Emeğin İçine Vicdanı Sokmak

Ayağı aksayan ve aksaması beline kadar onu eğrilten bir gençti. Birlikte laflayarak ilerliyorlardı. Yaşlılık, fakirlik ve özürlülük bir arada ama yalçın kayalar gibi başları dik, alabildiğine onurlu ve vakarlı yürüyordular. Genç olanı hafif mütebessim, konuşuyor; yaşlı olan ise başı dik, gözleri uzaklara bakan ve düşünceli bir halde onu dinliyordu. Bütün sadeliklerine rağmen alabildiğine hoş ve düşündürücü bir haldeydiler. Maddi dünyanın halihazırda bütün dezavantajları, üzerlerinde tatlı bir süs gibi duruyordu. Çünkü telaşsız bir biçimde onur ve vakarın tek temsilcileri onlarmış gibi yürüyordular. Onları seyrederken aklımın hayata daha verimli açıldığını, ruhumun feryad ederek “Neredesin ey adalet!” dediğini hissediyordum. O esnada aslen ruhum benimle, toplumla, şartlarla konuşuyordu. Alıp veriyordum kendi kendime… Anadolu insanının tevekkülü, sabrı, metaneti onlardaydı bana göre. Tarihle hesaplaşmış ve bugün, içinde bulundukları zor şartlara rağmen insan olarak doğup insan olarak ölme mücadelesi veriyordular. Günü kurtarmak için geçmişi karalamak gibi bir dertleri yoktu. Başkalarına sızlanmak gibi bir zayıflık içinde de değildiler.

 

Peki, onlar sızlanmıyor diye, bizler ve içinde bulunduğumuz toplum bireyleri onların hatırlarını sormak, onlar söylemese bile dertleriyle hemhal olmak gibi bir yerden ve düşünceli olma erdeminden niçin fersah fersah uzaklardaydık? Onlar yeterince başları dik ve güçlü olmasına ve belki de bize ihtiyaç duyduklarını asla ifade etmeyecek bir ruh hali içinde olmalarına rağmen, onları adeta dünya zindanında yalnız bırakan bizler ne haldeydik? Toplumun siyasi sözcüleri, gücü elinde bulunduran yönetim erkleri, sivil toplumun vicdanı haline gelmiş vaizler, yüklü bütçelere sahip ama bu insanlardan habersiz vakıf yöneticileri, niçin yataklarında gayet rahat ve mışıl mışıl uyuyordular? Maşeri vicdan niçin uykuya dalmıştı? 

İslam tarihinde insanların semizleşip dünya mallarının artmaya başladığı bir dönemde “Bu, İslam’ın neresinde var?” tepkisini koyan ve bu konuda kendisine engel olamayıp Hz. Osman’a (ra) konuşmak için çıkan Eba Zer’in (ra) çığlığı ne olacaktı?

Onları yalnız kılan, ne yardıma muhtaç oluşları ne ülkenin içinde bulunduğu ekonomik şartlar ne de yardım istediklerini söylemiyor oluşlarıydı. Tek başına bunların hiçbiri değildi, onların onurlarına denk bir hayatı yaşayamıyor olmalarının nedeni. En önemli neden, zaten hiç taviz vermedikleri kendi alınteriyle kendi karnını doyurmaya çalıştıkları iş yaşamlarında, emeklerinin içinden sinsice sömürülen kendi alınterleriydi. Bu bazen zaman, bazen nakit, bazen de asla karşılığı tam verilmeyen emeğin ta kendisinin sömürüsüydü.  

İnsanların “ben” merkezli yaşayış ve düşünüş biçimleri, her halukarda daha çok kazanma hırsları, her şeye rağmen gücü ellerinde bulundurma taleplerinin sınır tanımazlığı ve bunu elde etmek için tüm zalimlikleri mübah görmeleriydi. Evet, mübah görmek… Yani bunu yapmayı ya da yapmamayı, en avantajlı bir konumda dururken yapmayı irade ediyor olmalarıydı. Dilersem veririm hakkını, dilemezsem de vermem aymazlığı… Yani zulüm… Yani mazluma mütekebbir olmak… Yani şartları her zaman kendi lehinde tutan sınırsız fırsatçılık… Uruguaylı bir yazarın “Diken önce fakirlerin ayağına batar.” demesindeki realiteyi anlamamak mümkün mü!.. 

Sinsi kapitalist zorbalıkla komünist zorbalık, bu konuda ayağına diken batan fakire aynı mesafededir. İkisi de sistem içinde insanı mankurtlaştırmaktan öte bir şeyler üretemeyen kasıtlardan uzak değildir. Kapitalist bir bakış açısı, ne yazık ki insan unsurunun tutarsızlığı nedeniyle çalışanın sigortasını ödememek gibi Vandal davranışlardan tutun da, hastalanıp rapor aldığı günleri sinsice maaşından keserek çalışanın kursağındaki lokmanın yolunu kesip kendi cebine nasıl bir meta olarak aktaracağının hesabını yapmaktadır. Sözde sendika hükmündeki teşekküller de bırakın bir çalışanın hakkı için mücadele etmeyi, bütün hakları toplu pazarlıklarla satmaktan da geri durmamaktadırlar.     

Bu konuda değişik tipleme örnekleri toplumda yaygındır. Müslüman olduğunu söyleyen ama hak gaspeden, ama Hz.Peygamber’in “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.” ihtarını vicdanında baş tacı etmek yerine cebinde gazete küpürü gibi saklayan tipler olduğu gibi, teorik Marksizm teorisyenliği yapan ama piyasa adamı olmaktan öte davranamayan sosyalist ama nefsine düşkün, hak gaspeden ve maddi krallığını kurma peşinde narsist Marksistler de mevcuttur. Bunların dışındaki gerçekten dürüst işveren patron tiplerine nadir de olsa rastlanmakta olup, hakkı sahibine teslim etme noktasında onların da sayısının artması için teşvik etmek ve korumak, dürüstlüğün gereği olsa gerek…