Metin kardeşle konuşuyoruz. Farklı cemaat ve İslami topluluklar arasına giren-çıkan insanlarda bir huzursuzluk oluştuğunu ve bu durumun kendisini çok üzdüğünü söylüyor. Ve soruyor: “Aynı yola hizmet etmemize rağmen, niçin birbirimizden razı, hoşnut ve memnun olamıyoruz. Niçin fikirlerimiz çatışıyor? Niçin yalnızca belirli bir zümre içerisinde kendimizi rahat hissediyoruz? Topyekün birbirimizi kabul etmek noktasında niçin zorlanıyoruz?”
Metin huzurlu bir kalbe sahip. “Ben tasavvuf toplantılarına dostlarla bir arada olabilmek için katılıyorum. Kalbimin huzur bulmasını istiyorum ama o ortamda diğer İslami grup ve cemaatler hakkında kötü sözler duyduğumda bilakis kalbim kaskatı kesiliyor. Keşke bunların hiçbirisi olmasa.“ diyerek birlik ve beraberlik temenni etmeyi de ihmal etmiyor. Sevgili dostum bunları dile getirirken benim içimden sosyolojik bir olgu geçiyor; “Çobanlık” kavramı...
Siyaset tarihinde insan toplulukları sürüye, idareciler de çoban’a benzetilmiştir. Hayvanlar için kullanılan “sürü” terimi; sosyal psikoloji’de ne yapacağını bilemeyen, iradesini kullanamayan insan kalabalıkları için de kullanılır. İnsanlar tek tek ne yapacaklarını bilseler de toplu olarak nasıl davranacaklarını bilemezler. Lider, kendisine bağlı insan topluluğunu iyi veya kötü bir yöne kanalize eder. Hayvanlar aleminde ise bu durum ikiye ayrılıyor:
Senkronize (eş zamanlı) Hareket Edenler
Kuşlar, balıklar karınca ve arı topluluklarıdır. Davranışları son derece başarılı, organizeli, şaşırtıcı ve mükemmeldir. Savaşırken, beslenirken ve göç ederken, sürünün tüm üyeleri tek bir vücut gibi hareket ederler.
Bireysel Hareket Edenler
Koyun, keçi, kaz, sığır, manda ve deve sürüleridir. Bu hayvanlardan insanlar çok yararlandıkları için onları besler, barındırır ve güderler. Kendi hallerine bırakıldıklarında sağa sola dağılırlar; ya kaybolurlar ya da başlarına bir iş gelir. Farklı özelliklere sahip oldukları için, her türün özel yetişmiş çobanlar tarafından güdülmesi gerekir.
Her türün çobanı, o türün özelliğini bilir. Misal verecek olursak;
Koyun Çobanlığı: Ya güzel kaval çalmalı ya da ayağına çabuk olmalıdır. Koyun uysal hayvandır, başını alır gider ama çevirdiğinizde hemen gelir, itiraz etmez.
Keçi Çobanlığı: Çok inatçıdır bu kara haylazlar. Her an müdahale gerekir. Her yere girer, her tepeye tırmanırlar. Ormanlara, yasak bölgelere girer, özel bahçelere dalıp, sebzeleri hatta çiçekleri bile yerler. Kendi aralarında da sürekli dövüşür ve çekişirler. Keçi çobanının çok hareketli ve dikkatli olması gerekir, çünkü hukuken keçilerin verdiği zararı çobana ödetirler.
Kaz Çobanlığı: Nisbeten kolaydır. Pek uzaklara açılmazlar ancak tehlikeye açık hayvanlar olduklarından çobanın yakın mesafeden onları izlemesi gerekir. Uçtuklarında veya ırmağa girdiklerinde, çobanın bir ekip çalışmasına ihtiyacı var demektir.
Sığır Çobanlığı: Büyük baş hayvanı gütmek kolay değildir. Bizde sığır çobanlığı ilkel usullerle yapılır. Çoban, sürüyü yönlendirmek için peşlerinden koşar durur. Sığırlar kaba hareketten, dayaktan ve bağırmaktan anlarlar. Aklı kıt hayvanlardır. Amerika’da devasa sığır sürüleri at üstündeki kovboylarla yönetilir. Kovboy sürekli havaya ateş ederek sığırları yönlendirir. Sürüden kaçanlar, ancak uzun takipten sonra kementlerle yakalanır.
Manda Çobanlığı: Pek zordur. Manda duyarsız bir hayvandır. Yattığı yerden kalkmaz, girdiği yerden çıkmaz. Çamur banyosunu çok sever; şayet çamur batağına girip uzandıysa gebertseniz bile canı istemezse oradan çıkmaz. Sırtında değnekler kırsanız bana mısın demez. Ancak tüm hantallığına rağmen fırsatını bulursa çobana zarar da verebilir.
Deve Çobanlığı: En zor ve tehlikeli olandır. Deve, inatçı ve kinci bir hayvandır. Hatayı affetmez. Yavrusuna el uzattığınızda hemen saldırır. En küçük bir hendek veya çukurdan bile adımını atıp karşıya geçmek istemez. Zorladığınızda başınıza belayı aldınız demektir. Çözümsüz durumlar için “deveye hendek atlatmak kadar zor” deyiminin kullanıldığını bilirsiniz. Devenin, yavrusunu kesen adamı on yıl sonra bulup tepeleyerek öldürdüğü bilinmektedir. Deve çobanlığı sabır, dikkat ve tecrübe ister...
Çobanlık, halkı yönetmekte bir basamaktır. Devlet başkanları, başbakanlar, parti liderleri, çocukluk yıllarında çobanlık yaptıklarını söyleyerek övünür ve siyasette ehil olduklarını vurgulamaya çalışırlar. Çobanlık, peygamberlerin mesleğidir. Çobanlık yapmayan peygamber yoktur. Risalet görevini aldıklarında ümmetlerine şefkat ve merhamet duyguları ile muamele etmeleri, ayrıca laftan anlamayan inatçı ve zorbalara karşı uygun olan davranışı sergilemeleri için -bir hazırlık dönemi olarak- çobanlık aşamasından geçerler. Ancak Rasulullah’ın (sav) Mekke günlerinde, çocukluk döneminde yaptığı çobanlığın çok ilginç bir yönü vardır. Efendimiz çocukluğunda amcası Ebu Talib’in koyun ve develerini güdermiş! Bu çok enteresandır. Çünkü koyun otlatmak ne kadar kolaysa deve otlatmak da o denli zordur. Koyun gayet uysal, deve ise son derece inatçıdır. İki farklı karakterdeki hayvan sürüsünü bir anda yönetmek son derece zor olsa gerektir. Nitekim Efendimiz koyun gibi uysal dostlarla işlerini yürütmüş ve deve gibi kinci ve inatçı düşmanlarla savaşmış, onları hizaya getirmiştir.
İnsanlar da yukarıda saydığımız güdülmeye muhtaç sürülere benzerler. Durum böyle olunca insanların da mizaç ve meşrebine uygun bir çoban tarafından yönetilmeleri gerekiyor. Kaz güden bir kız çocuğu, manda sürüsünü güdemez. Osmanlı döneminde yapılan bir sosyolojik araştırma, insanların sosyal statü, kültürel, coğrafik ve ekonomik yapılarına göre tarikat seçtiklerini gösteriyor. Birkaç örnek verelim;
Nakşiler: Kültürlü, ilim sahibi, Kuran okuyan, ince mesleklerle uğraşan sakin kişiler.
Kadiriler: Kırsal kesimde yaşayan, tarımla ve hayvancılık gibi mesleklerle uğraşanlar.
Mevleviler: Celebiler, sanatkar, kültürlü ve musikişinas kişiler.
Bektaşiler: Subaylar, bürokratlar. Dünyayı fazla umursamayan hümanist kişiler.
Osmanlı döneminden küçük bir kesit sunduk. Şimdi biraz düşünelim. Bu dört farklı insan grubunu tek bir çoban mı yönetse iyi olur, her bir grubu kendi çobanı mı yönetse iyi olur? Açıkça görülüyor ki her çoban kendi sürüsünü yönetse daha iyi olur.
Yemame savaşı... Zeyd bin Sabit komutan. Halife Hz. Ebu Bekir (ra). Düşmanla üç kez karşı karşıya gelen İslam komutanı Zeyd, her defasında yeniliyor. Hz. Ebu Bekir, Zeyd’i komutanlıktan alarak onun yerine büyük komutan Halid bin Velid’i gönderiyor. Halid anlatıyor:
“İslam ordusunu düzene sokarak savaşı başlattım. Ben de yüksek bir tepeye çıkarak
savaşı izlemeye koyuldum. Amacım Zeyd’in nerede hata yaptığını anlamaktı. Düşman yine ordumuzu püskürtüyor, arkadaşlarımız üçer beşer şehit oluyordu. Biraz incelediğimde arkadaşlarımızın bireysel olarak savaştıklarını ve birbirlerini desteklemediklerini gördüm. Derhal aşağıya inerek birlik komutanlarını topladım. Onlara şu taktiği verdim;
‘İslam ordusunu geri çekin! Size bir saat izin veriyorum. Bu zaman içerisinde orduyu, Medineliler ve Mekkeliler olarak ikiye ayıracaksınız. Medinelileri Evs ve Hazreç olarak kabilelere ayırın. Mekkelileri de öyle yapın. Daha sonra da her kabileden akraba olanları bir araya getirerek, akraba timleri oluşturun.’ dedim. Bir saat sonra karşımda, birbirleriyle yalnızca din bağı ile değil aynı zamanda kabile ve akrabalık bağlarıyla da dizayn edilmiş bir ordu vardı. Birbirlerini kollayarak savaştılar. Peygamberimiz’in düşmanı Müseyleme ve ordusunu topyekün imha ettik.”
Başka bir yaklaşım
İslami yayın yapan dergi ve gazeteleri düşünün. İslami grup ve cemaatler sözün gelişi toplam 40 tane dergi, 20 tane de gazete çıkarıyorlar. Öyle farzedelim. Gazetelerin de günlük tirajları birbirinden farklı. Kimisi az, kimisi çok baskı yapıyor. 20 gazetenin toplam günlük tirajının 3 milyon olduğunu kabul edelim. 20 gazeteyi kapatıp tek bir İslami gazete çıkarsak, o bir gazete günde 3 milyon tiraja ulaşabilir mi? Elbette hayır! Duygu ve düşüncelerimizdeki farklılıklar, farklı cemaatler oluşturmamıza neden oluyorlar. Bu kaçınılmaz bir gerçek. Farklı cemaatler oluşturmamız daha organizeli ve sistemli olmamızı sağlıyor. Ancak bu durum tek bir ümmet olmamıza engel değildir. “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır.” hadis-i şerifinin altında yatan hikmet de budur. Müslümanlar kendi görüşlerinin daha hayırlı olduğunu düşünüyorlarsa ayrı ayrı gruplar halinde de hizmet verebilirler.
“Mü’minler bir binanın tuğlaları gibidir” (Buhari)
Binanın temelinde, yan duvarında, altında üstünde olmak, kırık, yarım, düz veya delikli tuğla olmak önemli değil. O binanın teşekkülünde bir şekilde görev alınsın, bir tuğla kendisiyle ilgili boşluğu doldursun yeter. Her mü’min kendi bulunduğu sosyal çevrede ve ortamda işe yarar. Herkesin hizmetine ve gayretine ihtiyaç vardır. Nefs-i Mutmainne’yi biliriz; huzur bulmuş nefistir. O mertebede kişi artık hikmet sahibidir. Keşif ehlidir. Madalyonun diğer yüzünü de görmekte, ötelerden haber alabilmektedir. Allah’ın herkesi bir iş için yarattığını anlamaktadır. Tasalanmaya, itiraz etmeye, kavgaya mahal yoktur. İyi insanlar akıllı ve itaatkar olurlar. Onlar mensubu oldukları cemaatin sadık ve başı yatkın, iş gören ve fayda sağlayan bir üyesidir. Koyun misali uysal olup, başlarındaki güvenilir önderlerin güzel sözlerine tâbi olurlar. Kendileri de iyi eğitim almış birer öğretmen konumuna yükselmişlerdir. İsyankarlık ve serkeşlik, nefs-i emmâre’nin sıfatıdır. Bu kategoriye girenler ipe sapa gelmez, bozguncular ve laf anlamaz serserilerdir.
“(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kafirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onlar akılsızdırlar. (Kafirleri doğru yola çağıran peygamberin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyenlere seslenen çobanın du”rumu gibidir.)” (Bakara, 2/171)
Çoban mandalara, öküzlere rica etse, iyi ve tatlı sözler söylese, “Lütfen oradan kalkıp bu tarafa gelir misiniz?” dese anlamazlar ki! Onlar çobanın şiddetli ve kaba bir ses tonuyla veya sırtlarına inen sopanın acısıyla ancak harekete geçerler. Maalesef son çarenin dayak olduğu pedagojik bir realitedir.
Rabbâni Âlim: Öğretmenler öğretmenidir. Allah adamı yetiştiren mürşid, üstad…
Ribbiyyûn: Eğitimli ve donanımlı cemaat demektir. Her biri öğretmen olarak yetiştirilir. Ribbiyyûnlar, her şeylerini hatta canlarını bile Allah yolunda vermeye hazır insanlardır. Onlar âbid, ilim sahibi Allah erleridir. Bir toplumda böylesi kişilerin bulunmaması büyük bir felakettir. Bugün İslam âleminin acıklı hali, Müslümanları daldıkları gaflet uykusundan uyandıracak, onları kötülüklerden sakındırıp iyiliklere teşvik edecek, sorumluluklarını hatırlatacak gerçek nasihatçıların, Allah erlerinin çok az oluşundandır. Şayet bir toplumda Rabbâni ve Ribbiyyûnlar bulunmazsa; cahil, hedonist, materyalist, dünyasını ahiretine tercih eden bir kısım nasipsizler türerler. İşte günümüzün cemaat ve kanaat önderleri kendi çaplarında birer çobandır. Her çoban kendi sürüsüyle bir organize cemaat oluşturuyor. Tüm Müslümanların çobanı Peygamber Efendimiz’di. Ondan başka hiç kimse hepimize birden sahip çıkamadı. İşte gelmesi beklenen Hz. Mehdi’nin bir özelliği de firaksiyonları ortadan kaldırıp hepimizi birden kucaklaması, bizlere topyekün sahip çıkarak kalplerimizi birleştirmesidir.
Allah adamlarının çobanlığı güzeldir. Tasavvufî yol, günümüz cemaatleri yok iken de vardı; cemaatler ortadan kalksa bile var olmaya devam edecektir. Tasavvuf denilen güzel ahlak öğretisi, bu kadim gelenek İslamiyetle başlamıştır ve kıyamete kadar da devam edecektir. Allah adamı olmak çabası, zaman dilimleri ile sınırlandırılamaz. Bu yolun bağlıları diğer cemaatlerin arasına girdiğinde meşrep, huy, karakter ve ahlak farkını çok açık ve acı bir biçimde hisseder. Ama neyleyelim ki onları hoş görmesi gereken en uygun kişi de yine kendileridir.
Râinâ - Ünzurnâ
Sürü ve çoban teşbihlerinin sizleri biraz rahatsız ettiğini sezer gibi oluyorum. İçiniz rahat olsun; bu, şahsımın ürettiği bir terminoloji değil. Senetlere mebni konuşuyorum. Ancak biraz karmaşık bir konu var, izninizle önce onu bir netleştirelim: İngilizcede Turkey hindi demek. Türk denilince akıllarına doğal olarak hindi geliyor. Bir Türk gördüklerinde “Hello turkey!” deyip basıyorlar kahkahayı…
Arapça da Râinâ, “Bize çobanlık et!” anlamına geliyor.
İbranicede Râinâ, “Kulakların sağır olsun da işitemeyesin e mi!” demek. Yani bir hakaret, bir sövgü deyimi.
Araplar sık sık “Ya Rasulallah, râinâ!” diyorlardı. Yahudiler de aynı kelimeyi kullanıp ardından katıla katıla gülüyorlardı. (Her iki kesim de kendi dilindeki manayı kastediyordu) Sahabeler bu Allah düşmanlarını edebe davet ettiklerinde de, “Ne var bunda! Siz de peygamberinize râinâ diyerek hakaret ediyorsunuz ya!” diyerek sahabeye demagoji yapıyorlardı. Rabbimiz ashabın, suistimale açık olan bu kelimeyi terk etmesini, fakat bu sözcüğün alternatifi olan “ünzurnâ” kelimesini kullanmalarını emrediyordu. Ünzurnâ; “Bize bak, bizi yönet, bize sahip çık, bizleri çek-çevir, eğit, öğret yani bize çobanlık yap!” demekti.
Sözün kısası peygamberler ümmetlerinin çobanıdır. Hz. Ömer rivayet ediyor:
“Haberiniz olsun! Hepiniz çobansınız ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz.“ (Buhari)
Sorumluluk bilincine sahip herkes bu sözün muhatabı. Çobanlık görevi bizlere de verilmiş. Çoban, muhafız, yönlendirici, yönetici... Peygamberimiz bizi motive ediyor. Gerçekten de hepimizin yöneteceği bir sürü muhakkak var! (Demek ki hem güdüp hem de güdüleceğiz.)