Hem affedilmeye hem de affetmeyi bilmeyi öğrenmeye ne kadar çok ihtiyacımız var. Özellikle yaşadığımız şu zaman diliminde.
Dünya tam bir şiddet arenasına döndü. Konuşarak artık hiçbir şeyi halledemiyoruz ve konuşmayı, anlaşmayı, barışmayı bir kenara koyarak hatta neredeyse hiç denemeyerek, kısa yoldan aramızdaki husumetin hal çaresine bakıyoruz.
Çözümde hemen şiddete yönelerek, korkutmak, baskı kurmak, olmadı vurmak, kırmak ve kolayca en son ve en acımasız çözüm şekline ilk önce başvurmak, yani bir haşereyi yok edercesine insanları yaralamak veya öldürmek…
İçimizdeki vahşilik, kin ve nefret dürtüsü öfkelerimizi bütün güzel duygularımızın üzerine taşıyor ve bizler vahşi hayvanlardan daha vahşice bir görünüme bürünüyoruz.
İnsanlığımızı tabir yerinde ise unuttuk. Hâlbuki bize karşı işlenen suçları affetmek, affedebilmek en büyük erdem ve insan olarak bize bu tavır ne kadar da yakışıyor.
Çünkü bizler akıl denen bir büyük nimetle şereflenmişiz. Hayvanlardan farkımızı ortaya koyamadıktan sonra akıl ne işe yarıyor. Rabbimiz’in üflediği mucize bir ruhu, çok kıymetli bir gönül cevherini bedenimizde taşıyoruz. Bu dünya hayatı bizim için geçici olsa da sonsuz âlemde sonsuz bir yaşam için var edilmiş ebediyet yolcularıyız. Peygamberler gelmiş, bizlerin Allah katındaki değerini hatırlatmaya… Bu nedenle ahirette bizlere vaad edilmiş nice cennetler var insanız diye.
Evet, insanlığımızı unuttuk bir kenara koyduk, vahşi hayvanlar gibi sorunlarımızı dişlerimiz ve pençelerimiz ile çözüyoruz… Hâlbuki Allah bize ne sırtlanlar gibi ısıracak keskin dişler ne de aslanlar gibi parçalayacak sivri pençeler vermiş...
Maalesef ki insanoğlu şerefli bir varlık ama şerefinin hakkını veremiyor. Hâlbuki yaratılmışlar içinde yaradan Rabbi’ne en çok o benziyor. Allah’ın isim ve sıfatları en çok insan denen varlıkta tecelli etmiş. Allah’ın ahlakıyla ahlakını bezemek en çok ona yakışıyor ama o bu şerefi ayaklar altına alıp vahşi hayvanların derecesine düşürüyor kendisini.
Peki, bu şerefin hakkını nasıl verebiliriz, bu şiddet sarmalından öfke ateşinden kendimizi nasıl çıkarabiliriz derseniz, bu konuyla alakalı olarak Kur’ân ve hadis-i şerifleri merkeze koyarak şöyle tefekkür edebiliriz:
Bizler yeryüzünde Allah’ın halifeleriyiz. Yani yüce Rabbimiz’i temsil makamında duran en kıymetli varlıklarız. O zaman Kur’ân-ı Kerîm’e bakarak Rabbimiz’i tanımalı ve öncelikle ahlakımızı O’na benzetmeye çalışmalıyız. Mesela her işin başında okuduğumuz besmeledeki Rahman ve Rahim isimlerini hatıra getirerek ilişkilerimizde daha çok merhamet ahlakı öne çıkarmalıyız.
Annelerdeki sevgi ve merhameti görüp, buradan Rabbimiz’in merhametine bir empati kurarak birbirimize bu sevgi ve merhametle yaklaşmalıyız. Yani Rabbimiz’in kullarına ve yarattığı tüm mahlûkata karşı sevgisi, şefkati, merhameti, cömertliği, affediciliği bizim örnek alacağımız ahlakımız olmalı. O’nun isim ve sıfatları mademki en çok bizlerde tecelli etmiş, o zaman Kur’ân’da ahlakına şahit olduğumuz Rabbimiz’e kendi boyutumuzda en çok insan olarak bizler benzemeye çalışmalıyız.
Mesela Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allah çok affedendir, çok bağışlayandır.” (Hac, 22/60; Mücâdele, 58/2) buyrulmuştur. Biz de bağışlayıcı olmalıyız ve mümkün mertebe bize karşı kötülük ve haksızlık edeni cezalandırmaktan vazgeçip bağışlamayız.
“De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53) ayetinde en büyük günahları bile affeden Rabbimiz’in merhameti bizlere yol gösterici ışık tutucu olmalı.
Bütün günahkâr kullar gibi şüphesiz ben de bu ayeti çok severim. Affa en çarpıcı şekilde vurgu yapan ve kapsamını en geniş tutan ayettir bu ayet. Nitekim çok büyük günah işleyenlerin bile ümitsizliğe düşmeyerek tövbe edip Allah’a yönelmeleri gerektiğini bu ayet çok güzel hatırlatır. Bizler aciz varlıklarız, hatalar, günahlar bu dünyada yakamızı bırakmaz, zira beşer olarak bizlerin tamamen kaçması, sakınması mümkün olmayan şeylerdir bunlar. Bu imtihan ve hikmet yurdunda yapılacak iş, elden geldiğince hata ve günahlardan sakınmak ama tamamen kaçamayacağımız bilinciyle de tövbeyi, istiğfarı dilimizden ve gönlümüzden bırakmamaktır.
Sonra şöyle kendimize bakıp bizler ne kadar Allah’ın affına muhtaç isek bize karşı işlenen suçlara da aynı tavırla yaklaşıp affedici olmalıyız. Affedelim ki affa layık olalım. Nitekim bakın Rabbimiz, Efendimiz’e (s.a.v.) ve onun şahsında bizlere neyi tavsiye ediyor: “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199)
Bu ayet nazil olduğu zaman Peygamberimiz kendisine vahiy getiren Cebrail aleyhisselama:
— Bu nedir, diye sordu.
Cebrail aleyhisselam:
— Allahu Teâlâ, sana haksızlık edeni bağışlaman, sana vermeyene vermen ve seninle ilgisini kesenlerle ilgilenmeni emrediyor, dedi.1
Dikkat edilirse ayette özellikle, insanlarla olan ilişkilerinde hoşgörülü affedici ol, yani bu baskın özelliğin olsun, deniyor.
Sonra ma’rufu yani dinin ve aklın iyi güzel olduğuna hükmettiği her şeyi insanlara emret, sonra da düşünmeden hareket eden, usul ve âdab bilmeyen cahillerden yüz çevir. Cahillerin ahmakça sözlerine karşılık dahi verme denilerek insanlarla sosyal ilişkiler kısaca özetleniyor.
İbn Abbas (r.a.) şöyle bir olay naklediyor:
Uyeyne ibn Hısn bir ara Medine’ye gelmiş, kardeşi oğlu Hurr ibn Kays’a konuk olmuştu. İbn Kays ise Hz. Ömer’in yakın adamlarındandı. Hz. Ömer’in meclisinde genç, yaşlı birtakım kurra ve fakihler bulunurdu. Halife önemli kamu işlerini bunlarla görüşür ve tartışırdı.
Uyeyne kardeşi İbn Kays’a: “Ey kardeşim oğlu, halifenin yanında yüksek mevkiin var. Benim için bir izin alsan da ziyaret etsem, dedi. O da izin aldı. Uyeyne huzura girdiğinde, halifeye hitaben:
—Ey Ömer, bize ne bol dünyalık verirsin ne de aramızda adaletle hükmedersin, dedi.
Hz. Ömer, kendisine bu şekilde hitap edilmesinden öfkelenerek Uyeyne’nin üzerine yürüdü. Bu sırada, kardeşi oğlu İbn Kays araya girerek:
“Ey müminlerin emiri, Allah Teâlâ Peygamberi’ne:
“(Ey Muhammed) halkın kusurlarını affet, ma’ruf ile emret, kendini bilmez cahillerden de yüz çevir.” buyurdu. Uyeyne de o cahillerdendir, dedi.
İbn Abbas diyor ki: İbn Kays bu ayeti okuyunca o heybetli halife olduğu yerde çakılmış gibi irkildi, vallahi bir adım ileri gitmedi.2
Hayatı Kur’ân olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) ahlakını incelediğimizde hep af ve hoşgörü yolunu tuttuğunu görüyoruz. Hz. Aişe (r.anha) şöyle diyor: “Peygamberimiz kendisi için intikam almazdı. Ancak Allah’ın yasaklarına uyulmadığında uymayanları cezalandırırdı.3
Şunu da belirtelim ki İslam’da bir insan, kendisine yapılan kötülüğe aşırı gitmemek kaydıyla karşılık verebilir. Bu onun hakkıdır. Bu hakkı kullandığı için kınanmaz da, ama bu hakkını kullanmaz da af yolunu tutarsa onun için büyük bir fazilet büyük bir erdem olur. Nitekim “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40) ayeti bu gerçeği ifade eder.
Mekkeli ileri gelenlerin, İslamiyet’in doğuş dönemlerinde Peygamberimiz’e neler çektirdiği malumdur. Hakaretin her türlüsünü yaptılar, alay ettiler, en sonunda ölümle tehdit ettiler ve hatta öldürmeye azmettiler.
Gün geldi Mekke fethedildi ve Peygamberimiz intikamını alabileceği bir fırsatı ele geçirdi.
İşte o gün Efendimiz (s.a.v.):
—Ey Kureyş topluluğu, şimdi size ne yapacağımı, nasıl davranacağımı sanırsınız, diye sordu. Onlar hep bir ağızdan:
—Hayır, umarız, sen iyi bir kardeş, cömert ve şerefli bir kardeş oğlusun, dediler.
Peygamberimiz:
—Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size; “Bugün sizi sorgulamak yok, haydi gidiniz serbestsiniz.” diyorum buyurdu.4
Taif’te başına gelenleri bir hatırlayın. Taif halkını uyarmak ve onları doğru yola davet etmek için kendisine ilk inananlardan Zeyd b. Hâris’i yanına alarak Taif’e gitti ve orada başına gelmedik kalmadı. Taifliler Kureyş’in cefasını aratmayacak bir eza ve cefayla Efendimiz’e (s.a.v.) muamelede bulundular. Bütün bunlara rağmen Efendimiz oradan mahzun ve üzgün bir şekilde ayrılırken beddua etmedi, dua etti. Bu dua gün geldi makes buldu, Taif halkı Müslüman olup İslam’a hizmet ettiler.
Bununla alakalı sayısız örnekler var:
Peygamberimiz arkadaşları ile birlikte Necid Savaşı’ndan dönüyordu, yorulmuşlardı. Ağaçlı bir vadiye geldiklerinde kuşluk vakti olmuştu. Burada konakladılar. Askerler ağaçların altında gölgelenmek için dağıldılar. Peygamberimiz bir Semüre ağacının dalına kılıcını astı ve uyuya kaldı. O esnada bir bedevi bu durumdan yararlanarak Peygamberimiz’in kılıcını kınından çekmiş ve Peygamberimiz’e hücum etmişti. Tam bu sırada Peygamberimiz uyanmış, bedevînin elinde kılıçla üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi bağırdı:
—Ey Muhammed! Şimdi seni elimden kim kurtarır, dedi. Peygamberimiz hiç tereddüt etmeden:
—Allah kurtarır, dedi. Bu cevap karşısında Bedevî’nin elindeki kılıç yere düştü. Kılıcı alan Peygamberimiz Bedevî’ye:
—Seni benden kim kurtarır, dedi. Bedevî:
—Cezalandıranların hayırlısı ol, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
—Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şahitlik eder misin, yani “Lâilâhe İllallah Muhammedün Rasûlullah” der misin buyurdu. Bedevî:
—Hayır, fakat sana karşı savaşmamak ve savaşanlarla beraber olmamak hususunda sizinle anlaşma yapabilirim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz onu salıverdi. Bedevî arkadaşlarının yanına gelince onlara:
—İnsanların hayırlısının yanından geldim, dedi ve Peygamberimiz’in hoşgörüsünü ifade etti.5
Enes ibn Mâlik (r.a.) anlatıyor:
Peygamberimiz’le beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından sert yakalı ve kalın bir cübbe vardı. Bir bedevî ona ulaşarak cübbesinden kuvvetlice çekti. Peygamberimiz’in ensesine baktım ki, bedevînin kuvvetli çekişinden cübbenin sertliği oraya iz bıraktı.
Bedevî:
—Ey Muhammed! Sendeki Allah malından bana verilmesi için emret, dedi.
Peygamberimiz bedevîye döndü ve güldü, sonra da ona bir şey verilmesini emretti.6
Efendimiz’in ve ashabının hayatında böyle örnekler çok fazla. Sonuç olarak diyebiliriz ki, toplum olarak her zamankinden daha çok huzur ve barışa ihtiyacımız olan dönemlerden geçiyoruz. Öyle ki sabırlar azaldı, öfkeler zirve yaptı. Hemen her gün çok basit nedenlerle çıkan ve neticesi ölüme giden kavgalara şahit oluyoruz. Medyamız ceviz kabuğunu doldurmaz denilen nedenlerle kaybolan hayatları her gün haber yapıyor. Çok iyi biliyoruz ki bunlara dur demek yalnız polis ve jandarma gücüyle olacak iş değil. İnsan olarak değerimizi hatırlamaya ve güzel dinimizin af ve hoşgörüye verdiği değeri içselleştirmeye ihtiyacımız var.
“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) gibi nice ayeti tekrardan gözden geçirerek kendimize toplum olarak çeki düzen verelim. Affedelim ki affa layık olalım inşallah.
Allah’a emanet olun.
KAYNAKÇA:
1) Alûsî, Ruhu’l-Maanî, IX, 147.
2) Buhari, Tefsîru’I-Kur’an, A’raf Sûresi, 5.
3) Müslim, “Fedâil”, 20.
4) İbn Kayyım, Zâdü’l-Mead, II, 180, 181.
5) Buhari, Meğazi.
6) Buhârî, “Farzu’l-Humus” 19.