakır.
Hakk’ı tanıyan arif bir kimsenin ilk hatırına gelen ise, bütün tasarrufları Allah’a nispet ederek: “Acaba Rabbim bugün bana nasıl muamelede bulunacak ve ne tür tecellilere mazhar olacağım?” duygusudur. O bu hâliyle, nefsine değil Mevlâsına ve O’ndan gelene nazar etmiş olmaktadır. Bu durum onun akıllı ve uyanık olduğunun güzel bir işaretidir. Böyle bir kula Cenâb-ı Hakk kâfîdir. Hedeflerini gerçekleştirmede de O’na en güzel yardımcıdır. Diğer bütün faydasız ve boş meşguliyetleri Yüce Allah ondan uzaklaştırır. Onu hoşnut edecek ve kendisine göz aydınlığı olacak amellere onu muvaffak kılar. Ona râzı olduğu manevi haller lütfeder. (Muhammed b. İbrâhim b. Abbâd er-Randî, -mevâhibi’l-aliyye şerhi’l-hikemi’l-Atâiyye, II, 321-327.)
Güne ya da bir işe başlarken gönülde taşınması gereken bu edebe hemen hemen bütün Hak dostları dikkat çekmişlerdir. Nitekim son dönemin büyük mürşidlerinden Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi –kuddise sirruh- da bir yakınına yaptığı tavsiyede şunları ifâde etmiştir:
“Sabahleyin kalkınca ilk işiniz abdest almak olsun!.. Sonra da «İlâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî: Allâh’ım, sen benim tek gayem ve senin rızana ulaşmak da benim yegâne isteğimdir!..» duâsını yapın. Böyle yaparsanız akşama kadar yaptığınız bütün işlere bu duanın bereketi gelir ve hepsi de biiznillâh O’nun rızasına muvafık olur!..”
Kullukta bütün ümmetine en güzel örnek olan Fahr-i Kâinât –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz de dualarında bu sırrın üzerinde hassasiyetle dururlar ve Yüce Rabbe şöyle dua ederlerdi:
“Allahım! Sabaha çıktığım şu vakitte, kendim için fayda ve zarar verme gücüne sahip olmadığım gibi, ölüm, hayat ve diriliş gibi hususlar da benim elimde değil. Senin verdiğinin dışında hiçbir şey almaya kudretim yok. Senin koruman dışında korunma imkânına da sahip değilim. Allahım! Sana taat yolunda söz ve amel bakımından sevip razı olduğun hususlarda beni muvaffak kıl! Zira karşılıksız bol bol ikramda bulunan ancak Sensin!”
Kendinde sınırsız bir gücün varlığına inanan günümüz insanı, bu inancıyla çoğu zaman nefsinin putperesti hâline gelirken, gücü Allah’a nispet edip O’nunla en büyük güce erişen mü’min insan ise tevhidin hakikatine doğru yükselen bir insan-ı kâmil olmuştur.
Nefisten Râzı Olma İlleti
Kur’ân-ı Kerîm’de üç yüze yakın yerde “nefs” kelimesi geçer. Bu kelimenin lügatte ve Kur’ân’da kullanıldığı manalar, kullanıldığı yere göre farklılık arzeder. Bu çerçevede nefs kelimesine, “bir şeyin kendi zâtı, özü ve hakikati”, “ruh”, “can”, “kalp”, “kan”, “ceset” ve “benlik” gibi yirmiye yakın mânâ verilmiştir. Ancak tasavvuf literatüründe nefs denilince genel olarak, “İnsanın hakikati” ve “Kişinin kötü his ve duygularının teksifî bir şekilde bulunduğu mânevî merkez, ya da insanda bulunan gazap ve şehvet kuvvetinin ana merkezi” olarak tarif edilegelmiştir. Bu bakış açısından yola çıkılarak “Nefsini bilen Rabbini bilir” hükmü, âdetâ kâide-i külliye gibi sürekli tekrar edilegelmiştir.
İnsanın arınma ve kemâle erişme sürecinde (tezkiye) nefsin lüzumsuz isteklerine karşı direnme ve onun hile ve desiselerine karşı uyanık bulunma, felaha ermek için zaruri bir mücahede sayılmıştır. İşte bu mücahedenin gerekçesi mahiyetinde İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- bir hikmetinde şöyle der:
“Her bir günahın, gafletin ve lüzumsuz arzunun kaynağı, nefsini beğenmek ve ondan razı olmaktır. Her bir taatin, basiretin, uyanıklığın ve iffetin temeli ise nefisten hoşnut olmamaktır. Nefsine karşı uyanık ve ondan hoşnut olmayan bir cahille beraber olman, kendini beğenen ve nefsinden razı olan bir âlimle beraber olmandan daha hayırlıdır. Hangi ilim bir âlimi kendi nefsinden razı edebilir? Böyle bir ilme, ilim denilebilir mi? Yine hangi cehalet, sahibini nefsine karşı teyakkuza geçirip ondan hoşnutsuzluk doğurabilir? Böyle bir cehalete cehalet denilebilir mi?”
İnsan nefsinin mayasına, ilâhî imtihan gereği hem kötülük işleme meyli ve melekesi (fücur), hem de ondan korunma ve arınma gücü (takvâ) bahşedilmiştir. Bu sebeple tezkiye ve terbiye sürecinden geçmeyen her nefis, ham bir nefistir ve sahibine “sürekli kötülüğü emreder”. İçindeki takva duygusunun gücü nispetinde zaman zaman her insan “kendisini kınar”sa da bu kınama, nefsi engellemeye çoğu zaman yeterli olmaz. Nefse karşı zafer elde etmek, ancak ilâhî koruma ve yardımın kula erişmesiyle mümkündür. Bu ilâhî yardım ve rahmete nâiliyet ise sürekli Allah’ı hatırlamak, O’na sığınmak ve yine O’na karşı takvamızın ziyadeleşmesiyle gerçekleşebilecektir. Kur’ân-ı Kerîm’de Yûsuf -aleyhisselâm-ın dilinden nakledilen şu âyette bu gerçeklere dikkat çekilir:
“Ben kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Yûsuf 12/53)
Nefsin bu yönünün farkında olmak uyanıklık, ondan emniyette olmak ise gaflettir. Terakkinin temeli, kendini yeterli görmemektir. Bir insanda “kemâle erdim” düşüncesinin başlangıcı, duraklamanın; bu düşüncenin devamı ise düşüşün sebebidir. Tevâzunun insanı büyütüp yüceltmesi de bu sırra binâendir.
Yüce Rabbimiz kullarının kendi kendilerini arı duru göstermelerini ve tezkiye iddialarını doğru bulmaz ve onları şöyle uyarır:
“O (Allah), sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada bile sizin halinizi en iyi bilendir. Bunun için kendi kendinizi arı duru gösterip tezkiye etmeye kalkmayın. Zira O, kimin daha muttakî olduğunu en iyi bilendir.” (Necm 53/32)
Kendini beğenme hastalığı (ucub), diğer bir ifadeyle nefisten râzı olma hali, güzellik ve kemâl arayışını durduran zehirli bir duygudur. Bu duygu, birçok günaha ve kötü ahlâka davetiye çıkarır. Nitekim bu vasıfta olan kimseler, kendinde ayıp ve kusur görmediğinden sürekli başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırırlar. Kibirlidirler; herkesi küçük görür ve kimseyi beğenmezler. Tevbe ve istiğfara yönelemezler. Dua ve tazarrudan nasipleri kesilmiştir. Geçimli olamazlar. Günahlarını çok küçük görürler.
Abdullah b. Mes’ud –radıyallahu anh-ın şu tespiti bu gerçeğe işaret eder:
“Mü’min kendi günahına şöyle bakar: Sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” İbnu Mes’ud bunu söylerken eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, nefsin hevâsına yani gayr-ı meşrû istek ve arzulara meyletme tabiatına dikkat çekerek, müminlerden uyanık olmalarını ister. Hatta hevâlarını ilahlaştıran kimselerden bahisle, nefsin sürükleyebileceği tehlike noktalarına işaret eder. Bu konuda Bel’am b. Bâurâ’nın helak seyrini şöyle bir ibret tablosu olarak gözlerimizin önüne serer:
“Onlara şu adamın (Bel’am b. Bâura) haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı ve şeytan onu peşine taktı; böylece azgınlardan oldu. Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı, hevâ ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür (öğüt alır)lar.” (A’râf 7/175-176)
Nefsin hile ve desiselerinin farkında olan kimse, düşmanı dışarıda aramak yerine çoğu zaman kendi içindeki düşmanı yere sermenin derdine düşer. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve selem-in “Gerçek mücâhid nefsiyle cihâd edendir.” (Tirmizi) beyanına gönülden inanarak büyük bir cihada soyunur.
İnsan çoğu zaman, kendi eksik ve kusurunu küçük görür. Buna mukabil başkasındaki küçük ayıpları gözünde büyütür de büyütür. Bunun tabii bir sonucu olarak kendini düzeltme yerine, başkalarının ıslahının derdine düşer. Bu durum da nefsaniyetin gözü perdelemesinin açık bir delilidir.
Mevlânâ, “Fîhi Mâfîh” adlı eserinde bu konuya temas ederek der ki: “İnsan kendi kelinden, çıbanından iğrenmez, yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, bundan iğrenmez, midesi bulanmaz. Ama başka bir kimsede azıcık bir çıban ve ufacık bir yara görse, o yemeği artık yemez, iğrenir. İnsandaki kötü huylar da kellere ve çıbanlara benzer. Kendinde olduğu zaman, insan ondan iğrenmez, incinmez. Hâlbuki başka birinde ondan bir parçacık olsa, iğrenir, nefret eder. Şu halde sen ondan ürktüğün gibi, o da senden ürker ve incinirse onu hoş gör!”
Nefsin gerçek mahiyetini bilen ve ona karşı ne yapılacağının bilincinde olan kimse, zahiri bilgi seviyesi ne olursa olsun, irfandan nasip almış arif bir kuldur. Buna mukabil zahiren geniş malumat sahibi olduğu halde, kendini beğenip nefsinden razı olan kimse ise hakikatte irfânî bilgiden ve gerçek ilimden mahrum kalmış bir zavallıdır. Bu itibarla nefsini tanıyan bir kimseyle dostluk ve arkadaşlık, terakkiye vesile olurken, kendini kusursuz ve ayıpsız gören zahiri âlimlerle beraberlik, insana pek de bir şey kazandırmaz. Yunus Emre’nin şu mısraları bu gerçeğin açık bir ifadesidir:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
İbn Atâullah –kuddise sirruh- gerçek keşif ve kerametin nefsin ayıplarını keşfetmek olduğunu bir başka hikmetinde şöyle ifade eder:
“Nefsin gizli ayıp ve kusurlarını keşfetmek, gaybî sırlara muttali olmaktan daha hayırlıdır.”
“Daha iyi, iyinin düşmanıdır” inancıyla her zaman ve her şeyde en güzeli aramak ve ona ulaşmanın derdine düşmek ve böylece nefsinden hiçbir zaman razı olmamak, gerçek terakkinin ve ilmin en önemli alâmetidir.