Arakan Müslümanları sorunu, 2012 yılı Haziran ayında gündeme geldiğinden bu yana, söz konusu bu kitleye yönelik her yeni saldırının ardından, “Acaba bu süreç ne zaman sona erecek?” sorusu ve beklentisi, yerini giderek daha büyük belirsizliğe ve karamsarlığa bırakmaya devam ediyor.
Güneydoğu Asya topraklarında Myanmar devletine bağlı bir eyalet olan Arakan’da (Rakhine) yaşam süren Arakanlı Müslümanlar özellikle, 2012 yılında yaşanan şiddet olayları ve göçler dolayısıyla uluslararası çevrelerin dikkatini çekmeye başladı. Bugün, söz konusu bu halkla ilgili küresel anlamda bir tanınırlıktan söz edilebilse de, yaşanan sorunların çözüme kavuşturulabildiğini söylemek mümkün değil. Aksine, sorunların tekil hadiseler olmaktan çıkıp, neredeyse tüm Arakan Müslümanlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir soykırım halini aldığını söylemek mümkün.
Bununla birlikte, bu halkın etnik ve siyasi meşruiyeti yeni bir sorun olmadığını söylemek gerekiyor. Aksine, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulacak olan ve o zamanki adıyla, Burma devletini oluşturacak etnik yapılarla yapılan görüşmelerden başlayarak, yüzyılın ikinci yarısı boyunca dönem dönem öne çıkan ve önemli kitlesel göçlere neden olan bir süreç söz konusudur.
1978 yılında yaklaşık 200.000 Arakanlı Müslüman Bangladeş’e sığındı. 1990’lı yılların başlarında ise yine benzer sayıda Arakanlı, yaşanan şiddet olaylarından kaçmak amacıyla Bangladeş topraklarına geçti.
2017 yılı Ağustos ayı sonlarında etnik soykırıma varan saldırılar sonucunda sayıları 700 bini aşkın Arakanlı Müslüman bir kez daha Naf Nehri’ni geçerek Bangladeş’e sığındı. Bu rakam bugüne kadar Myanmar’dan Bangladeş topraklarına doğru gerçekleşen en büyük göçmen kitlesini oluşturuyor.
Tüm bu saldırılar ve etnik soykırım süreçlerinde Arakanlı Müslümanlar için tek çıkış yolu Bangladeş sınırındaki Naf Nehri’ni geçerek bu ülkeye sığınmak oldu. Çok az bir kısmı için ise, bulabildikleri teknelerle okyanusa açılarak Bengal Körfezin’den Malaka Boğazı’na doğru tehlikeli deniz yolculuğu sonrasında Malezya veya Endonezya topraklarına çıkmak oldu. Ancak bu süreçte, batan teknelerde kaç kişinin hayatını kaybettiği konusunda kesin bir sayı söylemek ise mümkün değil.
En son Eylül ayı başlarında 297 Arakanlıyı taşıyan teknenin Endonezya’nın batısında Açe Eyaleti deniz kıta sahanlığı içerisine girmesi üzerine, Açeli balıkçı teknelerince karaya çıkartılmaları, Arakanlı Müslümanların yaşam mücadelesinin devam ettiğinin açık bir göstergesidir. Aradan geçen süre zarfında her yeni tekne vakası karşısında gözler, teknelerin ulaştığı ülke yönetimlerinin nasıl bir yaklaşım sergileyeceğine çevriliyor.
Geçen Mart ayından bu yana küresel toplumu etkileyen kovid-19 salgınının Arakanlı Müslümanların kaçak göçüne engel olmadığı da yukarıda dikkat çekilen süreçte ortaya çıkıyor.
Bir yandan Myanmar’ın batısında Arakan Eyaleti’nde, öte yandan Bangladeş’te dev toplama kamplarında yaşam mücadelesi veren bu kitlenin, bütün zorluklarıyla kamp yaşamı mı kaçak göçle ulaşabilecekleri umutlu bir gelecek mi ikileminde en azından imkân bulabilenler için ikinci seçenek öncelik taşıyor.
Myanmar-Bangladeş Arasında Arakanlılar
20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca, çok kısa aralıklar dışında çeşitli darbe hükümetlerince ve sosyalist bir yönetime konu olan Myanmar’da, 2010 yılında yapılan seçimlerle yarı demokratik bir döneme geçiş yapılmasına ve 2015 seçimlerinin ardından sivil siyasi idarenin başa geçmesine karşılık Arakanlı Müslümanlar sorununun çözüldüğünü söylemek mümkün değil.
Adına demokrasi denilen yönetimlerde böylesine kısa bir dönemde, Myanmar gibi bir ülkede çok çeşitli etnik yapılarla ilgili sorunların çözülmesini beklemenin rasyonel olmadığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede, Arakanlı Müslümanlar ana vatanlarında yaşama hakkını giderek kaybederken, karşılarına bir çözüm olarak çıkan Bangladeş seçeneğinde ise, aradıklarını bulabildiklerini söylemek güç. Kalabalık nüfusuyla, istikrardan uzak siyasi yönetimiyle, ekonomik kalkınma süreçlerinde gerekli reformları gerçekleştirmede başarısız olan Bangladeş, sayısı artık bir milyonu aştığı tahmin edilen böylesine önemli bir göçmen kitlesinin ihtiyaçlarını karşılayabilmekten uzaktır. Özellikle, son dönemde yaşanan şiddet olayları ve etnik soykırımdan kaçarak Bangladeş’e sığınanların yaşam sürdükleri kamplardaki Arakanlılara, aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı ülkelerin yaptıkları yardımların önemine kuşku olmamakla birlikte, sürdürülebilir olduğunu söylemek ise oldukça güç.
Bu noktada farklı çözüm arayışları gündeme getirilse de bu noktada istikrarlı bir uluslararası birliktelikten söz edilememesi, bir başka olumsuzluk olarak karşımıza çıkıyor. Bu çerçevede, örneğin İslam toplumlarının sorunlarını çözmesi beklenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (Organization of Islamic Cooperation-OIC), bırakın Arakanlı Müslümanlar sorununa kapsamlı çözüm önerisi ve pratiğini, bölgedeki bazı projelerinin bile ne kadar profesyonelce ve sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirildiği ve sorunlara çözüm olabildiği konusu gayet yakından bilindiğinden, bu kurumun Arakanlılar sorunu karşısında bir açılım gerçekleştirmesinden bahsetmek maalesef mümkün değildir.
Gelecek Beklentisi ve İnsan Tacirleri
Yukarıda kısaca değinilen zorunlu göç ve sığınma süreçleri karşısında Arakanlı Müslümanlar Bangladeş’i bir geçiş noktası kabul ederken, zaman içerisinde imkânı olanlar çoğunlukla insan tacirlerinin kurbanı olmaktan kurtulamıyorlar.
Bazı Arap ülkeleri ile Güney Asya’da yaşama imkânı bulan Arakanlıların az bir kısmının Batılı ülkelere göçmen olarak kabul edildiği biliniyor. Bununla birlikte, bölgesel yakınlık çerçevesinde hem Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nden hem de Bangladeş’teki kamplardan kaçarak Güneydoğu Asya’da Malezya’ya ulaşma isteği, ancak bu ülkeye gelip yerleşmiş olanların yardımları sayesinde olabiliyor.
Böylece, Myanmar’ın Bengal Körfezi’ne açılan Arakan Eyaleti sahilinden veya Bangladeş’in Cox Bazar çevresindeki kamplardan insan tacirleri marifetiyle, kaçak yollardan denize açılan Arakanlı Müslümanlar, bölgenin iklim ve deniz koşulları çerçevesinde ya Tayland ve Malezya ya da Endonezya sınırlarına ulaşıyorlar.
Bugüne kadarki tüm örneklerde olduğu üzere, insan tacirlerinin tıka basa doldurduğu teknelerin yakıtının bitmesiyle, kaptanların tekneleri terk etmeleriyle kadın-erkek, yaşlı-çocuk Arakanlı Müslümanlar, kaderlerinin onları nereye çıkaracağını bekliyorlar. Açlık ve susuzlukla haftalarca teknelerde okyanus ortasında kaderlerine terk edilen bu insanlar, sadece rüzgâr ve akıntıyla kendi başlarına bırakılıyorlar.
Malezya devleti, Birleşmiş Milletlerin göçmenlerle ilgili sözleşmelerine imza atmamış olmasına rağmen, çeşitli nedenlerle topraklarına sığınan bu göçmen kitlesini kabul ediyor. Bunun temel nedenlerinden birini, Malezya’nın çeşitli iş kollarında duyduğu insan işgücü ihtiyacı oluşturuyor. Temizlik, restoran, tarım gibi sektörlerde kaçak işçi olarak çalıştırılan bu kitleler, örneğin Bangladeş’te içinde bulundukları durumdan çok daha iyi durumda yer alıyorlar. BM yüksek komiserliği Malezya ofisince bu kitlenin görece az bir kısmının kayıt altına alındığı ve diğerlerinin kaçak olarak yaşadığı biliniyor. Çalışanların, zamanla Myanmar’daki veya Bangladeş’teki bazı yakınlarını Malezya’ya getirtme çabaları, sürece, insan kaçakçılarının girmesine neden oluyor.
Ancak bu insanlar için kaçak göç yolları denizle sınırlı değil. Bu noktada teknelerle Tayland’a ulaşanlar kara yoluyla Malezya’ya geçmeyi deniyorlar. Bu noktada, Tayland’ın önemli bir geçiş bölgesi olduğunu söylemek gerekiyor. Tayland’ın güney bölgelerinde, zaman zaman tarım plântasyonlarındaki depolarda saklanan Arakanlıların bulunması bu sürece dair açık ipuçları niteliği taşırken, Tayland-Malezya sınırında Mayıs 2015’te bulunan toplu mezar, bu insanların ne denli tehlikelerle karşı karşıya kaldıklarını açık seçik ortaya koymaktadır. Söz konusu toplu mezarın insanlık suçu olduğu açık seçik ortadayken, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) üyesi bu iki ülke yani, Malezya ve Tayland tarafından konunun açıklığa kavuşturulamamış olması, yaşanan sorunun tekil bir ülkenin ötesinde bölgesel ve hatta küresel bir sorun olduğunun bir başka kanıtı olarak ortada durmaktadır.
Tayland’da kaçak olarak yaşayan, ancak en kalabalık göçmen grubuna ev sahipliği yapan Malezya’da yer alan Arakanlı Müslümanlardan sadece görece sınırlı sayıda kişi, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nce (United Nations High Commissioner-UNHCR) kayıt altına alınmış durumdalar. Bu noktada, Malezya’da bazı Müslüman sivil toplum kesimlerinin çabalarının dışında eğitim, sağlık, güvenlikli iş gibi temel insanî hizmet ve haklardan yararlanabildiklerini söylemek ise zor.
Küresel Sorun
Yukarıda kısaca dikkat çekilen süreç, açıkçası Arakanlı Müslümanlar sorununun iç içe geçmiş sorunlar yumağına dönüştüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Burada temel ve birincil sorumluluk, Myanmar merkezi hükümeti ile bu hükümetin üyesi olduğu uluslararası kuruluşlardadır. Bununla birlikte ortada yaşanan sorunun etnik soykırıma varmasıyla bir insanlık sorununa dönüştüğüne kuşku bulunmamaktadır.
Bir ulus-devlet olarak Myanmar, ülke sınırları içerisinde tüm etnik yapıları, ülkenin birer vatandaşı kabul etme konusunda son derece çekimser davranıyor. Ülkeyi yöneten Bamar etnik çoğunluğu dışındaki çok çeşitli etnik yapıları ulus-devlete eklemlemede önemli sorunlar yaşayan Myanmar’ın tek başına bu sorunun altında kalmayacağı ortadadır.
Ülkenin farklı bölgelerinde özellikle de, kuzey ve doğu sınır boylarındaki diğer etnik yapıların 20. yüzyılın neredeyse ikinci yarısı boyunca merkezi yönetimle çatışan ve anlaşmazlıklara konu olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu noktada, bir ulus-devlet olarak Myanmar’ın sorumlulukları yerine getirmediğini ortaya koyacak kâfi miktarda vakanın olduğuna kuşku yok.
Ancak, bu ülkenin mensubu olduğu başta ASEAN, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların ve de insan hakları konusunda dünyada norm oluşturma konusunda kendilerini tekil güç olarak gören Batılı ülkelerin, bugüne kadar Arakanlı Müslümanlar konusunda olumlu gelişmeler sağlanması hususunda belirleyicilikleri olduğunu söylemek mümkün değil.
Her ne kadar, 2010’da reform amacıyla yarı-sivil yönetime geçilmesine kadar bazı ülkelerin Myanmar’a uyguladığı ambargonun, bu ülkedeki insan hakları karşıtlığı ile etnik soykırıma varan çatışmacı ortamı değiştirecek bir etkiyi oluşturamadığı da acı bir gerçek olarak ortada.
Eriyen Nüfus, Demografik Soykırım
2012 yılında Arakan Eyaleti başkent Sittwe çevresi ile kuzey bölgelerinde başlayan şiddet olayları, zaman içerisinde birbiri ardına yenilenerek gündeme gelmesi ve yaşanan göçler nedeniyle bu eyalette yaşam süren Arakanlı Müslümanların sayısının artık birkaç yüz binle sınırlı olduğu tahmin ediliyor.
Myanmar hükümetinin 2014 yılında yaptığı nüfus sayımında etnik kökenleri reddedilmeleri nedeniyle sayılmayan bu kitlenin ülkenin demografik yapısında ne kadarlık bir yüzdeye tekabül ettiğini söylemek güç. Bununla birlikte, özellikle 2017’deki gelişmeler nedeniyle sayıları yedi yüz bin civarında olduğu söylenen ancak, gerçekte çok daha fazla olabileceği konusunda görüşlerin de olduğu gelişmeler, Arakanlı Müslümanların artık çoğunluğunun anavatanda değil, aksine komşu ülke Bangladeş’te olduğuna işaret ediyor.
Myanmar hükümetinden ziyade uluslararası kamuoyunun bu gelişme karşısında nasıl tavır alacağı merak konusuydu. Söz konusu göçmenlerin Myanmar’a geri gönderilmesi konusunda Bangladeş ve Myanmar hükümetleri arasında varıldığı ileri sürülen anlaşmanın hayata geçirilememiş olması özellikle iki ülke ilişkileri açısından olumsuzluğu kadar bundan da öte, bölgesel kriz yönetimindeki başarısızlığa işaret etmektedir.
Arakanlı Müslümanların anavatanları da olsa, Myanmar hükümetinin güvenliklerini garanti etmediği bir ortamda dönüş konusunda isteksiz olduklarını da vurgulamak gerekiyor. Aradan geçen süre zarfında Myanmar hükümetinin bu süreçte sorumluluğunun uluslararası çevrelerce hatırlatılması bir yana neredeyse unutulmaya yüz tutması ise uluslararası kamuoyu vicdanında ve uluslararası insan hakları çerçevesinde oluşan konsensusa aykırı bir nitelik taşıyor.
Siyasal Çözüm Mümkün mü?
Arakan Müslümanlarının maruz kaldığı ve etnik soykırım olarak adlandırılan gelişmelerin ulusal, bölgesel ve küresel olmak üzere üç aşamada ele alınması gerekiyor. Bu üç aşamanın kendi içerisinde karşılık gelen kurumsal boyutlarına bakıldığında ise, ASEAN, BM ilgili organlarının ve OIC’nin yer aldığını söylemekte fayda var.
Öncelikle bu toplumun içinde yer aldığı ve bir modern ulus-devlet olan Myanmar’da merkezi idarenin siyasi tavrı ve bugüne kadarki uygulamaları noktasındadır. Bu durumda, o dönemki adıyla Burma’nın, 1948 yılında bağımsızlık süreci ve sonrasındaki gelişmeler bir yana, özellikle 2012 yılından bu yana, konunun doğrudan muhatabı olan Myanmar hükümetinin aradan geçen yarım yüzyılı aşkın süre zarfında bu azınlık toplumuna hak ettiği hakları vermediğine tanık olunmaktadır.
Öte yandan, Myanmar’ın üyesi bulunduğu bölgesel birlik olan ASEAN nezdinde, ne Birleşmiş Milletlerin ilgili organları çerçevesinde ne de adına İslam ülkeleri birliği denilen OIC bünyesinde karşılık bulunabildiğini ortaya koymaktadır.
Arakan sorununun böylesine çok yönlü boyutları karşısında can alıcı soru ise, Arakanlı Müslümanları siyasi olarak kimin temsil ettiğidir. Her ne kadar, örneğin Malezya’da ve Batılı ülkelerde var olan bazı sivil toplum örgütlerinden bahsetmek mümkünse de bu yapıların tekil varlıkları sadece içinde bulundukları görece küçük gruplarla sınırlıdır.
2012 yılındaki gelişmelerin ardından dönemin OIC yönetimi tarafından, ABD’de yaşayan Arakan kökenli bir profesörün siyasi temsiliyeti sağlayacak bir yapının başına getirilmiş olmasının ise, ne bu yapının ne de bu kişinin bugüne kadarki gelişmelerde inisiyatif alabilmiş olması girişimin ne denli atıl kaldığını ortaya koymaktadır. En azından bu girişimi iyi niyet olarak telakki etmek mümkünse de, Arakanlıları temsil edeceği düşünülen ancak sahada Arakanlı Müslümanların çilesine aşina olmaktan uzak birini Arakanlı Müslümanları temsil makamına taşımak, en hafif ifadesiyle, olsa olsa bu toplumu tanımamakla izah edilebilir.
Gelinen bu noktada, Arakan Müslümanları toplumunu Myanmar hükümeti, ASEAN, BM ve OIC nezdinde temsil kabiliyetinde olan ortak tanınırlığa sahip bir siyasi lider kadrosunun bulunmaması hiç kuşku yok ki, sorunun bugünlere kadar çözümsüz bırakılmasının ana nedenlerinden birisidir.
Günümüz ulus-devletlerinin birbirleriyle ilişkilerinde, teritoryal hak ve sınır anlaşmazlıkları konusunda tarihsel referanslar önemli bir veri niteliği taşırken, Arakanlı Müslümanların Bengal Körfezi’ne kıyısı olan verimli topraklarda kurulmuş, siyasi anlamda egemen bir İslam beldesi olmasını kimse dikkate almıyor.
Ya da yine günümüz özellikle, 1989’da yani Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ulus-devlet yapılanmaları içinde, etnik çoğunluk-etnik azınlık bağlamlarının kayda değer bir şekilde ele alınmasına ve azınlıkta olan kitlelerin temel insan hakları ölçütünde değerlendirilmesiyle, bölgesel ve küresel kurumlar nezdinde tanınırlıkları konusundaki çabalar Arakanlılar için işlemeyen ve işletilmeyen bir sürece tekabül ediyor.
Adına İslam kardeşliği denilen ve bu anlamda 1969 yılında modern dönemlerin dinî bağlamıyla dikkat çeken sorunlarının neredeyse kaynağı hükmündeki Filistin’in haklarını korumak amacıyla kurulan OIC’nin, sahip olduğu yapısal birimlere rağmen, Arakanlılar konusunu ne bütüncül ne de bir ülke özelinde çözüme kavuşturabilmeyi başarabilmiştir.
Belki de tarihin bir tesadüfü olarak adlandırılabilecek şekilde, birbirine eklemlenen bu süreçler çerçevesinde, Arakanlı Müslümanların sorunlarına çare olunamaması, aslında bu kitleye yönelik var olması gereken insanlık sorumluluğunun ne denli büyük olduğunu ortaya koyuyor.
2010 yılında Myanmar’da yapılan genel seçimler sonrasında yarı demokratik bir rejime geçişle birlikte, Arakanlılar da içinde bulunduğu çeşitli etnik yapılarla var olan hatta bazılarının çatışmalar boyutunda sürdüğü anlaşmazlıkların çözümü için bir inisiyatifin geliştirilebileceği konuşuluyordu. O dönem itibarıyla, Su Çi’nin (Syu Kii) başında bulunduğu ve genel seçimleri protesto eden ülkenin popüler siyasi hareketi Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) 2015 yılındaki seçimleri kazanmasına rağmen, Arakanlıların durumunda bir iyileşmeden bahsetmek mümkün olmamıştır.
Su Çi’nin Batılı ülkelerde bir demokrasi prensesi olarak lanse edilmesi bir nebze de olsa bölge toplumlarında heyecana neden olsa da, Myanmar’da siyasi egemenliğin sivillere geçmesi ya da demokratikleşmenin kurumsallaşması gibi bir sürece yol açtığını söylemek mümkün olmadı. Aksine, sivil görünümlü bir iktidar yapısına karşılık, ülkede karar mekanizmalarının ordunun elinde olması, Su Çi’den beklentileri boşa çıkartmakla kalmadı. Aynı zamanda söz konusu demokrasi prensesi, Arakanlı Müslümanlar konusunda merkezdeki ordu-militan Budist grupların gizli/açık destekçisi bir konumda olmakla sahip olduğu demokrasi savunucusu unvanını da hak etmediğini bizatihi kendisi kanıtlamış oldu.
Myanmar önümüzdeki Kasım ayında genel seçimlere hazırlanırken, gözler bir kez daha Arakan Müslümanları sorununa çevrilecektir. Ancak bu halk, ne Arakan Eyaleti’nde yaşayan çok az sayıdaki mensubu ne Bangladeş’teki yüzbinlerce ne de Malezya’daki on binlerce göçmen kitlesiyle bu seçim sürecinde yer almayacak. Arakanlıların hiç kuşku yok ki tek umudu, uluslararası kurumların kontrolünde kendi anavatanlarında huzurlu bir yaşam sürmektir.