İslam’ın Ana Gövdesi Ehl-i Sünnet / Dr. Ebubekir Sifil

“Ehl-i Sünnet” deyince ne anlamalıyız?

Ehl-i Sünnet deyince, Peygamber Efendimiz’in (sav) sahabe-i kirama bu dini tebliğ bağlamında aktardığı her ne varsa onlara olduğu gibi iman eden, sahabe-i kiram kendilerinden sonraki kuşağa din diye ne naklettiyse ona din diye inanan, itikat eden, itikadıyla, ameliyle, edebiyle, her şeyiyle din diye onu kabul eden, onunla tedeyyün eden topluluklara Ehl-i Sünnet diyoruz. Neden “topluluklar” dedik, Ehl-i Sünnet kavramı şemsiye bir kavramdır. Ehl-i Sünnet’in içinde bu ana gövdeyi oluşturan fakat birbirlerinden tarz, tavır farklılıklarıyla -temel noktalarda değil ama füruat diyebileceğimiz noktalarda- ayrılan gruplar var. Hicri 8. asır âlimlerinden, Şafi mezhebine mensup Tâcüddîn Sübkî diyor ki: Ehl-i Sünnet dört gruptan oluşur: “Maturudî ve Eşarici kelamcılar, ehl-i hadis, fukaha ve usûlcüler bir de ehl-i tasavvuf.” Ehl-i Sünnet’i Ehl-i Sünnet yapan temel koordinatlar noktasında herhangi bir aykırı duruşu, itirazı olmayan herkes Ehl-i Sünnet kabul edilir. Günümüzde genellikle şöyle bir yanlış algı oluyor: Az önce birtakım mesleklerden söz ettik; fukahalar, usûlcüler, kelamcılar, ehl-i hadis ve tasavvuf ehli. Teknik tabiriyle bunlar meslektir, mezhep olarak bunların hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Fukaha, usûlcüler ya da tasavvuf diye bir mezhep yoktur, bunlar meslektir. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat olma noktasında birleşmiştir, mezhepleri Ehl-i Sünnet’tir. Fakat bu, ehl-i tasavvuf olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir veya ehl-i hadis olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir anlamına gelmez. Meslek başka, mezhep başkadır. Meslekleri farklı olabilir, mezhepte bir sıkıntısı yoksa Ehl-i Sünnet içinde değerlendirilir. Görüşleri bize kadar intikal etmiş ama isimleri ehl-i tasavvuf diye tanınmış pek çok insan ve fırka var ki bunlar Ehl-i Sünnet değiller... Keza ehl-i hadis diye tanınmış ama Ehl-i Sünnet olmayanlar da var. Kelamcılar, usûlcü ve fıkıhçılar için de bu böyledir. Mutezile diye bir akım var, bunlar kelamcıdır; birçoğu fıkhî mezhep olarak Hanefiliği benimsemiştir ama itikadî mezheb olarak Muteziledir, ehl-i bid’attır. Tasavvuf ehli içerisinde Kerramiye diye bildiğimiz, Salimiye diye bildiğimiz, müşebbiheye, mücessimeye kayan fırkalar vardır. Bunlar meslek olarak tasavvuf ehlidir ama mezhep olarak ehl-i bid’attır. Dolayısıyla genel bir çerçeve çizecek olursak Kur’ân ve sünnet algısı konusunda itikat ve amel konusunda sahabe-i kiramdan devraldığımız her ne varsa onlara olduğu gibi inanan, itikat eden, iman eden insanlar Ehl-i Sünnet’tir ve Ehl-i Sünnet ana gövdeyi oluşturur. Ehl-i Sünnet bir fırka değildir, tarih içinde oluşmuş gruplardan bir grup değildir; meselenin aslıdır, özüdür, kendisidir. Eğer bir fırkadan bir gruptan bahsedeceksek onlar tarih içerisinde bu ana gövdeden ayrılanlardır; Şia’sıyla, Mutezile’siyle, Cebriyesi’yle bu ana gövdeden ayrılıp sağa sola kayan gruplardır.

Günümüzdeki İslamî toplulukların kendine “Ehl-i Sünnet” diyebilmesi için hangi İslamî kriterler göz önünde bulundurulmalıdır? 

Önemli bir nokta. Saydığımız mesleklere mensup herhangi bir kimse itikadî olarak, akaid kitaplarımızda kaydedilmiş temel umdelerden herhangi birine itiraz etmiyorsa Ehl-i Sünnet’tir.

Temel Amentü ilkelerinden herhangi birinde sıkıntısı varsa o insan Ehl-i Sünnet değildir. Mesela kadere iman noktasında bir insanın sıkıntısı varsa Ehl-i Sünnet değildir. Hadislerle sabit olmuş ve ulemanın mütevatir olduğunu söylediği hususlar hakkında insanın problemi varsa bu insan Ehl-i Sünnet değildir, ehl-i bid’attır. Fıkhî mezheplere itirazı olan ya da mevcut Ehl-i Sünnet tasavvufî ekollerinden herhangi birine itirazı olan ya da bir kurum olarak tarikata tasavvufa karşı olan insan ya da gruplar Ehl-i Sünnet değildir. Bunlar zaman içerisinde sonradan ortaya çıkmış birtakım ideolojilerdir; kendilerine Ehl-i Sünnet, ehl-i Kur’ân,  ehl-i tevhid demeleri hiçbir şeyi değiştirmez; bunlar ehl-i bid’attır. Tarih içerisinde ulema, ehl-i bid’at olan grup ve kişilere nasıl muamele etmişse biz de öyle muamele etmek zorundayız. Bunları farklı kılan herhangi bir unsur yok. 

Bunların içinde çok samimi insanlar var, İslamî hizmet sahasında büyük boşlukları dolduranlar var. Veya “Ben Allah yolunda cihad ediyorum.” deyip gözünü kırpmadan ölüme gidenler var. Biz samimiyet testi yapmıyoruz, böyle bir şey yapacak durumda değiliz, elbette herkes kendisini nasıl tarif ediyorsa öyle kabul etmek lazım. Ama samimi olmak bir insanın müstakîm olmasını garanti etmez. Samimi bir hizmet ehl idir ama itikadı bozuktur. Tarih içinde bid’at fırkaların tabakât kitaplarına baktığınız zaman çok çarpıcı örnekler görüyoruz. Mesela Mutezile’nin kurucularından Ma’bed el-Cüheni veya Amr bin Ubeyd bu tür insanlar, samimi ama istikametleri bozuk… Dolayısıyla günümüzde de falan hizmet ehlidir, böyle gayretlidir, şöyle heyecanlıdır, böyle hassastır deniliyor. Tamam, bunlara bir itirazımız yok ama meselemiz zaten bu değil. Bir insanın hizmet ehli ya da samimi olup olmadığını konuşmuyoruz, itikadını konuşuyoruz. O zaman samimiyet ile itikadı birbirine karıştırmayalım. Çok hizmetler etmiş olabilir, gerçekten bu ümmete çok hayırlı işler yapmış olabilir. İtikadı bozuksa ona nasıl hitap edilmesi gerektiği, onunla nasıl muamele edilmesi gerektiği konusunda da tereddüt yaşamamamız lazım.

 

Güncel Meseleler Mevcut Müktesebattan Hüküm Çıkararak Çözülebilir

İslam hukukunda bugün içtihadı gerektiren konular var mıdır? Varsa hangi konularda içtihad yapılabilir? Bu konularda şahıs mı görüş bildirir yoksa heyet mi? Aslolan nedir? 

Bu bahsi iki başlık altında değerlendirebiliriz. Birisi, bizden önce ortaya çıkmamış, bizim zamanımızda ortaya çıkmış yeni gelişmeler. Mesela sanal alışveriş, bu yeni bir gelişmedir, bizden otuz sene önce bile yoktu… Dolayısıyla bizim bu meseleye beş yüz sene evvelki fıkıh kitaplarından birebir çözüm bulabilmemiz mümkün değil. Bu türlü yeni zuhur etmiş meselelerde müstakil içtihad değil ama mevcut mezhep müktesebatı üzerine tahric (hüküm çıkartma) çalışması yapılabilir, yapılmalıdır. Yapılanlar da aslında budur, yani ben içtihad ediyorum diyenlerin çok büyük bir kısmı aslında mevcut mezhep müktesebatını tahric yoluyla çalıştıran insanlardır. Yeni bir mezhep kuran kimse yok, yeni bir usûl, yeni bir fıkıh tesis eden kimse yok. Bu konuda ortaya konabilmiş, ciddiye alınabilir bir çalışma da yok. Dolayısıyla “Yeni içtihad lazım.” diyenler aslında “Yeni meselelere çözüm lazımdır.” diyorlar. Yeni meselelere lazım olan çözümlerin içtihad olması şart değildir. Tahric yoluyla da çözüm bulunabilir. Hatta bunu ihmal ettiğimiz için belki vebale de gireriz.

İslam fıkhının 99 tane külli kaidesi var. Bu külli kaidelerin çözemeyeceği hiçbir problem yok. Kavaid (kaideler) konusunu çalışmış olanlar çok net bilirler ki bu subjektif bir iddia değil, gerçekten de fıkhın 99 kaidesini hakkını vererek çalıştıracak kadrolarımız olsa, hangi zaman ve zeminde olursa olsun çözülemeyecek problemimiz yok. Mevcut müktesebatı işletemiyoruz, nüfuz edemiyoruz. Sonra, mezheplerin istinbat metotları, içtihad usûlleri; bunları da işletemiyoruz. Bunları işletmek çok kolay bir şey değil. İbni Abidin merhumun “tabakâtu’l-fukaha” hiyerarşisinde “taklit ehli” olarak gördüğü üç grup insan var. Bunların üstünde müçtehidler tabakası var, mutlak müçtehid var, mezhepte müçtehid var, meselede müçtehid var. Bunların altında “taklit ehli ulema” yer alıyor. Bunlar da üç grup: “Ehl-i temyiz,  ehl-i tercih ve ehl-i tahric.” Biz bu üç kategoride insan yetiştirmiş olsak bunlar mevcut mezhep müktesebatı içerisinde her meselemizi çözerler ama bunları bile yetiştiremiyoruz. Bizim ehl-i temyizimiz, ehl-i tercihimiz ve ehl-i tahricimiz bile yok ama içtihad iddiasındayız, bu çok tuhaf bir şey. Dolayısıyla yeni içtihadlardan bahsetmeyelim. Mevcut müktesebat ile çözülmesi gereken nevzuhur meselelerden söz edelim. Evet, sanal alışveriş, uçakla yolculuk ediyoruz namazlar kısaltılacak mı? Teknoloji yeni birtakım şeyler önümüze koyuyor; organ nakli, yüz nakli diyoruz, insan genetiğinin şifreleri çözülüyor, bununla ilgili problemler var, canlılar klonlanıyor fıkhımız bunlara ne diyor? Bu ve benzeri teknolojinin getirdiği, ortaya attığı meseleler var, bu meselelerin çözümü lazım.  Benim şahsi kanaatim müstakil içtihad iddiasına gerek olmadan mevcut mezhep müktesebatı içerisinde çözülebilecek meseleler. Çünkü içtihad gerçekten çetin bir iş. Birisi şunu bize söylemiyor: “Ben Kavaid-i fıkhiyeyi işlettim, külli kaideleri işlettim, mezhep müktesebatını işlettim ve şu meseleyi çözemedim.” Böyle bir şeyi ben şahsen duymadım. Mevcut sistem, mekanizma nerede tıkanıyor, nerede tadil edilmesi lazım, nerede yetersiz kalıyor, bunu ortaya koyan olsa da desek ki “Adamlar haklı.” Ama böyle bir şey yok, ortada bir iddia var, soyut bir şey… Efendim zaman değişti, durumlar değişti, uzay çağı oldu vs.  yeni içtihad lazım. Bu, işin slogan tarafı, bunu konuşmuyoruz.  İşin asıl özüne geldiğimizde, mevcut yapıyı işlettiniz de nerede tıkandı ki yeni bir içtihad istiyorsunuz…  Yeni bir içtihaddan korkuyor muyuz? Hayır, korkmuyoruz. Ben içtihad ediyorum diyen insan onun vebalini üstlenir, sorumlusu odur, hesabını Allah’a o verecektir. İçtihad etsin… Ama bunu yaparak bu ümmetin mazisiyle aidiyetleriyle ilişkisini, irtibatını zedelemeyelim. 

Sanki şöyle bir algı oluşuyor: İnsanoğlu dünyada var olalı beri bu noktaya kadar gelmiş, bu noktada bir külli kırılma yaşamış, bir eşik atlamış, ondan öncesi ve ondan sonrası diye bir algı oluşmuş. Biz buna modernite öncesi, modernite sonrası diyelim. Bu algı durumu aynı zamanda öncesine ilişkin de ideolojik bir algı oluşturuyor.  Bize diyor ki: “Bu modern zamandan öncesi eskimiştir, miadı dolmuştur, bugüne hitap etmez.” İşte bizim esas itirazımız bu algı durumuna. Tarih içinde yeni içtihad iddiasında olanlar var. Mesela diyelim ki İmam Suyûtî “Et-Tahaddüs bi’Nimetullah” isimli bir kitap yazmış. “Allah bana içtihad mertebesi nasip etti, bu bir sorumluluktur, ben bunun gereğini yerine getirmek zorundayım, ben içtihad edeceğim.” demiş. Fakat bunu yaparken ne mevcut mezheplere dil uzatmış ne de mevcut birikime karşı kusur etmiş. “Ben sorumluluğumun gereğini yerine getiriyorum.” diyor. “Benden önce bu binaya hizmet etmiş çok mübarek insanlar var, onlara saygımız sonsuz, hâlâ onlardan istifade ediyoruz ama Allah bana bir nimet nasip etti, ben kimseyi taklit etmeden içtihad edebilirim.” Böyle deseler bunu da bir yere kadar kaldırabiliriz ama böyle demiyorlar. “Bizden öncekileri kaldırın atın, bunların dönemi bitti, bunları çöpe atın, şimdi biz yeni şeyler söyleyelim…” İşte bu olmadı! Neden olmadı? Çünkü bu doğru bir okuma biçimi değil, bu Müslümanca değil. Bu bakış açısı tarihi, zamanı, insanlığı, bıçakla keser gibi bir eşiğin öncesi ve sonrası diye ayırmak ve böyle takdim etmek Müslümanlara mahsus bir okuma biçimi değil. Bu, gayri müslimlere, münhasıran Protestanlık sürecinden geçmiş modern batılı insana ait bir bakış açısı. İtirazımız bunadır. Böyle bir arızaya yol açılmadığı sürece bir insan “Ben içtihad edebiliyorum.” derse etsin, meselemiz o değil. 

Kişisel içtihad mı yoksa Arapların “el-ictihâdu’l-cema’î” dediği kolektif içtihad mı? 

Bu, mevcut usûl kitapları içerisinde tartışılmış. Bu caizdir diyenler var; caiz değildir diyenler var. Caizdir diyenlerin yanında yer almakta bir sakınca yok. Bugün bir insan tek başına bir Ebu Hanife (rahimehullah) seviyesine ulaşamıyorsa zorlamanın da bir anlamı yok. Konuyla ilgili ehil, müstakîm insanlar bir araya gelir, her biri meseleye farklı bir açıdan bakar, ortak bir akıl oluşur ve bu ortak içtihad ümmetin problemlerini çözer. İçtihad dediğimiz gene fetvadır, tercihtir, tahricdir, temyizdir, bunun altını çizelim. Öbür türlüsü de olur, ona da teorik olarak itiraz etmeyiz. Gerçekten ehil insanlar olur, ortaya kolektif bir usûl-i fıkıh koyarlar, orijinal bir usûl-i fıkıh koyarlar, “Biz orijinal bir çalışma yaptık, mevcut usûl-i fıkıhların hiç birine benzemiyor, gerekçelerimiz şunlardır…” derler, o zaman tartışılır, rüştünü ispat etmiş bir şey ise ‘tamam’ denir; siz de buyurun içtihad edin, itiraz olmaz. Ama tekraren söyleyeyim; ister ferdî olsun, ister kolektif olsun günümüzde ihtiyaç duyduğumuz şey mutlak içtihad değil, mutlak müçtehid değil, mevcut yapıyı çalıştıracak ehil insanlar…

 

Allah Gaybı Bilir ve Dilediğine Bildirir

“Gaybı Allah bilir.” anlayışı yeterince doğru anlaşılıyor mu? 

Buna itiraz etmek mümkün değil. “Bu, böyle değil.” demek küfürdür. Asıl problem şu: Allah gaybı başkalarına bildirir mi? Bildireceğini gösteren ayetler var: 

“...Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir)...” (Âl-i İmrân, 3/179)

“O gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resüller başka…. (Onlara bildirir.)” (Cin, 72/26-27)

Demek ki Allahu Teâlâ razı olduğu elçilere -bu melek olabilir, peygamberler olabilir- gaybı açabilir, onlara gaybtan haberler verebilir, vermiştir de…

Kur’ân-ı Kerîm’de Musa aleyhisselam ve Hızır aleyhisselam kıssası bunun en net, en bariz misalidir. Musa aleyhisselam bir peygamber ve Hızır aleyhisselamın bildiklerini bilmiyor. Hızır aleyhisselam bir çocuğu öldürüyor, Musa aleyhisselam dayanamayıp itiraz edince, Hızır: “Çocuğun anası babası iyi insanlardı, onları tuğyana ve küfre sevk edecekti, onu bunun için öldürdüm. Allah onlara daha müstakîm bir çocuk nasip edecek.” diyor. Bu bilgi, Musa aleyhisselamın bilmediği bir bilgi. Demek ki Allahu Teâlâ dilediği kullarına gaybı bildirir. Ama biz bunu Peygamberler dışında münhasıran şu insan gaybı biliyor diye işaretlememiz çok zor. Bunu ancak yaşanmış, tecrübe edilmiş olaylar üzerinden bilebiliriz. Dolayısıyla şu anda yaşayan bir insan için, falan kişi gaybı biliyor… Bilemeyiz ki… Gaybı bildiğine dair bir şey görmüş olmamız lazım, o zaman karar verebiliriz; “Bu kişi biliyor ya da bilmiyor.” diyebiliriz. Biz işin teorisini konuşuyoruz. Teorik olarak Allahu Teâlâ gaybı başkasına bildirir mi, bildirir; Peygamberlere bildirmiş mi, bildirmiş. Hızır aleyhisselam veli miydi, Peygamber miydi tartışmalı; Kur’ân’da bu hususta bir netlik yok. Bazı tefsirler diyorlar ki veliydi, bazıları da peygamberdi diyorlar. Sonuç olarak Allah’ın bildirmesiyle  gaybı bildiği kesin. 

 

“Evliyanın Kerameti Haktır”

Bizim akaid kitaplarımızda “kerametü’l evliya hakkun” yani “evliyanın kerameti haktır.” diye çok sarih, açık, net ifadeler var. Biz Ehl-i Sünnet olarak buna böyle inanırız. Bir insan “Evliyanın kerameti hak değildir, keramet diye bir şey yoktur.” derse biz ona deriz ki: “Sen Ehl-i Sünnet’in dışına düşüyorsun, çünkü bu Ehl-i Sünnet’in ortak itikadıdır.” Sahabe-i kiram’ın hayatına baktığımızda onların da gayba ilişkin verdikleri haberler var. Mesela Hz. Ömer, İslam ordusu dağın arkasından gelecek bir tehlikeden habersizken, Medine’deki minberden “Ya Sariye! El cebel, el cebel…” diye bağırıyor. Sariye de yüzlerce kilometre öteden bu sesi duyuyor ve dağın arkasından gelecek tehlikeye karşı tedbir alıyor. Bu tarihin kaydettiği bir olay. Ve üstelik evliya kerameti olarak anlatılan şeyler o kadar fazla ki bunları sayıya hesaba sığdırmak mümkün değil. “Tevatür” dediğimiz şey tam da bu işte. O kadar çok anlatılıyor ki bunları tasnif edip bir kitapta toplamanın imkânı yok. Yusuf Nebhani (rahimehullah) “Keramatü’l Evliya” diye iki ciltlik bir kitap toplamış. Okuduğunuzda bakıyorsunuz ki evliyanın kerameti diye nakledilen şeyler tevatür, bunun inkârı mümkün değil. Bunu niye tartışıyoruz? Birincisi Kur’ân-ı Kerîm’i ideolojik bir gözle okuyoruz, farklılık arayışı gibi bir saplantımız var, Kur’ân’ı da farklı anlamak istiyoruz, dini de farklı anlamak istiyoruz, böyle bir farklılık saplantımız var. İkincisi, kökü, kaynağı dışarda ideolojiler panayırı var; Vehhabi ideolojisi var, modernist ideoloji var, Şia ideolojisi var. Bunlar her tarafta faaliyet icra ediyorlar. Bunlar arasında da ideolojik bir tespit olarak, bir farklılık olarak evliyanın kerametini inkâr eden tavır var. Vehhabilerde bunu çok net görüyoruz. Yazık ki ümmet bunları 1435 sene sonra tartışıyor, yazık, bu ümmetin enerjisine yazık. Biz bu dini yeni öğrenmedik, bu kitap yeni gelmedi, bu ümmet 1400 küsur senedir bu dini yaşıyor. Bu kitabı anlıyor, anlatıyor, tefsir ediyor, bunu hayata aktarıyor. Dünyanın görüp görebileceği en muhteşem medeniyetleri kurmuş bir tarihi tecrübemiz, geçmişimiz var. “İnsanlık bir eşik atladı.” şeklindeki modernist okuma maalesef burada da karşımıza çıkıyor. “Bizden evvelkiler Kur’ân’ı gereği gibi anlamadı, anlayamadı, şimdi biz anlayacağız…” Öyle mi? Böyle bir modern savrulma durumu var. 

 

İsa as.’ın Nüzulünü Sadece Ehl-i Sünnet Değil, Bid’at Fırkalar Bile Benimsiyor

Hz. İsa’nın nüzulü konusunda Ehl-i Sünnet’in görüşü nedir?

Gerek Peygamber Efendimiz (sav) döneminde gerek sahabe döneminde Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar, hep temas halindeydiler. Efendimiz (sav)’in Yahudilerle ve Hristiyanlarla temasları oldu.  Mecran heyeti Medine’ye geldi. Medine civarında Yahudi kabileleri vardı, onların Efendimiz’e yönelttiği bazı sorular vardı, hadislerde bunları görüyoruz.  Gerek Tevrat’a ilişkin gerek Musa aleyhisselama inen vahye ilişkin bir temas var. Yahudiler diyor ki: “Biz İsa’yı öldürdük.” Hristiyanlar diyor ki: “İsa dirildi göğe çıktı.” Müslümanlar bu iddialardan haberdar. Yahudilerin “Biz İsa’yı öldürdük.” şeklindeki iddialarına Kur’ân-ı Kerîm fiilen kapıyı kapatıyor: “Bir de inkârlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük.” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler.” (Nisâ, 4/156-157)

Peki, Hristiyanların “İsa’yı öldürdüler, İsa üç gün sonra dirildi, göğe kaldırıldı.” iddiasına Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye ne diyor? “…Oysa onu öldürmediler ve asmadılar… Onu kesin olarak öldürmediler…” “Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/157-158) ayetlerinden de anlaşılacağı üzere bu iddiaya böyle bir mukabele var. Öte yandan “İsa öldü.” ifadesini tek bir tane hadiste görmüyoruz, tek bir rivayet bile yok. Tam aksini gösteren mütevatir rivayetler var. Peki, ne diyeceğiz o zaman? Gerçekten İsa aleyhisselam öldüyse Efendimiz (sav) bunu bir kere olsun dile getirdiyse sahabe-i kiram bu hadisi rivayet ederdi. 

İsa aleyhisselamın ref’i ve nüzulü konusu sadece Ehl-i Sünnet’in değil, diğer bid’at fırkaların bile benimsediği bir şeydir. Mutezile de Şia da bunu söyler, onların ortak kanaati budur. Dolayısıyla bu müsellimattan bir meseledir, son zamanlarda tartışılıyor olması maalesef bu ümmetin bir talihsizliği. 

 

Ehl-i Sünnet’in hadise bakışıyla Ehl-i Sünnet dışı fırkaların bakışı arasında genel farklılıklar var mı? Ayrıca bu durum sahabe efendilerimize bakışla alakalı mı?

Şüphesiz farklılıklar var.

Ehl-i bidat derken bunları tasnif etmek lazım. Şia’nın sahabeye bakışı bellidir. Kendi “masum imamlar” silsilesi dışında kimden gelirse gelsin hiçbir rivayet onlar için bir şey ifade etmez. Münhasıran bu silsileye bakarlar, dolayısıyla bunlar için hadislerin de sahabenin de bir önemi yok. Mutezileye baktığınızda genel olarak sahabeye karşı bir tavırları yok gibi görünür ama hadislerle problemli oldukları için sahabenin özellikle tek kişinin rivayeti konusunda bir adalet problemini gündeme getirirler. Diyelim ki sahabeden Makıl bin Yesar (R.anh), bize birkaç tane hadisi gelmiştir. Mutezile için bu bir problemdir. “Bu adam kim, buna güvenebilir miyiz?” gibi bir problemleri vardır, sahabenin adaleti meselesi. Dolayısıyla da rivayetlerle de ilgili problemleri var. Bugüne getirdiğimizde, modernistler günümüzün ehl-i bid’atı; bunların sahabeyle de hadislerle de problemi o kadar bariz ki ayrıca ifade etmeye gerek yok. Hadis meselesi modernistler için mutlak suretle dinin dışına atılması gereken bir alandır. Hakeza sahabeye de aynı şekilde bakarlar: “Sahabe dediğiniz insanları kutsamayın, kutsallaştırmayın, bunlar da insan, birbirlerini öldürmüşler, kavga etmişler, savaşmışlar… Dolayısıyla elimizde güvenebileceğimiz kaynak Kur’ân var…” diyorlar. 

Vehhabilere baktığımızda onlar sanki hadise, sünnete önem verirmiş gibi görünür ama orada da şöyle bir tehlike var: Hadis ve sünnet meselesinin içinden sağlıklı bir şekilde çıkabilmek için bir usûl etrafında bakmak lazım. Bunlarda usûl yok. Usûl olmayınca pek çok problem oluyor. Bu adamlar sanki hadise karşı daha bir hürmetkârdır, daha bir ihtimam gösterirler, öyle görünür ama usûlsüz ve sistemsiz baktıkları için oradan problemden başka bir şey çıkmıyor.

Hadisler bizim için vazgeçilmezdir, sahabe bizim için vazgeçilmezdir ama Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden farklı kılan en önemli hususiyetlerden biri Ehl-i Sünnet’in bir usûlü vardır, usûl-ü dini ve usûl-ü fıkhı vardır. Bu iki sistem Ehl-i Sünnet dışında başka bir fırkada aradığınızda var mıdır? Bulursunuz ama Ehl-i Sünnet’ten kopya ederek almışlardır.

Mesela Şia’da bir usûl-ü fıkıh var mıdır, vardır… Peki, ne zaman oluşmuş? Çok eskiden Ehl-i Sünnet’ten kopya ederek oluşmuştur.

Hafız Zehebi diyor ki: “Ehl-i Sünnet dışında başka hiçbir fırkanın usûl-ü hadisi yoktur. Çünkü hadisle ilgili problemleri var.” Ne yaparsanız yapın kapı gelip usûle çıkıyor.