Kur’ân mucizesine yönelik her türlü inkâr, mislini getirme açısından muâraza (karşı koyma) ile mükelleftir. İnkârcılar dün olduğu gibi bugün de inkârı yaymak, İslâm dinini fikren yıkmak istiyorlarsa, Kur’ân’a bakmalılar ve ondan yararlanmadan her türlü imkân ve yöntemlerini kullanarak diledikleri herkesten ve her şeyden yardım alarak ona muâraza yapmalıdırlar. Ne var ki tarih boyu inkârcı kesimler İslâm’ın temel kaynağına bu muârazayı yapamadıkları için Müslümanlarda kusur aramaya yönelmişlerdir. Evrensel ve fikri düzeyde olması gereken teolojik tartışmayı sosyal hadiselere, bireylere indirgeyerek ve sığlaştırarak sürdürmeyi yeğlemektedirler. Bu tür bir yaklaşım İslâm dini açısından fikrî planda bir muâraza sayılamaz.
Mucize terimi “bir şeyden aciz kalmak” anlamına gelen “acz” kökünden türetilmektedir. Acziyet zafiyetle eşanlamlıdır.1 Biri bir şeye ulaşamadığında2 veya bir iş birinin gücünü aştığı zaman “ondan aciz kaldı” denmesi gibi.3 Mucize, acz kökünden türetilen bir kelime olup, ism-i fâildir. Aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulamayan anlamlarına gelir. Mucize, şartlarını ve vasıflarını taşıdığı takdirde, peygamberin Allah tarafından görevlendirilmiş elçi olduğu iddiasının doğruluğuna delâlet eder.4 Söz konusu Kur’ân olunca, Hz. Peygamber’e verilen, benzeri getirilmekten aciz kalınan mucize bahis konusudur.5 Kâdî Abdulcebbâr mucizenin olağanüstü, harikulâde olması gerektiğini kaydeder. Bu, insanoğlunun benzerini yapamaması durumuna denk düşer.6
Kur’ân Mucizesi
Her nübüvvet iddiasının doğruluğuna güçlü bir delil olması gerekmektedir. Hz. Peygamber’in nübüvvetine Kur’ân delil olduğuna göre inkârın haklı bir temele oturmasının gerekliliği, inkârcıları ona muârazada bulunabilecek bir delil ortaya koymakla mükellef tutar. Nitekim şu ayet Kur’ân’ın meydan okumalarına ya teâruzda bulunma ya da tâbi olma çağrısı yapmaktadır: “(Ey Rasûlüm onlara) de ki: Eğer doğru söyleyen kimselerseniz, bu ikisinden (Musa’ya indirilen Tevrat’tan ve bana indirilen Kur’ân’dan) daha doğru bir kitap getirin Allah tarafından da, ben ona uyayım!” (Kasas, 28/49) Benzeri bir sûre getirememekle, ilâhî vahyin düşmanları ve yardımcıları aciz kalmıştır. Bu yenilgiye tarih şahitlik etmektedir. Nitekim önceki peygamberler nübüvvetlerinin doğruluğuna getirdikleri delillerle tüm muhataplarını aciz bıraktığı gibi Kur’ân ile de bu durum tekerrür etmiştir.7
Kur’ân, muhataplarına benzerini getiremeyecekleri yolunda meydan okumuş ve bu meydan okuma asırlardır sürdüğü halde buna güç yetirilememiştir.8 Şayet başarılı bir muâraza olmuş olsaydı, şüphesiz nakledeni bol olurdu.9 İlk Müslümanlar taklidî bir iman ile değil basiretleri, akılları icabı İslâm’a girmişlerdir. Onlar Kur’ân’ın meydan okumaları karşısında Arap edebiyatçılarının, hikmetli sözler söyleyenlerin susmalarına ve aciz kalmalarına tanık olmuşlardır.10 Şiddetli düşmanlıklarına ve Hz. Peygamber’in davetini iptal etmek için her yola düşkünlüklerine rağmen müşrik Araplar ve başkalarından hiç kimse muârazaya güç yetirememiştir.
1- Meydan Okumanın Dereceleri
Kureyş’in ileri gelenleri toplanıp Hz. Peygamber’e geldiler. Ondan dinini terk etmesini istediler ve aralarında birçok tartışma geçti. Rasulullah’a dininden vazgeçmesi için mal, mülk ve riyaset teklif ettiler. Hz. Peygamber bu tür bir talebinin olmadığını söyledi ve Kur’ân’ın Allah’ın vahyi olduğunu bildirdi. Bu münasebetle Hz. Peygamber’in muhatapları diledikleri herkesten yardım alabilmelerine de imkân tanınarak muârazaya davet edildi.11
Meydan okumada tedricî bir yöntem uygulanmıştır.12 Kurtubî (v. 671/1273) aşamalı bir usûlün uygulanmasının meydan okumayı edebî açıdan daha güçlü ve daha tesirli hale getirdiğini kaydeder. Bu konuda îcâzın en üstün şekli uygulanmıştır. Kurtubî bu üslûbun edebî üstünlükleri üzerinde uzun uzun durmaktadır.13 Yüce Allah müşrikleri fikrî mücadeleye çekmek ve acziyetlerini perçinlemek için böyle yapmıştır. Müşrikler Hz.Peygamber’i Kur’ân’ı uydurmakla itham ettiler. Bunun üzerine “Şayet Kur’ân bana vahyolunmamış da durum sizin iddia ettiğiniz gibi ise, edebiyat ve söz ustası olarak haydi onun benzeri bir kelâm getirin, benim güç yetirebildiğime sizin de güç yetirmeniz gerekir.” denmiştir.14
Bu yöntemin uygulanması muhatapların fikrî mücadeleye çekilmesi amacını gütmektedir. Kur’ân’ın bir dünya görüşü getirmesi, her şeyden önce belli bir inanç ve ahlâk sistemi sunması nedeniyle fikrî bir mücadele talep etmesi gayet doğaldır. Zira üzerinde düşünülmedikçe, akıl devreye girmedikçe onun üstünlüğü anlaşılamazdı. Bunun için de bu dinin mesajını sunabilmesi, asabiyet ve kuvvet yarıştırmanın fikir mücadelesine dönüştürülmesiyle mümkündür. Bu fikrî mücadeleyi sırf edebî mücadele olarak görmek mümkün değildir. Nitekim Kur’ân bunun bir edebiyat yarıştırması olmadığını şöyle ifade eder:
“Yoo” diyorlar, “(Muhammed’in bu söyledikleri) karmakarışık rüyalardan ibaret!” “Yok yok, bütün bunları kendisi uyduruyor!” “Hayır, o sadece bir şairdir!” “Peki, madem öyle, önceki (peygamberlerin mucizelerle) gönderildiği gibi o da bize bir mucize getirse ya!” (Enbiyâ, 21/5)
“Yoksa onlar: “(O, yalnızca) bir şair(dir); bekleyip görelim, zaman ona neler yapacak.” mı diyorlar?” (Tûr, 52/30)
“O halde bu iddialarında tutarlı iseler Kur’ân gibi bir söz getirsinler bakalım!” (Tûr, 52/34)
“Ve o, inanmaya ne kadar az (eğilimli) olsanız da bir şair sözü değildir.” (Hâkka, 69/41)
“De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.” (İsrâ, 17/88)
Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210)’ye göre Kur’ân’ın meydan okuması şu altı merhaleden oluşur:
1- Bütününün benzerini getirme hususunda meydan okuması.
2- On sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan okuması.15
3- Tek bir sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan okuması.16
4- Kur’ân’ın benzeri bir söz getirmeleri hususunda meydan okuması.17
5- Bütün bu dört merhalede, onlardan talebe olmama ve herhangi bir öğrenim süreci görmeme bakımından Hz. Muhammed’e denk birisinin, bu muârazayı yapmasının istenmesi.18 Yunus Sûresi’nde (10/38), öğrenim görmüş olsun olmasın müsavi olarak tek bir benzer sûre getirmek sûretiyle muârazada bulunmaya çağrı yapılarak meydan okunmuştur.
6- Geçen bütün merhalelerde, insanlardan her birine; altıncı merhalede ise insanların tümüne birden meydan okunmuş ve buna karşılık verebilmeleri için, birbirlerine destek olma imkânı da tanınmıştır. Nitekim Hak Teâlâ, “Eğer doğru söylüyorsanız, Allah’tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da çağırın.” buyurmuştur. Söz konusu ayette ifade edilen, meydan okuma merhalelerinin en sonuncusudur.19
2- Meydan Okumanın Kapsamı
Meydan okumanın tüm sûreler ile ilgili olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Acaba mucize oluş, Kur’ân’ın bütününde olduğu gibi uzun ve kısa ayetlerinde de söz konusu mudur? Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’ye (v. 324/936) göre sûrelerin uzunlukları ve kısalıklarına göre aciz bırakma miktarları farklıdır. Ona göre her sûrenin mucize oluşu Arapların benzerini getirmekten aciz kalmalarıyla ortaya çıkar. Mu’tezile’ye göre her sûre başlı başına mucizedir.20 Yunus Sûresi’ndeki (10/38) “öyleyse onun benzeri bir sûre getirin” şeklinde ifade edilen meydan okumanın Kur’ân’ın bütün sûrelerini içine alıp almadığı tartışma konusu edilmiştir. Râzî’ye göre bu ayet, Yunus Sûresi’nde yer almaktadır ve Yunus Sûresi Mekkî’dir. O halde kastedilen, Yunus Sûresi gibi bir sûrenin getirilmesidir. Çünkü kendisine işaret edilebilecek en yakın sûre budur.21 Nevar ki Râzî, Yunus Sûresini mucize olmak bakımından diğer sûrelerden ayırt eden özellikler hususunda bilgi vermemektedir. Bize göre söz konusu ayet herhangi bir sûre ile kayıtlı olmayan genel bir anlam ifade etmektedir. Bu durumda i‘câzın Kur’ân’ın her sûresinde eşit olması gerekir. Zira Allah, ahiret nübüvvet ilkeleri tüm sûrelere aynı düzeyde içkindir. Hiçbir sûre Kur’ân’ın bütününden kopuk değildir. Her sûre bir taraftan bütünün özünü, rûhunu içerirken diğer yandan bir diğerini anlam olarak tamamlar ve daha açık hale getirir. Meydan okumayı nazma bağlayanlar da en küçük sûrenin bile nazım bakımından benzerinin getirilemeyeceği kanaatindedirler. Zuhaylî, Arapların en büyük meziyetinin şiir, nesir ve hitabet olduğundan bahsettikten sonra bununla beraber en küçük sûresinin bile bir benzerini getiremediklerini kaydeder.22
Âmidî’ye (v. 631/1233) göre Kur’ân’da eşsiz nazım, fevkalade ifade gücü ve manaları bakımından mucize olmayan ayet yoktur. Rabbin sözü ile insan sözü arasında açık fark vardır.23 Manaları bakımından mucize olmayan ayet olmadığını kabul edersek bu anlamları içeren nazmın mucize oluşu da kabul edilebilir. Meşhur tabire göre, “Lâfızlar mânanın kalıplarıdır.” Zira fesahat bakımından yüksek olsa bile anlam yönünden düşük ifadeler diğer yöndeki değerini de önemli ölçüde yitirmektedir. Mucize olmak için sûrelerin uzun olma şartı da yoktur. Üç ayet olan Kevser Sûresi de en uzun sûre olan Bakara Sûresi de mucizedir.24 İbn Hazm’a (v. 456/1064) göre azı olsun çoğu olsun Kur’ân bütünüyle mucizedir ve bu hilafı doğru olmayan hakikattir.25 Zira Kevser’de Bakara’daki ilah anlayışı vardır. Kur’ân’ın bütününde olan mükemmel ilah anlayışı en küçük sûresinde de ifadesini bulur. Bütüncü bir yaklaşımla ele alındığında Kur’ân’ın her teriminin bütün içerisinde bir yeri vardır. Bütünden doğan izafî anlamları bulunur. Kur’ân’ın bir sûresine muârazada bulunmak, bütününe muârazada bulunmak gibi güçtür. En kısa sûre ihlâs sûresidir. Bu sûrede Allah tasavvuru en özlü biçimde ifadesini bulmuştur.
a- Allah’ın Korumasıyla (Sarfe) Meydan Okuma
Kur’ân-ı Kerîm’in meydan okumasını en genel açıdan taksim edersek iki türden bahsedebiliriz:
1- Kur’ân’ın umumî olarak meydan okuması.
2- Kur’ân’ın hususî olarak meydan okuması.
Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm, felsefecilere, dâhilere, âlimlere, hikmet sahibi kişilere, Arap olan olmayan, beyaz-siyah, mü’min-kâfir, hiçbir istisnada bulunmaksızın tüm insanlığa mucize olarak gelmiştir. Nitekim Kur’ân (İsrâ, 17/88) bunu ifade etmektedir.
İkincisi, Kur’ân’ın Araplara mahsus meydan okuması ki, bu daha dar çerçevede ele alınırsa, onların içinden Kureyş müşriklerine karşı bir meydan okumadır.26
Gazâlî mucizeyi hissî, aklî ve hayalî olarak üçe ayırdıktan sonra, yaratılmış tüm varlığın binanın inşa edenine, yazının kâtibine delâlet ettiği gibi şahitlikte bulunduğunu söyler.27 Haberî mucizeleri aklî mucizelerden ayrı bir tasnife tabi tutmak da mümkündür.28 Bu tasniflere işaret ettikten sonra Kur’ân’ın bazı meydan okumaları üzerinde madde madde durmak istiyoruz. Bu meydan okumaların en meşhuru, en çok anılanı şüphesiz Kur’ân nazmının eşsiz edebî gücüdür.
b- Nazımla Meydan Okuma
Fahreddin er-Razî Kur’ân’ın asıl i‘caz vechinin, onun fesahati olduğunu söyler. Sonra da diğer görüşleri şöyle sıralar: b-üslûbu, c-tenakuzun bulunmaması, dilimleri ihtiva etmesi, e-sarfe, f-gayb haberlerini kapsaması. Ancak kendisinin ve âlimlerin çoğunun tercihinin fesâhat yönü olduğunu da kaydeder.29 Nesefî, Kur’ân’ın güzel nazım belagat ve edebî açıdan benzerinin getirilemeyeceği kanaatindedir.30 Şayet i‘câz sarfe yoluyla olsaydı belagat açısından zayıf olduğunu kabul etmek durumunda kalırdık. Şayet ona muarız bir metin ortaya konabilseydi İmrii Kays, Alkame, Amr b. Kulsûm metinleri gibi meşhur olurdu. Kur’ân’ın lügavî güzelliği i‘cazın zirvesine ulaşmıştır. Şayet Kur’ân’a insan sözünden bir şey bulaşsa, okuyanın dil zevki bozulur, dinleyenin kulağındaki ahenk heder olur. Bu lügavî güzellik ve ses ahengi bir yandan Kur’ân’ın i‘cazını gösterirken diğer yandan onun korunması için çok güçlü bir kalkan görevi üstlenmesi hayranlık uyandırıcı hususlardır.31
c- Kur’ân’ın Bilgiyle Meydan Okuması
Kur’ân-ı Kerîm, özellikle içerdiği bilgilerle meydan okur, nitekim bir ayette şöyle denmektedir:
“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)
Diğer bir ayette de şöyle buyruluyor: “Çünkü yaratılmış varlıkların idrakini aşan şeylerin anahtarları O’nun katındadır. Onları Allah’tan başka kimse bilemez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir; bir yaprak düşmez ki O bundan haberdar olmasın ve ne yeryüzünün derin karanlığında bir habbe ne de canlı veya ölü hiçbir şey yoktur ki (O’nun) apaçık fermanında kaydedilmiş olmasın.” (En‘âm, 6/59)
Kur’ân’da öyle ayetler vardır ki anlamı itibariyle o kadar derin ve yeni boyutlar verir ki, bunlar, günümüze ve sonraki nesillere de meydan okumak için söylenmişlerdir. Kâinatın kanunları ve yaratılışla ilgili Kur’ân’ın indiği dönemde insan aklının onları tam olarak anlamak için yeterli bilgi birikimine sahip bulunmadığı hususlara gelelim. Mesela yerin küreye benzer oluşu, yeryüzünü çevreleyen atmosfer, embriyo anından itibaren ana karnında ceninin geçirdiği evreler, yerin kendi ekseni etrafında dönmesi, zamanın nispî oluşu gibi hususlardan ve kâinata dair temel kanunların bazılarından Kur’ân bahsetmiştir. Her nesil kendi birikimi nispetinde onlardan bir şeyler anlar.32
Şu ayet-i kerimeler de aynı kategori içinde değerlendirilmektedir:
“Rüzgârları da aşılayıcılar olarak gönderdik. Gökten su indirdik de onunla sizi suladık; yoksa siz onu toplayıp depolayacak değilsiniz.” (Hicr, 15/22)
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Nebe’, 78/6-7)
“İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ, 21/30)
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise oradaki, (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ, 21/32)
“O odur ki, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yarattı. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Enbiyâ, 21/33)
“Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml, 27/88)
“Ne Güneş Ay’a yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Yâsîn, 36/40)
“Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar).” (Hadîd, 57/25)
Daha burada sayılabilecek pek çok ayet bulunmaktadır. Ancak makale boyutunu aşmamak için bu kadarıyla yetinmek istiyoruz. Bu ayetler Kur’ân’ın indiği dönemlerde bilinmeyen ve bilimin yeni keşfettiği bilgileri de içermektedir.
d- Allah Tasavvuruyla Meydan Okuma
Kur’ân şirki ortadan kaldıran tek Tanrı anlayışını ortaya koyması bakımından mucizedir. Kur’ân tevhid, vahiy, nübüvvete iman ve emir-yasak koymasıyla meydan okumaktadır. Kur’ân bu zikredilen konulara bağlı olarak gayb haberleri de vermektedir.33 Kur’ân tevhid ilkesini her türlü noksanlık, yaratılmışlık ve ortaklıktan uzak tutmuştur. Mutlak anlamda vahiyden faydalanmadan Kur’ân’da mükemmel niteliklerle anlatılan Allah inancının yerini dolduracak bir inanç ortaya konabilir mi? Kur’ân Allah’ın, isim ve sıfatlarını anlatması bakımından da mucizedir. O’nun vahdâniyetinin ve sıfatlarının anılması, insan gönlünü fetheden bir mucizedir.34
Bizce Kur’ân’da anlatılandan daha mükemmel bir Allah inancı ortaya konulamaz. Böyle bir iddianın hiçbir ilâhî kaynaktan ilham almadan ve Kur’ân’ın terimleri yerine tamamen bambaşka ve özgün terimlerle bunu başarabilmesi şarttır. Dil ve üslûp bakımından âciz bırakma yalnızca o dili iyi bilenler tarafından anlaşılabileceği ortadadır. Hâlbuki Kur’ân’ın anlatıları arkasında bir meydan okuma olduğu ve bu meydan okumalarla yarışılamadığı tüm insanlar tarafından sezilmektedir. Basit bir soru soralım: “Hayatın gayesi nedir?” Kur’ân’a bakıldığında bu sorunun cevabı açıktır. Herhangi bir muâraza girişiminin mesela böyle bir soruya daha makul, daha kabul edilebilir bir cevap vermesi, bunu da belli bir sistem içerisinde sunması gerekir.
e- Hak Dini Getirmekle Meydan Okuma
Kur’ân, Hak Dini getirme iddiasıyla tüm dinlere meydan okur. Bu meydan okuma, tüm dinleri teker teker inceleyerek sonuca varmayı gerektiren ve pratikte pek mümkün olmayan bir usûl önermemektedir. Takip edilmesi gereken şu basit, uygulanabilir merhalelerdir:
1- Dinler kaynağını Allah’tan (Yaratıcı) alıyor mu almıyor mu? İncelenmelidir.
2- İlâhî kaynaklı ise tahrif, tebdil, tağyir yoluyla yabancılaşmaya uğramış mıdır?
3- Mutlak irade, kudret, ilim gibi kemal sıfatlarla nitelenen tevhid anlayışı taşıyor mu?
4- İnananlara varoluşun mana ve hikmetini anlatıyor mu? Ahlâk ve erdemleri hedefliyor mu? Dünya ve ötesine ilişkin uyumlu, makûl gaybî ve şuhûdî ilkeler sunuyor mu?
f- Ahiret Anlayışı ile Meydan Okuma
Kur’ân’ın getirdiği sistemin en önemli ikinci esası da ahiret inancıdır. Dünya ve ötesini ahiret inancı bütünleyerek anlamlandırmaktadır. Kur’ân, terimlerinden hiç yararlanmadan dünya ve ötesini açıklayabilecek daha makul, daha tutarlı ve daha güvenli bir sistem bulunamayacağı konusunda da meydan okumaktadır. Dünyada ahiret inancını dışarıda tutarak ondan hiç faydalanmadan daha üstün bir ahlâk nazariyesi geliştirilebilir mi? Özelde insanın, genelde evrenin bâki kalmasını garantileyecek bir kuram geliştirip, pratikte de bu hayata geçirilirse, o vakit muâraza yapılabilmiş sayılacaktır. Herhangi bir fikrî sistemin muârazada bulunabilmesi için, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e uzanan nübüvvet zincirinin benzeri bir geleneğe de sahip olması gerekir.
g- Gayb Haberleriyle Meydan Okuma
Kur’ân’da geçmişe ve geleceğe ilişkin haberlerin bulunması onun bir başka i‘câz yönünü oluşturur. Gaybdan verilen haberler mucize niteliğindedir.35 Mâtürîdî Kur’ân’ın mucize oluşunu gayb haberleri ile ilişkilendirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan hadiselere ve ihtiyaçlara ait hükmün açıklaması vardır; ta ki onun gaybı ve ebediyete kadar olacak şeyleri bilen zâtın nezdinden geldiği anlaşılmış olsun. Yine Kur’ân’da, ileride ülkelerin fethedileceği ve Cenâb-ı Hakk’ın İslâmiyet’i diğer din mensupları arasında yayacağı ve tarihte vuku bulmuş olaylara dair haberlerin beyanı vardır.36 Kur’ân’ın tahrif edilemeyeceği, Hz. Peygamber’in düşmanlarına karşı korunacağı, Bedir Gazvesi’nde Müslümanların galip geleceği, Müslümanların Mescid-i Harâm’a girecekleri ve Mekke’yi fethedecekleri önceden haber verilmiş, zaman içinde bu haberler aynen gerçekleşmiştir.
Bâkillânî’ye göre Kur’ân’ın i’câzı şu açılardan ele alınabilir:
1-İnsan bilgisinin ulaşması için bir yol olmayan gaybdan haber vermesi. Allah’ın Rûm’un galip geleceğini haber verip, Hz. Ebûbekir’in bahse girmesi ve Allah’ın vaadinin doğru çıkması gibi.37
2-Önceki peygamberler ve milletlerinin hadiselerini haber vermesi. Kur’ân’da bu hadiseler onlara şahit olan ve bu hadiseleri yaşayan birinin haber vermesi gibi haber verilir. Hâlbuki Hz. Peygamber Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu gibi “daha önce kitap okumayan ve yazmayan” birisidir.38
h- Evrensellik
İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in Kur’ân mucizesi ile diğer peygamberlerin mucizeleri arasında fark vardır. Hz. Peygamber’in sadece Kur’ân’da binlerce mucizesi vardır. Bu mucizeler daimidir, tüm zamanlara ve tüm insanlara hitap eder. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise belli bir sayı ve zaman-mekân ile sınırlıdır. Bu elçilerin ahirete intikalleri ile birlikte birer haber olarak nakledilmişlerdir. Bu haberlere de yine Kur’ân şâhitlik etmektedir.
i- Hz. Peygamber’in Ümmîliğiyle Meydan Okuma
Kur’ân vahyinin tebliğcisi Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediği, doğup büyüdüğü çevrenin de teknik ve kültür seviyesinin düşük olduğu hususu hem tarihî ve sosyolojik bir gerçek hem de Kur’ânî bir delil konumundadır. Hz. Peygamber daha önceden ilâhiyât ve nebeviyât ile meşgul olmadığı halde, bu konularda en doğru bilgileri ihtiva eden Kur’ân’ı insanlara tebliğ etmiştir.39 Kaldı ki, Eski Ahit ile Yeni Ahit (Tevrat, İncil) içeriğini inceleyen biri, ardından Kur’ân’ın anlattığı peygamberler kıssalarını ve geçmiş toplumların tarihini inceleyecek olsa, birbirinden çok farklı olduğunu görecektir. Ahitlerde yanlışlıklar ve çarpıtmalar vardır. Bunlar, Allah’ın peygamberlerine yönelik korkunç iddialar içermektedir. Kur’ân, peygamberlere isnat edilen çirkin yakıştırmaların asılsızlığını ilan eder.
j- Mübâhale ile Meydan Okuma
Hz. Peygamber’in vasıfları geçmiş semavî kitaplarda da zikredilmiş ve kendisi Ehl-i Kitap ile fikrî tartışmada bulunmuştur. Kitap ehli helak edilmelerinden endişe ettikleri için (haklı olduğunu bildikleri) Peygamber’i apaçık inkâr edememişlerdir. Hatta Resûl-i Ekrem Ehl-i Kitab’ı “Haksız olan kahrolsun!” (mübâhele) duasına çağırmış; Yahudileri “Eğer haklı olduğunuza inanıyorsanız ölümü isteyin.” (Bakara, 2/94), Hıristiyanları da “Geliniz bizim oğullarımızı ve sizin oğullarınızı yanımıza alıp birlikte dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.” (Âl-i İmrân, 3/61) şeklinde mübâheleye davet ederek meydan okumuştur. Hz. Peygamber’in mucizelerinden biri de muârızlarının korkusundan emin olduğunu ve Allah’a güvendiğini ilân etmesidir.40 Şu ayetler bunu ifade etmektedir: “De ki! Ortaklarınızı ve yardımcılarınızı çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın.” (A’râf, 7/195), “Allah seni insanlardan korur.” (Mâide, 5/67)
k- Orijinallikle Meydan Okuma
Kur’ân vahyi, okuma yazma ve kayda geçirme imkânlarının çok sınırlı olduğu bir dönemde ve bir coğrafyada ortaya çıkmasına rağmen -diğer ilâhî kitapların aksine- tahrife mâruz kalmayıp aslî hüviyetini korumuş, ayrıca bu husus Mekkî bir sûrede şöyle haber verilmek suretiyle asırlar boyu sürecek bir gerçek önceden ortaya konulmuştur: “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) İlâhî mesajın insan müdahalesine, tahrife uğraması önemli bir sorundur. Kur’ân bunu şöyle ifade eder: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular.” (Mâide, 5/13)
İnciller, kim oldukları bilinmeyen rivayetçilerin haberleridir. Markos İncili’nin yazarı kesin olarak bilinmemektedir. Luka ise tam tanınabilmiş değildir. Yuhanna İncili’nin ne zaman yazıldığı konusunda Hıristiyan ilim adamları söz birliği edememişlerdir.41 Üstelik Hz. İsa ve Havariler Yahudi oldukları ve İbranice konuştukları halde bugünkü İncillerde İbraniceden eser yoktur.42 Elimizde İncillerin İbranice asıllarının olmaması, tercümeleriyle kıyaslamamızı imkânsız kılmaktadır.43 Bu yüzden İncillerin tercümesinin ne derece aslî metnine sadık kaldığının anlaşılamaması ayrı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinlerin esası tevhid olduğu halde İncil’de teslis inancının yer alması, onun tahrif edilmiş olduğunun da bir delilidir.44
Sonuç
Kur’ân’ın meydan okumalarını nazmıyla ya da başka bir yönüyle sınırlandırmak doğru değildir. Kur’ân incelendikçe meydan okumalarının çokluğu ve bir sayı sınırı konamayacağı keşfedilmektedir. Kur’ân varoluşa ve hayata en geniş perspektiften anlam yüklerken, insanlık için makro planda bir gelecek vizyonu da vermektedir. Kur’ân’daki başta Allah ve O’na bağlı ahiret anlayışı kendinde karşı konulamayan meydan okumalardır. Kur’ân’da anlatılandan daha mükemmel bir Allah tasavvuru ve ahiret anlayışı ortaya konulamayacağı kanaatindeyiz. Alternatif bir teşebbüsün hiçbir ilâhî kaynaktan ilham almadan ve Kur’ân’ın terimleri yerine tamamen bambaşka ve özgün terimlerle bunu başarabilmesi şarttır. Kur’ân’ın dil ve üslûp bakımından emsalinden âciz bırakması, yalnızca o dili iyi bilenler tarafından anlaşılabileceği için sınırlı bir meydan okumadır. Hâlbuki Kur’ân’ın anlatıları arkasında meydan okumaların bulunduğu ve bu meydan okumalara tarih boyunca karşı konulamadığı görülmektedir.
Kur’ân bize; değişmez, zaman üstü iman ve ahlâk ilkeleri sunarak muayyen, muhkem bir istikrar çerçevesi sunar ve dinamik insan bilgisi karşısında sürekli savrulmamızı önler. Her yeniçağa hitap eden mesajlarıyla da statikliği kıran bir dinamizmi kendi içinde barındırır. İnsan bilgisinin sürekli değişim ve gelişim göstermesinin her ne kadar pek çok müsbet yönleri olsa da, taban aldığımız bilgilerin yanlışlanabilir olması, zaman zaman da altımızdan çekilerek zemin kaybetmemiz istikrarsızlığa neden olmaktadır. Geçmişe doğru uzun bir periyottan tarihe bakarsak insanların hayatlarını tamamen bu değişen bilgilere teslim etmelerinin yanlışlığını fark etmemiz kolaylaşacaktır. Kur’ân, aklın reddetmediği zaman üstü ilkeler ve karşı konulamayan meydan okumalarla doludur. Kur’ân’ın ne olduğu ve neleri getirdiği ne kadar iyi anlaşılırsa, buna paralel olarak meydan okumalarını sürdürdüğü de daha iyi fark edilecektir.
DİPNOTLAR
1) İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, Beyrut, 1997, V/570; er-Râzî, Muhammed b. Ebî Bekir, Muhtâru’s-sıhâh, thk. H. Mahmut, Beyrut, 1995, I/174.
2) İbn Fâris, Ahmed, Mu’cemu mekâyîsi’l-luğa, thk. A. M. Hârûn, Beyrut, 1979, IV/232.
3) Zemahşerî, Cârullah Mahmûd b. Ömer, Esâsu’l-belâğa, thk. M. Bâsil, Beyrut, 1998, I/636.
4) Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî, et-tenebbuât ve’l-mucizât, thk. M. Muhammed Kâsım, Tâhâ Hüseyin, y.y. t.y. 168; a.mlf. Şerhu usûli’l-hamse, thk. Abdülkerim Osman, Kahire, t.y. 568.
5) el-Begavî, Ebû Muhammed, Tefsîru’l-begavî, thk.A. Halit, S. Mervân, Beyrut, 1987, I/56.
6) Kâdî Abdulcebbâr, Muğnî, XV/202-203.
7) Taberî, Muhammed b. Cerîr, Camiu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân, Abdullah et-Türkî, Kahire, 2001, 1/396.
8) Gazzî, Muhammed b. Muhammed, el-İtkân, thk. H. Arabî, el-Fârûk el-Hadîse, Kahire, 1415, 11/312.
9) Âmidî, Seyfüddin, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, thk, S. Cemîlî, Beyrut,1404, 352.
10) Bâkillânî, Ebûbekir, İcâzu’l-kur’ân, thk. Ahmet Sagr, Kahire, t.y. 25.
11) Ebû Hayyân el-Endelüsî, Bahru’l-muhît, thk. A. M. Muavvaz, A. Ahmet, Beyrut, 1993, 75-77.
12) Beyzavî, Kâdî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, (Mecmûa mine’t-tefâsîr içinde), Beyrût,1901, III/308.
13) Kurtubî, Ebû Abdillah, el-Cami‘li ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, 1372 h. I/77. ,
14) Zemahşerî, Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf an hakâiki gavâmizi’t-tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl, thk. A. Ahmet, A.M. Muavvaz, Riyad, 1998, III/187.
15) “Onu (Kur’ân’ı) (Muhammed’in kendisi) uydurdu!” diyorlarsa, (onlara) de ki: “Madem öyle, doğru sözlü kimselerdensiniz, o zaman, onunkilerle aynı değerde insan zihninden çıkma on sure getirin (de görelim); hem (bu iş için) Allahtan başka kimi (yardıma) çağırabilirseniz çağırın.” (Hûd, 11/13)
16) “Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin. Allah’tan başka bütün şâhid (yardımcı)larınızı da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın).” (Bakara, 2/23)
17) “Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler.” (Tûr, 52/34)
18) “Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!” (Yunus, 10/38)
19) Râzî, Mefatîhu’l-gayb, XVII/102; Bkz. Gazzî, el-İtkân, II/312.
20) Bâkillânî, a.g.e. 254-255.
21) Râzî, Mefatîhu’l-gayb, XVII/101.
22) Vehbe ez-Zuhaylî, et-Tefsîru’l-münîr, Beyrut, 1991, I/101.
23) Âmidî, a.g.e. 351.
24) Zerkeşî, Bedrüddîn, el-Burhân fî ulûmi’l-kur’ân, thk. M. Ebu’l- Fadl, Lübnan, t.y. I/264; İbn Kesîr, Tefsîru’l-kur’âni’l-azîm, Beyrût, 1401, 1/63.
25) İbn Hazm, el-Fasl, III/19.
26) Sâbûnî, a.g.e. 141.
27) Gazâlî, el-Maznûn bihi alâ gayri ehlihi, (Mecmuatü’r-resâili’l-Gazzâlî içinde), Beyrut, t.y. 103.
28) Bulut, Halil İbrahim, Mûcize ve Peygamber, İstanbul, 2002, 57.
29) Râzî, Mefatîhu’l-Gayb, XVII/203.
30) Nesefî, Ebu’l-Berekât, Medârikü’t-Tenzil ve Hakaiku’t-Te’vil, (Mecmû’a mine’t-tefâsîr içinde) Beyrût, 1901, IV/69.
31) Sâbûnî, a.g.e. 161.
32) Şarâvî, Muhammed Mütevellî, Kur’an Mucizesi, çev. Sait Şimşek, Konya, 1993, 33-34, 175.
33) Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-kadîr, Beyrût, t.y. I/53.
34) Ebû’s-Suûd, İrşadu’l-akli’s-selîm ilâ mezâye’l-kur’âni’l-kerîm, Beyrût, t.y. IV/20.
35) Zerkânî, Muhammed b. Abdülazîm, Menâhilü’l-irfân fi ulûmi’l-kur’ân, Beyrut, 1996, II/267.
36) Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitabu’t-tevhid, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara, 2003, 238-239.
37) Bkz. Beyzâvî, Kâdî, Envâru ’t-tenzîl ve esrâru ’t-te’vîl, thk. A. Kadir Arafât, Beyrût, 1996, IV/326; Taberî, Muhammed b.Cerir, Câmiu’l-beyan, Beyrut, 1405, XVIII/21; Ebû’s-Suûd,
İrşadu’l-akli’s-selîm ilâ mezâye’l-kur’âni’l-kerîm, Beyrût, t.y. VII/49; Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Sadeleştiren: Komisyon, İst. t.y. VI/236-237.
38) Bkz. Şûrâ, 42/51-53.
39) Gölcük, Ş. Toprak, S. Kelâm, Konya, 2001, 376.
40) Mâtürîdî, Kitabu’t-tevhid, 238-239.
41) Ebû Zehrâ, Muhammed, el-Muhadarât fi’n-nasraniyye, Kahire, 1966, 52, 57.
42) Ahmed, Mithad, Müdâfaya Mukabele Mukabeleye Müdâfaa, İstanbul, 1300, 484.
43) Ebû Zehrâ, a.g.e. 48.
44) el-Hatib, Âbdülkerim, el-Mesîhfi’l-Kur’ân, Beyrut, 1976, 16.