Niçin Ehl-i Sünnetiz?

Bir Kutsal Kitap En İyi Kendi Peygamberi Zamanında Anlaşılır

Bir kitap ve şeriat ile gelen peygamberlerin, getirdiği şeriatı tam olarak bilememesi veya yanlış uygulaması gibi bir durum mümkün olamayacağından, her şeriat en güzel ve en doğru bir şekilde kendi peygamberinin yaşadığı zaman dilimi içinde anlaşılır.

Kutsal metinler üzerinde oynamalar tahrif gibi ameliyeler ise peygamberlerin sağlığında değil, onların vefatlarından sonra aradan geçen uzun yıllar ve devirler neticesi vuku bulur. Peygamberlerin vefatıyla beraber, yanlışı düzeltmek ve doğruyu sormak için bir haber kaynağı kalmadığından, zaman içerisinde şeriatın aslından uzaklaşmalar, kopmalar başlar. Bir zaman gelir ki kutsal metin nerdeyse tamamen değişmiş, beşeri bir kitaba dönüşmüş olur. Nitekim Kur’ân’dan önceki kutsal kitaplar tam da bu şekilde tahrif edilerek kutsal olma vasfını kaybetmişlerdir. Ama son kitap olan ve en son nebiye gelen Kur’ân, bu tür tahrif ve tahripten “Zikri (Kur’ân) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) şeklindeki ayetin teminatı ile korunmuştur. Evet, bu iddia bir mucizedir. Bu mucizeye insanlık tanıktır. Zira aradan geçen 1400 yıl gibi çok uzun bir süreye rağmen hâlâ Kur’ân’ın bir noktasına bile dokunulamamış bir harfi dahi değiştirilememiştir.

Yukarıda tespit ettiğimiz bir gerçeği burada tekrar ederek diyebiliriz ki Kur’ân ayetlerinin en doğru bir şekilde anlaşılması, açıklanması, tefsir edilmesi, yorumlanması ve yüce Allah’ın muradına en uygun bir şekilde yaşanması yine ancak Hazreti Peygamber’in (Aleyhisselam) zamanında olmuştur. Zira Allahu Teâlâ ile vahiy yollu iletişimin devam ettiği ve Cebrail isimli vahiy meleğinin hata yapmaya imkân vermediği bu zaman diliminde yüce Kur’ân, Allahu Teâlâ’nın muradına en uygun bir şekilde hem anlaşılmış ve hem de tatbikatı ve uygulaması yapılmıştır. Bu gerçeği kimsenin tartışma konusu bile yapamayacağı ortadadır. Kur’ân’a ait bu realite sahabelerin zamanında yaşanmış olan İslam anlayışı için de geçerlidir. En az dört halife devrinde de böyledir. Her ne kadar sahabeler arasında bazı ihtilaf ve savaşlar olsa da, sadece hilafet meselesine yönelik farklı içtihat ve yorumlardan olmuş ama Kur’ân’ın aslı ile itikadi ve ameli çok önemli mevzular üzerinde sahabeler arasında tartışma, farklı anlama ve farklı uygulama olmamıştır.

Sahabeler Hazreti Peygamber’den Gördükleri Şekilde İbadet Ediyor, Kur’ân’ı O’nun Tefsir ve Yorumu ile Öğrenip Yaşıyorlardı

Kur’ân’ı Peygamber aleyhisselamdan en doğru bir şekilde öğrenen sonra da O’nun (Aleyhisselam) refakat, denetim ve gözetiminde bizzat yaşantılarına aktaran sahabeler, bu fani âlemden göçene kadar Resulullah’tan (Aleyhisselam) öğrendikleri şekilde Kur’ân’ı anlamayı ve O’na uygun bir şekilde yaşamayı tavizsiz sürdürmüşlerdir. Sahabelerden birini namaz kılarken, oruç tutarken, abdest alırken, hac yaparken, zekât verirken vs. gören bir kimse şuna kanidir ki sahabeler Hazreti Peygamber’den gördükleri şekilde ibadet ediyor, Kur’ân’ı onun tefsir ve yorumu ile yaşıyorlar.

Ne Hazreti Peygamber’in (Aleyhisselam) sağlığında ne de vefatından sonra sahabede şöyle bir anlayış hiçbir zaman olmadı: “Kur’ân Arapça biz de Arabız.  Bu Kur’an’ı herhangi bir kimseye sormaya, özellikle Hazreti Peygamber’e danışmaya gerek yok.” Böyle bir şeyi asla demediler. İnen her ayetin manasını, yorumunu, uygulama şeklini bizzat Efendimiz’den (sav) öğrenmek istediler. O’nun (sav) açıklamalarını merak ettiler. Bu tutum ve davranış aklı kullanmanın, Allah’tan korkmanın ve Resulullah’a saygı duymanın ta kendisi değil miydi zaten?

Şu ayetleri nasıl anlamak gerekiyorsa öyle anladılar. Doğru anladılar ve doğru yaşadılar: “Apaçık beyan eden Kitap’a andolsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 43/2-3)

“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Zümer, 39/28)

 

Kur’ân’ın İşlerlik Kazanması İçin Açıklanmaya İhtiyacı Vardır

Kur’an’ın her meseleye çözüm olabilmesi için onun sünnetle ve içtihatlarla açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu yorumların, içtihatların yapılabilmesi için ise peygamberin ve içtihat yapabilecek âlimlerin varlığına ihtiyaç kaçınılmazdır. Nitekim asrı saadette de durum böyleydi. Kur’an ayetleri ortada idi ama birçok meselenin nasıl yapılacağı, nasıl uygulanacağı bilinmediğinden Hazreti Peygamber’e (aleyhisselam)  bu türden meselelerin arzları hiç bitmedi. Yani hep Hz. Peygamber’e danıştılar. 

Zira çok açıktır ki İslam’ın temel esaslarından olan namaz, oruç, hac, zekât gibi vecibelerin hiçbiri Kur’ân’da detaylandırılmamıştır. Bu detayların tamamını sünnetten öğreniyoruz. Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) şu hadisleri de bu gerçeğe işaret etmektedir: “Namazı nasıl kıldığımı gördüyseniz siz de öyle kılın!” “Haccın vecibelerini benden alın/benden öğrenin.”

Bunlar gayet normal şeylerdi aslında, o zaman kimse bu tavrı yadırgamadı. Dolayısıyla bu devirde sadece Kur’ân değil, Peygamberimiz’in (sav) uygulamalarını içeren bir külliyat daha birikti ki çok önemliydi bu bilgiler. Bir dönem Kur’ân’la karışmasın diye hafızalarda korundu bu çok önemli bilgiler, sonra bunlar yazılara döküldü öyle saklandı.

Neticede, Peygamberimiz’in (sav) vefatından sonra da büyük sahabeler topluluğu İslam dinine ve Kur’ân’a akıllarına göre yeni yorumlar ve anlamlar yüklemeden Efendimiz’den gördükleri en doğru olan uygulamayı titizlikle sürdürdüler. Ancak, Efendimiz zamanında başa gelmemiş bir iş, bir olay, bir mesele için ise önce Kur’ân’a sonra Efendimiz’in uygulamalarına bakarak bir çıkış yolu bir çözüm aradılar. Aklı burada doğru kullandılar, şimdikilerde olduğu gibi hemen “sadece akıl” demediler. Bundan tabii de ne olabilir.

 

Belli Odaklar Kur’ân’la Hazreti Peygamber’in İrtibatını Kopardılar

Kur’ân’ı bozmak ve Müslümanlar arasına ihtilaf, ayrılık sokmak isteyen fitne odakları Hazreti Peygamber’den sonra, “Kur’ân ortada ve Arapça bir kitap, biz de Arabız ve Arapça biliyoruz, kelimelerin anlamlarını kimseye sormamıza ihtiyacımız yok. Allah bize akıl vermiş, kimseden akıl alacak değiliz. Peygamber’in anladığını biz de anlarız, Peygamber’in yorumuna ihtiyacımız yok...” gibi bahanelerle Kur’ân’ı sadece Arapça kelimelerin anlamları ve kendi akılları doğrultusunda yorumlamaya başladılar. Genellikle gerekçe olarak Hazreti Peygamber’in (sav) yorumuna ihtiyacımız yok demek yerine, önce sahabeler arasında bir kin, bir düşmanlık peyda ettiler. Sonra da “Sahabeler hadisleri kendi menfaatleri doğrultusunda değiştiriyor, bozuyor; Efendimiz’in yorumu olduğunu nereden biliyorsunuz?” dediler. Bu türden asılsız gerekçelerle bir taraftan büyük sahabeleri gözden düşürüp onlar hakkında su-i zanlar oluşturdular. Bir taraftan da hadislere güvensizlik gibi çok büyük bir fitneyi Müslümanlar arasına soktular. Bunda bir ölçüde başarılı da oldular. Belli bir zümreyi fitneleriyle kandırıp zehirlediler.

Sahabeleri gözden düşürünce Hazreti Peygamber’in (sav) Kur’ân’ı tefsir ve yorumları da otomatikman düşmüş oldu. Böylece çok sinsice ve kurnazca bir tuzakla, Kur’ân’la Hazreti Peygamber’in irtibatını kopardılar. Geriye, Kur’ân’ı Arapça bilgisi ve akıl ile yorumlama yönteminden başka bir şey kalmadı. Efendimiz (sav) sağlığında bir mucize olarak bu fitnenin çıkacağını gördü ve gelecek fitneden ümmetini uyardı: “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın ‘Size (Hz. Peygamber’in sünneti/hadisleri değil) sadece şu Kur’ân lazımdır. Onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!’ diyeceği (günler) yakındır...” (Ebu Davud, Sünnet, 5(6), İmaret,33; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî, Mukaddime,49; Ahmed b. Hanbel, 2/367, 4/131-132, 6/8).

Tirmizî’nin bir rivayeti de şöyledir: “Dikkat edin! Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaştığında -koltuğuna yaslanmış bir halde- ‘Bilmiyorum, Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız) derken’ bulmayayım.” (Tirmizi, İlim,10) Tirmizî, bu hadisin hasen-sahih olduğunu belirtmiştir. 

İşte İslam âlimleri bu gibi hadislere dayanarak, özellikle böyle kafası karışık insanlara birçok hükmün Allah Resulü’nün (sav) sünnetiyle sabit olduğunu söylemişlerdir. İmam Şafi gibi bazı büyük âlimler bu hadislere dayanarak “Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’ân’ın bir tefsiri, bir açıklaması hükmündedir.” diye belirtmişlerdir.

Dolayısıyla Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat sadece Kur’ân’a değil Hazreti Peygamber’in (sav) sünnetlerine ve o sünnetleri bizlere nakille ulaştıran sahabelere de sahip çıkan bir topluluğu ifade ediyor. Zira sahabeleri yok saymak, peşinden sünneti yok saymayı getiriyor ve geride Kur’ân’dan başka bir şey kalmıyor. Bu ciddi bir tuzaktır, çok dikkatli olmak gerekir. 

Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’in tanımı şu hadîs-i şerîfte açıkça görülmektedir: “Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72’si cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve ashâbımın yolunda gidenlerdir.” (Tirmizi, İbni Mace)

Bu ayet de uyarıcıdır: “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisa, 4/115)

Kendilerine Ehl-i Hadis değil de Ehl-i Kur’ân diyen zümreler tarih boyu olmuştur, şimdi de olacaktır. Bu insanlar Kur’ân’ı Hazreti Peygamber’den daha iyi anlama iddiası ile ortaya düşüp “Kur’ân İslam’ı” diye kendi yorumlarına, bidat inanış ve amellerine insanları sürükleyebilirler. Müslüman kardeşlerimizin bu konuda dikkatli olmaları gerekir.

Arapçada bir kelimenin birçok anlamı olabilir. Şimdi bu kelimelerin Hazreti Peygamber zamanında anlamları bilinmiyor muydu? Bu kelimelerin yeni anlamlarına bakarak yeni yorumlar, yeni mealler ve tefsirler, bir müceddid edası ile yapılıyor. Büyük İslam âlimlerinin, Allah dostlarının adının geçtiği yerlerde onlar hafife alınıyor, istihza ile adları zikrediliyor. Bilmek gerekir ki Allah dostlarını hafife almak, o büyükleri değil bu saygısızlığı yapanları küçültür.

Netice olarak, Ehl-i Sünnet uleması “İslam’ı en iyi Hazreti Peygamber (Aleyhisselam) bilir ve en güzel şekilde yorumlar.” diyerek kendi Arapça bilgileriyle veya akıl ile ulaştıkları yorumların değil,  Hazreti Peygamber’in ve ashabının anladığı ve yaşadığı İslam’ı öğrenmenin peşine düşmüşlerdir. Titizlikle Kur’ân’ı topladıkları gibi hadisleri de toplamaya özen göstermiş, bu konuda çok ciddi hayrete şayan çalışmalar yapmışlardır. Bu anlamda mezhep imamlarımızdan ve hadis imamlarımızdan Allah razı olsun. Hazreti Peygamber’in uygulamalarını, sahih sünnetlerini ve sahabelerin yaşantılarını ve yorumlarını dikkate alarak çok titiz çalışmalar yapmış, İslam’ın iman ve amel esasları konusunda eserler vücuda getirmiş, bunun için bir ömür ihlâs ve gayretle çalışmışlardır. Bize düşen bu büyüklerin izinden gitmek, onları şükran ve minnetle anmak ve arkalarından hayırla dua etmektir. Zira çok zor ve çok büyük bir görevi bizlerin üzerinden almış, işlerimizi kolaylaştırmışlardır. Dört hak mezhep imamı olarak meşhur olan mezhep imamlarımız; İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, İmam-ı Hanbel (rahmetullahi aleyh) ve itikatta İmam-ı Maturidi ve İmam-ı Eşari, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat akide ve ibadet esaslarını bizler için sistematize etmiş, bunun için ihlâs ile bir ömür üstün gayret ve çaba sarf etmiş kıymeti çok yüksek İslam âlimleridir. Binlerce yıldır Müslüman ecdadımız onların tuttuğu ışıkla yollarını bulmuş, nice büyük Allah dostları bu mezhepleri taklit ederek Allah’a vasıl olmuş, yüce makamlar sahibi olmuşlar. Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Hz. Mevlana gibi niceleri bu mezhepleri taklit ile en yüksek derecelere ulaşmışlar. Dolayısıyla Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok, herkesin müçtehid olmasına da…  Zaten böyle bir şey mümkün de değil, herkes haddini bilmeli…

Allah’a (c.c) emanet olun.