“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size bir furkan (hakkı batıldan ayırt edecek bir anlayış) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl, 8/29)
Bu ayet-i kerimede açıkça görüldüğü gibi Rabbimiz kendisine karşı gelmekten sakınan, elinden geldiğince bu konuda titiz ve gayretli olan yani kısaca takva sahibi olarak da ifade edilen kullarına, bu samimi çabalarının karşılığında önemli bir erdem olarak, hakkı batıldan, iyiliği kötülükten ayırt edecek derin bir anlayış ki Kur’ânî tabirle “Furkan” vereceğini vaat ediyor.
Ayrıca yine bu ayetin devamında, iman sahiplerine bu güzel niyet ve çabalarının karşılığı olarak kötülüklerinin ve günahlarının da affedileceği, örtüleceği müjdesi de veriliyor…
“Furkan” verilmesi ne demek, bu konu çok önemli, o yüzden bunun üzerinde ciddi olarak durmak gerekiyor.
Furkan, yani derin anlayış olarak tabir edebileceğimiz bu duygu, bir şeyin eğrisini/doğrusunu, önemlisini/önemsizini, mesela ahirete kıyasla dünyanın değerini, cömertlik, sevgi, merhamet gibi güzel huyların önemini, büyüklerin, Allah dostlarının değer ve kıymetini, daha bunun gibi nice güzel değerlerin künhünü, inceliğini anlamak ki bu çok büyük bir üstünlük ve çok büyük fazilettir ve İslamî literatürde bunun diğer adı “Yakîn”dir... “Yakîn”in sözlük anlamı bir şeyi kesin, sağlam ve doğru bir biçimde bilme demektir.
İnsanların bilme, idrak etme kuvveleri üç tanedir: hislerle, duyu organlarıyla bilme; akıl ve melekeleri ile bilme; kalb ve kuvveleri ile bilme. Bu üç kuvvenin de hasta olmaması, sağlıklı olması gerekir ki insan doğru bir anlayış sahibi olabilsin.
Özellikle altını çizerek belirtmek istiyorum, bu anlayış veya kavrayış sadece çok bilmeye çok okumaya çok ibadet yapmaya bağlı bir erdem bir üstünlük de değildir. Zira bir insan çok okuyor, çok ilim tahsil ediyor, çok ibadet ediyor ama ahlakî anlamda düşük ise “kitap yüklü merkepler” diye nitelendirilebiliyor ki bu o kişilere Kur’ân’ın verdiği bir misaldir. Demek ki Türkçe’de ancak “derin anlayış” olarak ifade edebileceğimiz “Yakîn duygusu” ile kişilerin Müslümanlığı kıymet ve değer kazanıyor. Nitekim bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (günahlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah’tan o ikisini isteyin. (Ramuzü’l-Ehadis)
Büyük imam, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de bu konuda şöyle der:
Hakk Teâlâ, peygamberlerin en üstünü “salevâtullahi aleyhim” hâtırı için bir işe yaramayan bizlere, imanın hakikatini bildirsin! İnsanların yaratılmasına sebep, emir olunan ibadetleri yapmaktır. İbadetleri yapmak da imanın hakikati olan yakîni elde etmek içindir. Hicr suresi, son ayetinin meâl-i şerîfi de “Yakîn elde etmek için Rabbin’e ibâdet et!” demektir. Sanki ibadet yapmadan önce olan bu iman, imanın kendisi değil, görünüşüdür. Ayet-i kerimede, (yakîn elde etmek için) yani (imanın kendisini elde etmek için) buyruluyor. Nisâ suresi 135. ayetinde meâlen, (Ey iman edenler! İman ediniz!) buyruldu. Bunun manası, “Ey imanın sûretini edinenler! İbadet yaparak, imanın kendisine kavuşunuz!” demektir. (Mektubat-14.Mektub)
Din bilgilerini akıl ile ispat ederek (kalbe) inandırmak kolay değildir. Yakînî, vicdânî bir iman elde etmek için ispat yoluna gitmektense kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Nitekim safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için ispat etmeye kalkışmaktansa onu hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Safrası bozuk olan hastaya şekerin tatlı olduğu ne kadar ispat edilirse edilsin yakin hâsıl edemez. Çünkü şeker ağzına acı gelmekte, vicdânı acı olduğunu bilmektedir. (Mektubat-11.Mektub)
Bu mektuplardan ve yukarıda ifade ettiğimiz ayet ve hadis-i şeriflerin yorumlarından anlaşılmaktadır ki yakîn duygusu, yani hakkı batıldan ayırma özelliği, nefsin tezkiyesine kalbin tasfiyesine bağlı olarak Rabbimiz’in ihsan ettiği bir duygudur ve bu duygu güzel ahlak sahibi olmadan ele geçmez. Yani güzel ahlak ve yakîn bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir, biri olmadan diğeri olmaz.
Güzel ahlakı elde etmek için de malum üzere İslam tarihinde zamanla tasavvuf adı altından birtakım kurumlar ortaya çıkmıştır. Bu kurumlarda veya bu kurumların başlarındaki hocalarda zaman zaman arzu edilmeyen yanlışlıklar, hata ve kusurlar olmuşsa da biz tasavvuftan vazgeçemeyiz. Bunun doğrusunu bulup faydalanmak zorundayız. Zira her zaman söyleriz; tasavvuf denilen müesseseler ruhun derinleşme ihtiyacına cevap veren kurumlardır. Adı sonradan konmuş olabilir veya adı başka da olabilir. Nitekim buna “Rabbanilik” diyenler de var, fark etmez. Her dinde bu ihtiyaca cevap veren kurumlar vardır: İslam’da tasavvuf, Yahudilikte kabala, Budizm’de nirvana gibi mesela…
Bizler güzel ahlak diyoruz ya buradan yanlış sonuçlar çıkarmayalım. Ahmakların güzel ahlakı ahlaktan sayılmıyor… Allah’ı (C.C.) anlamayan, kendisinde marifetullah, muhabbetullah oluşturmayan, feraset, basiret, yakîn oluşturmayan güzel ahlak, bizim amacımız olamaz.
Evet, akıl çok önemli bir nimet; zira akılsız ama ahlaklı birisinde yüksek idrake ve anlayışa sahip insanların tepkilerini göremiyorsun. Dolayısıyla benim çok önem verdiğim şey akıl ve idraktir. Bu sebepten ben her zaman derim ki bir kişi akıllı olsun da tek ahlakî yönden zayıf olsun… Zira biliyorum ki ve hem tecrübemle de sabittir ki akıllı ve idrakli bir kişi yanlışlarını görüyor ve değişiyor. Fakat ahmak ve aklı noksan kişilerde bu değişimi göremiyorsun ve ne kadar onları değiştirmek için uğraşırsan uğraş bütün çabaların boşuna oluyor.
Yine bir kişi güzel ahlaklıyım, cömerdim, merhametliyim vs. diyor ama bu güzel huyların eserini onun fiillerinde, davranışlarında göremiyorsak bu ahlakın da dünyada ve ahirette kimseye faydası yoktur. O zaman bilmeliyiz ki bir kişiyi cömertliğe itmeyen cömertlik, cömertlik değildir. Merhamet de öyle. Bir kişinin merhameti onu harekete geçirmiyorsa, insanlara acımaya, onlara yardım etmeye teşvik etmiyorsa bu huyların varlığı ancak o kişiye vebaldir. Zenginsin ama zekât vermiyorsun, paran var hacca gitmiyorsun, sadaka vermiyorsun gibi yani…
İki türlü Müslümanlık vardır, benim tabirimle:
1) Paldır küldür Müslümanlık:
Avam tabir edilen insanların yaşadığı Müslümanlıktır. Bu tür Müslümanlar, İslam’ı sistematize etmeden ve onu bütün inceliklerine göre yaşamayı gaye edinmeden öylesine yaşayan Müslümanlardır. Bunlar hayatın akışına göre bazen çok namaz kılar, bazen çok oruç tutar, çok sadaka verirler... Bu amellerle iyi bir Müslüman olarak da ölebilirler. Yani bunların güzel ahlakı elde etme gibi yüksek bir idealleri, nefsi tezkiye kalbi tavsiye gibi yüce bir emelleri yoktur. Bu tür kişilerin içine tarihte çok büyük bilinen âlimlerin birçoğunu da katabiliriz. Yani nefsiyle tanışmamış ve savaşa tutuşmamış kişiler, âlim de olsalar paldır küldür dediğim Müslümanlık kategorisinden çıkamazlar. Bu kategoriden çıkmak için nefsle tanışmaktan korkmamak, tanıştıktan sonra da onunla savaşı kazanana kadar bırakmamak gerekiyor. Zaman zaman gaflete düşebiliriz, bu yolda sendeleyebilir, tökezleyebiliriz de. Ama tüm bunlara rağmen tevbe edip düştüğümüz yerden kalkmak ve yola devam etmek bizim asla vazgeçemeyeceğimiz şiarımız olmalı.
2) Sistemli Müslümanlık:
Kısaca anlatmak gerekirse İslam’ı yaşarken, ihlas, muhabbet ve teslimiyet olarak ifade edilen üç önemli düsturu İslamî yaşantılarına katmayı kendilerine hedef koymuş Müslümanlar sistemli ve disiplinli Müslümanlardır. Bu kişilerin öncelikli amacı; Allah (C.C.) ile aralarını düzeltmek, O’nun sevgi ve rızasını her şeyin üzerine taşımak, Kur’ân ve sünnet yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarıyla beraber kaza ve kaderine teslim olmak, ibadetlerinde ise şirk ve riyadan temizlenerek ihlası yakalamaktır. Bu nedenle de gerektiğinde vesilelere sarılan, kendilerinden önce bu yoldan gitmiş gerçek Allah dostlarından rehberlik noktasında yardım almayı kendilerine ihtiyaç gören ve bunu gurur meselesi yapmayan kişilerdir. Zira insanlar ne kadar akıllı ve bilgili de olsalar kendilerinin de göremeyeceği karanlık alanları, gizli yönleri vardır. Bu nedenle kendimizi tanımak için yerinde mürşitlere, yerinde psikologlara ihtiyacımız kaçınılmaz olur.
İnsanoğlu eşref-i mahlûkattır, Allah (C.C.) ona ruhundan üflemiştir ve ruhtan da insanoğluna az bir bilgi verilmiştir ki bunlar Kur’ân’ın beyanlarıdır. O yüzden herkes her şeyi tam olarak anlayamaz. Bir insanı en iyi onu yaratan Rabbi anlar. Bu anlamda Allahu Teâlâ, gerçek mürşitlere de talebelerini eğitecek kadar onlar hakkında yakîn ve anlayış verir ki kulları eğitilsin ve terakki etsinler.
Burada sadıklarla beraber olmak, onlardan feyzlenerek ve yardım alarak ahlakî değişimi gerçekleştirmeye çalışmak işimizi hem kolaylaştırır hem de hızlandırır. Akıllı bir Müslüman, Rabbimiz’in kullarına ikramı olan bu avantajı kullanır, bundan imtina etmez. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla (sadıklarla) beraber olun.” Tevbe suresi 119. ayeti de bu manaya işaret eder.
Hadis-i şerifte bildirilmiştir ki üç günü birbirine müsavi olan Müslüman zarardadır.
O halde akıllı isek her zaman değişimi gaye edineceğiz, bu konuda çalışacağız ve değişimden asla vazgeçmeyeceğiz.
Allah’a (C.C.) emanet olun.