Saadet asrı… Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup şöyle buyurdu: “İşte bu, Allah’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da ağaç dalları gibi çizgiler çizdi. Bir bakıma kırılmalar oluşturdu. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Her birinin başında ona çağıran bir şeytan vardır.” dedi. (İbni Mâce) Bilahare şu ayeti okudu: “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın.” (En’âm, 6/153)
Allah Resulü’nün (sav) ahirete irtihalinden sonra Raşid Halifeler devrinin başladığını biliyoruz. Ancak daha ilk halifeyle birlikte yalancı peygamberlerden Yahudi entrikalarına kadar, kabilecilik taassubundan iç çekişmelere kadar birçok isyan hareketi baş gösterdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde dinin ve devletin özüne yöneltilen her türlü saldırı dirayetle savuşturuluyor, muzır mahviller arzu ettikleri operasyonu bir türlü gerçekleştiremiyorlardı. Hz. Osman’ın hilafetiyle artan hava muhalefeti, Hz. Ali döneminde kasırgaya, fırtınaya dönüştü. İç ve dış düşmanları çok farklı kategorilerde düşünmek mümkündür. Ancak hepsinin ortak paydası Allah’ın dinini ve o dini vaaz eden Peygamberimiz’in soyunu ortadan kaldırmak olarak özetlenebilir. Hz. Osman’ın katli, Cemel, Sıffin Savaşları, Haricilik, Hz. Ali’nin şehadeti, Kerbela faciası, Medine ve Mekke katliamları… Birbirinin uzantısı ve devamı olan iki farklı otorite peş peşe iktidar oldu: Önce Emeviler sonra da Abbasiler… Tüm bu vahim hadiseler o günün İslam dünyasında bir kırılmaya neden oldu. Artık Müslümanlar arasında Kur’ân’dan ve sünnettin yolundan çıkan fırkalar zuhur etmeye başladı: Ehl-i Şia yolu… İşte kitabın tahrif edildiğini, hadislerin yalan olduğunu, sünnetin şunlar değil bunlar olduğunu, falancaların sahabe filancaların kâfir olduğunu, kıyasın da yalnızca Ayetullah denilen âlimler tarafından ihdas edilebileceğini söyleyen Şia mahlaslı fırka! İslam dünyasını o günlerden zamanımıza kadar kemirip duran, değerli enerjimizi heba eden o hasta ruh olmasaydı probleme mahal yoktu. “Dinimizin kaynakları Kitap, sünnet, icma ve kıyas âlimleridir.” derdik ve selamete çıkardık!
“Ehl-i Sünnet kavramı”; sünnetin savunulması ve ümmetin bütünlüğünün korunması amacıyla Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak eden, ihtilâf ve tefrikadan sakınan, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda önce Kitap ve Sünnet’i kaynak alıp nasları esas kabul eden, naslarda olmayan konularda da aklî yorum yapan, İslam’ın baştan beri olan sahih halini koruyan topluluğu ifade eder. Ehl-i Sünnet yolunun zirve şahsiyeti Hasanü’l-Basrî’dir (r.anh). Onun mücadelesi sırat-ı müstakîmi korkusuzca savunma mücadelesidir. Ehl-i Sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyan ise İmam-ı Azam Ebû Hanife ve Süfyani Servi’dir (ra). Ehl-i Sünnet yolunun diğer kilit taşları Mâturîdî ve Eş’arî’dir. Bu şahsiyetler sünnet-inanç doktrininin olgunlaşmasında özel role sahiptirler. İşte İmam-ı Azam, Allah’ın ve Resulü’nün doğru yolunu usûl ve esaslarıyla yeniden tespit ederek sistemi yürürlüğe sokmuştur. Fakat Ehl-i Şia başlangıç itibarıyla Hz. Ali ve Ehl-i Beyt taraftarlığı gayretini gütmüşse de her doğruya yanlış, her aka kara demek suretiyle olumsuz tavrını sürdürerek doğru yoldan ayrılıp çıkmaz sokaklara sapmıştır. Haklı olarak başlamak değil, haklı olarak bitirebilmek önemlidir. Hâlbuki din adına ağır travmaların vuku bulduğu o dönemde Ebu Hanife de bizzat yaşamış, olup bitenlerin canlı şahidi olmuştur. İmam-ı Azam, o dönemin zulmüne karşı İslam’ın ihyası için mücadele vermiş, bu nedenle korkunç işkencelere maruz kalmıştır. Sonra devir değişmiş ve bu kez Abbasiler döneminde kadı olması için yoğun baskılar yaşamıştır. O dönemde Abbasiler, İmamın itibarını kullanıp kendi uygulamalarına dini bir kılıf geçirebileceklerini düşünüyorlardı. Kabul ettiremediler kadılığı. Ona din adına yalan söyletemediler. Hevâ ve heveslerine onu alet edemediler; O büyük insan maruz kaldığı en ağır işkencelere rağmen onuruyla ve dağlar gibi imanıyla şehit oldu!
EHL-İ SÜNNET VE USÛL
Kitap ve sünnet yolu, Allah’ın doğru yolu, sıratı müstakîm üzere gidenlerin yolu, Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine ve ashâbının (r.a.) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenlerin güzergâhı demektir. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda önce Kitap ve Sünnet’i kaynak alan, nasları esas kabul eden, naslarda olmayan konularda da aklî yorum yapan topluluk. Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine bağlı olanlara Ehl-i Sünnet; onun sahabelerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte “Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat” denilmiştir. Anlaşılıyor ki Ehl-i Sünnet demek Hz. Peygamber’in ve O’nun sahabesinin yolundan giden insanlar topluluğu demektir. İslam toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bunun için Hz. Peygamber (sav): “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” buyurur (Müslim). İslam dünyasının büyük müçtehidi İmam-ı Azam Ebu Hanife bu hareketin başındadır. Kur’ân ve sünnete dayanan, sarih olan, yani yoruma ihtiyaç duyulmayan nas’lardan ayrılmamak temel esastır. Ehl-i Sünnet dışı akımlar kendilerini Kur’ân’a nisbet ediyor, bazı ayetleri kendilerine göre tevil ve tefsir ediyor, bazı ayetlerin açıkça görülmeyen manalarından istifade ediyorlardı. Pirinç içerisindeki en tehlikeli taş beyaz taştır! İmamı Azam ve Süfyan-ı Servi, üzerinde münakaşa edilen dini problemleri toplayarak bunları sağlam esaslara bağladılar. Allah’ın kelamı, sıfatları, kaza, kader, ahiret halleri vb… Birçok hususta münakaşaya girmekten çok sözle kabul etmek, doğru olanı söylemek şeklinde bir tutum içine girdiler. Bu sebeple Ebu Hanife “Fıkh-ı Ekber”i yazdı.
Ehl-i Sünnet’in İnanç Ekolleri: Eşarilik ve Maturidilik, Ehl-i Sünnet kategorisindedir. Eş’âriyye ve Mâtûridiyye ekolleri, hakkında nas ve sahabe görüşü bulunmayan bazı inanç meselelerini metodik olarak inceleyip, gerektiğinde aklî yorum ve te’vile giderler.
Ehl-i Sünnet’in Fıkıh Ekolleri: Fıkıh dediğimiz amellerle ilgili Ehl-i Sünnet ekolleri ise Hanefi, Şafi, Hanbeli ve Maliki mezhepleridir. Ehl-i Sünnet çerçevesine giren âlimler arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olsa da hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
KİTAP:
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Yasakladıklarından kaçınmak, emirlerine uymak tüm müminlerin şiarıdır. Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimiz’e 23 yılda nazil olmuştur. Hem inanç hem amel hem de insan hayatını tanzim eden hükümler manzumesidir. İlk ayeti “Yaratan Rabbin’in adıyla oku.” (Alak, 96/1) ve nihayeti “…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (Mâide, 5/3) ayetidir. Kur’ân’ın ilk inen ayetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yer alır. İnsanlar İslâm’a adapte olduktan sonra helâl ve harama dair ayetler inmiştir. Ayetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir. Buna “iniş sebebi” denir. Kur’ân nazil oldukça Hz. Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Hangi ayetin nereye yazılacağını söylerdi. Ayetlerin tertibinin yazılışı sırasında, vahye dayanıldığında görüş birliği vardır. Surelerin sıralanışının da vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür. Kur’an, inzal olduğu zaman diliminden günümüze kadar tek bir harf değişikliğine bile maruz kalmamıştır. Bu yalnızca bir iman konusu değil aynı zamanda tarihin de şahitlik ettiği bir gerçektir. Ve kıyamete kadar da değiştirilmesi mümkün değildir. Rabbimiz “Şüphesiz Kur’an’ı biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” buyurmuştur. (Hicr, 15/9)
SÜNNET:
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onay dediğimiz kararlarıdır. Sünnet, Efendimiz’in dini yaşama biçimidir. Bu nedenle sünneti kabul etmek ve ona bağlı olmak İslamî bir zorunluluktur. Sünnet’in delil oluşu ayetlerle sabittir: “Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur...” (Nisâ, 4/80) “…Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının…” (Haşr, 59/7)
Kur’ân’ı Kerîm Hz. Peygamber’in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: “O, nefs arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur’ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.” (Necm, 53/3-4)
Diğer yandan Kur’ân ayetleri, Peygamber’e iman edilmesini açıkça bildirir: “(Ey Muhammed!) De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. O hâlde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlü’ne, o ümmî peygambere iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf, 7/158)
Anlaşılıyor ki Kur’ân’a uymak demek, Kitap ve Sünnet’e uymak demektir. Kur’ân ile Sünnet’i birbirinden ayıranların doğru yolda olmadığı aşikârdır. Rabbimiz şöyle buyurur: “Hayır! Rabbin’e andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin…” (Nisâ, 4/59)
Sünnet, Kur’ân’ın müphem yani anlamı kapalı olan ayetlerini açıklar. Kur’ân’ın genel hükümlerini özelleştirir. Nâsih ve Mensûh olan ayetleri bildirir. Kur’ân’da sabit olan nas’lara tamamlayıcı hükümler getirir: “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur...” (Ahzâb, 33/36) Kur’ân’da bulunmayan bir kısım hükümler koyar. Kur’ân’daki namaz ve zekât emirlerinin nasıl uygulanacağını bildirir. Tüm bunlar tebliğin gereğidir. Sünnet, Hz. Peygamber’in Rabbi’nden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Bu konuda ayette: “Ey Peygamber! Rabbin’den sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun...” (Mâide, 5/67)
Sözlü sünnetler dediğimiz Hadis-i şerifler, şerefli muhaddisler tarafından kayıt altına alınmış olup üzerinde ittifak edilenler “Kütüb-ü Sitte” denilen kitaplarla kayıt altına alınmıştır. Ehl-i Sünnet bu tür kaynakları ölçü almaktadır. Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. “Kur’an bize yeterlidir.” düşüncesi tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanettir. Hz. Peygamber (sav) bu durumun ileride ortaya çıkacağını şöyle bildirmiştir: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin.” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun! Bana Kur’ân ile birlikte sünnet de verilmiştir.” (Ebû Dâvûd)
İCMA VE CEMAAT:
İcma, Muhammed ümmetinden olan müçtehidlerin herhangi bir devirde şer’i bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliğinde olmasıdır. Cemaat de Ashab-ı Kiram’dır. “Ümmetimin âlimleri, dalâlette, sapıklıkta birleşmez” (İbni Mace) buyrulmuştur. Yine İcmâ’ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır. Şöyle ki: “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.” (Müsned ) Haberde şöyle buyrulur: “Cemaatten bir karış ayrılan, cahiliye ölümüyle ölmüş olur.” (Buhari) “Sürüden ayrılanı kurt, cemaatten ayrılanı şeytan kapar. Sakın cemaatten ayrılmayın!” (Tirmizi) “Cemaatten bir karış ayrılan İslam halkasını boynundan çıkarmış olur.” (Ebu Davud)
Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma, bid’at; her bid’at sapıklıktır.” (Ebû Dâvût)
Kur’an-ı Kerim’de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: “İslam’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 9/100)
Allah’ın sahabeleri övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tâbi olmasını zımnen ifade eder. Buyurunuz: “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ, 4/115)
KIYAS:
Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak demektir. Bilinenden hareketle bilinmeyen hakkında bir hükme varmaktır. Hakkında ayet ve hadislerde hüküm gelmemiş olan bir meseleye, aralarındaki illet (gerekçe) sebebiyle, hakkında hüküm gelmiş olan meselenin hükmünü vermektir. Kur’ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur’ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır. Aralarında ortak bir illet olunca birinin hükmü diğerine verilir. Kıyasın delil oluşu ayet ve hadislerle sabittir. Ayette “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlü’ne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisâ, 4/59) buyurulur. Bir şeyi Allah’a ve Rasulü’ne havale etmek, ancak Kur’ân ve sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur. Bu da kıyas demektir. Hz. Ebû Bekir halifeliği için biat edilirken sahabe, Peygamber’in (sav) onu namaz için İmam olarak seçtiği noktasından hareketle “Peygamber, onu din işimizde İmam tayin etti. Öyleyse onu dünya işlerimizde de İmam tayin edebiliriz.” diyerek kıyas metodunu kullanmışlardır. Mesela üzüm veya hurma ezmesinden elde edilen içki Kur’ân da “hamr” olarak geçer. “Hamr” içmek haramdır. Ancak daha sonraki dönemlerde değişik isimlerde içkiler ortaya çıkmıştır. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak zikredilmez. Hamr’ın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Sonradan çıkan içki çeşitleri de sarhoşluk vermektedir. Bu illetten dolayı “hamr”ın haramlığı mukayese yoluyla diğer sarhoşluk veren içkileri de kapsar.
EHL-İ SÜNNET AKAİDİNDEN BİR DEMET
Ehl-i Sünnet inancına göre bu âlem ezelî değildir, sonradan yaratılmıştır. Varlık/yaratılanlar gerçekten vardır, hayal değildir. İnsanlardan başka, melek ve cinler de idrak sahibi yaratıklardır. Kâinatın yaratıcısı olan Allah ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yaratan, işiten, görüp gözeten, rızık veren, dileyen ve dilediğini yapan, rahmetiyle her şeyi kuşatandır. Sonradan yaratılanlara benzemez. Kemal sıfatlara sahip, noksan sıfatlardan uzaktır. Kur’an-ı Kerîm Allah kelâmıdır. Lafzı da manası da Allah’tandır, Allah’a aittir. İman, kalp ile tasdik edilenin dil ile ikrar edilmesidir. Bir kimsenin “Ben mü’minim “ demesi doğru, fakat “İnşallah mü’minim.” demesi doğru ve câiz değildir. İman/inanılacak şeyler artmaz ve eksilmez. Allah, hidayeti/doğru yolu isteyenlere hidayet eder, doğru yola iletir; dalâleti/sapıklığı isteyenleri de dalâlete sevk eder. Amel imanın bir parçası değilse de ikisi arasında sıkı bir ilgi ve alâka vardır. Amel, imanın aslından değil kemâlindendir. Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu ise Hazreti Muhammed aleyhisselamdır. İkisinin arasında sayısı kesin olarak bilinmeyen on binlerce peygamber gelmiştir. Peygamberlerin derece itibariyle en üstünü Hazreti Muhammed’dir (sav). Allah’ın, peygamberlere indirdiği dört büyük kitap Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ın hepsi de haktır. Melekler ne emredilirse onu yapar asla Allah’a isyan etmezler. Onlarda erkeklik dişilik yoktur. Peygamberimiz’in Miraç yolculuğu haktır. Peygamberlerin mûcizeleri, evliyaların kerametleri hak ve gerçektir. Peygamberimiz’den sonra insanların en üstünü sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Halifelikleri de bu sıraya göre gerçekleşmiştir. Diğer sahâbeler de hayırla yâd edilir. Ashaptan o zatların kesin cennetlik oldukları Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir. Hiçbir velî peygamber derecesine çıkamaz. İbadet, insanlar üzerine ölünceye kadar farzdır. Mest üzerine mesh etmek caizdir. Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. İnsan başkasının rızkını yiyemez. Büyük günah işleyenler âsî sayılırlar, fakat inkâra düşmedikleri müddetçe mümindirler. Cenab-ı Hakk günahkâr müminleri ister affeder isterse günahları miktarı cezalandırır. Bu müminler cezalarını çektikten sonra cennete girerler. İşlenen günahları hafife almak veya helal kabul etmek insanı iman dairesinden çıkarır. Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal sayan kâfir olur. İnsan, cüz’î irade ve isteğiyle belirli ölçüler içinde istediği şeyi, sevap veya günahı işlemekte serbesttir. Onun için insanlar yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. Allah tek yaratıcı olup, kulun kendi arzusuyla işlediği iyi-kötü bütün işleri yaratan O’dur. Ancak kötülüğe razı değildir. Yani, yaratan Allah (c.c.) ise de işleyen kuldur. İnsan her ne şekilde ölürse ölsün, isterse öldürülmüş olsun, eceliyle ölmüştür. İnsanlar ölünce Münker Nekir tarafından kabir sorgusuna tâbî olacaklardır. Kâfirler ve bazı günahkâr müminler için kabir azabı hak ve gerçektir. Bu âlem geçicidir. Kıyamet muhakkak meydana gelecektir. İnsanlar âhirette dirilip mahşer yerinde toplanacaklar, yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. İyi-kötü bütün ameller mizanda tartılacak, insanlar sırattan geçeceklerdir. Kevser Havuzu haktır. Cennet ve cehennem yaratılmış olup şu an mevcuttur.
Ehl-i Sünnet ve Orta Yol: İtikatta orta yol, Ehl-i Sünnet’in yoludur. Bu yolda yürüyen ümmetin ana özelliği itidaldir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık...” (Bakara, 2/143) İmam Tahâvî, Ehl-i Sünnet yolunu şöyle özetler: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur.
Ehl-i Sünnet Fırka-i Naciye’dir: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Yahudiler yetmiş bir, Hristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce, Hakim, Müstedrek)