Dr.Fahrettin Er’le Dopdolu Bir Hayatın Çarpıcı Yönlerini Konuştuk

 

FEYZ: Fahrettin bey, nedir bu yabani armutların ehlileştirilmesi… 

FAHRETTİN ER: Kainatın efendisinin her hadisinin faklı meslek gruplarından insanlar için farklı anlama yönü vardır. Ben hem biyolog hem doktor biri olarak devletimizin yıllar içerisinde yaptığı ormanlardaki ağaç ekim işlerini takdir ediyorum. Fakat Manisalı olduğum için, Manisa İzmir arasında 1950’den sonra devletimiz, Orman Genel Müdürlüğü vasıtasıyla 500 milyon çam ağacı dikmiş, şu an çok güzel, müthiş, yemyeşil bir deniz. Ama oralarda hep gezerken bir şey fark ettim. Ormanlar yeşil ama içinde öten bir kuş bulmak çok zor…  Kendi kendime düşündüm. Bu ormanlarda niye kuş yok? Niye kuşlar konup konup göçmüyor gruplar halinde. Hani Erdem Beyazıd’ın bir şiiri var. “Çalıların arkasından ansızın gelen kuşları jandarma baskını sanan…” diye. Yani, ormanlarda binlerce milyonlarca ağaç ekilmiş ama kuşlar içinde yok. Yani Cenab-ı Hak’kın yaratmadaki hikmeti gözetilmemiş. Bizim bildiğimizde ağaç varsa kuş vardır ama bizim ormanlarımızda ağaç var ama kuş yok… Niçin biliyor musunuz? Tek bir anlayışla, sadece çam ağaçları ekildiği için… Çünkü kuşlar çam ağaçlarında yiyecek bir şey bulamaz. Onların orada hayat bulup, nesillerini devam ettirmesi, çeşit çeşit kuşların, kuşlara bağlı bitkilerin olması için çok sayıda taneli ve meyveli gıdaların olması lazım… Düşündüm Manisa’da dağlardaki ormanlarda ne yapabilirim diye. Ormanlarda şeftali ekseniz olmaz, muz ekseniz olmaz, üzüm bağları olmaz… ama ne olabilir diye baktım, çam ağaçlarının arasında bolca, “yabani ahlat” dediğimiz, armut ağaçları var. Halkın ahlat, “yabani armut” dediği…meyvelerinin olmadığı ya da çok az olduğu, verimsiz, kuşların yiyemeyeceği sert meyveleri var. Ama bunları aşılarsak, aşı yaparsak, çeşit çeşit, çok verimli, kokulu; bütün kuşların, bütün böceklerin, arıların, kelebeklerin yiyebileceği armutlar olur diye düşündüm ve 1999 yılında Manisa Spil dağında yabani armutları aşılamaya başladım. Kendim bir Yörük çocuğu, köy çocuğu olduğum için, hem Fen Fakültesi, hem Tıp Fakültesi mezunu olduğum için, bu konuda bilgi birikimim yeterliydi, cesaretim de vardı... Aşı yapan insanlar da buldum yevmiyeyle… aşılamaya başladım. İlk aşıladığım armutlardan fevkalade sonuçlar alınca, her yıl devam ettim. Yabani armutları akıllı armutlara aşılayarak çeviriyordum. Sekiz çeşit armut aşılıyordum. Şöyle ki; Mayıs ayında olanından tutun da Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Kasım ayına kadar, her biri ayrı mevsimde oluyor… Ne olmuş oluyordu?.. Bütün kuşların,  böceklerin yumurtlama ve üreme mevsimlerinde ormanda ideal bir gıdayı yapmıştım… Böcek, kurt, kuş olunca, tilkiler de oluyordu. Tilkilerin çoğalması demek, biliyorsunuz, domuzların domuz yavrularının yegane düşmanı tilkilerdir. Bu da domuzların azalması demektir. Yani tabiatta dengenin olması demektir. Tabii ormanlara bakarsanız bunu böyle görürsünüz. Cenab-ı Hak, her tür ağacı karışık yaratmış… Hiç siz kızıl çam serisi, kara çam serisi ya da beyaz çam serisi ormanlar görmezsininiz… Yanında kavak da görürsünüz, yabani meşe, palamut da görürsünüz. Bir ahlat görürsünüz, bir kızılcık, bir gelincik, erguvan da beraber görürsünüz, çam ağacı görürsünüz. Çeşit çeşit ağaçları bir arada görürsünüz. Ama insanoğlu daha ekonomik boyutlu baktığı için, çam ağaçlarını, sıraya geç tarzıyla hepsini aynı cinsten diker. Bu sefer ormanlarda zararlı kurtlar, yiyecek kuş olmadığı için çamlara zarar verir. Ben ormanların içini ağaç yönünden zenginleştirince, tabii flora ve fauna beraber olunca, yaratmadaki esas hikmet ortaya çıkmış oldu. Onun için, ben bu işi yapıyorum. Şimdiye kadar 1500 tane ağaç aşıladım. Manisa’da belli bir bölgede yaklaşık 100.000 yabani ahlat var. Tahmin ederim ki ben bunu 10 yıl içinde bitiririm. Bitirirsem, yaklaşık, ormanların beşte biri meyvelerle dolu olur. İnanıyorum ki Manisa’daki ormanlarda dağlarda kendiliğinden, balların akacağı, yabani arıların gelip yuva yapacağı yerler olacak… Çünkü,  marifet iltifata tabidir. Kuşun, böceğin, arının yiyeceği bir şey varsa zaten koşarak gelecektir. Ben bunun peşindeyim. Ben bunu şunun için yaptım. Efendiler efendisine diyorlar ki “yarın kıyamet kopsa ne yapalım?” “Ağaç dikin!” buyurıyor…Ben de bunu şöyle anlıyorum, yarın kıyamet kopsa ne yap; yabani ağaçları aşıla.. ehlileştir, daha faydalı hale getir… Ben bu hadisi böyle anladığım için, böyle algılamak istediğim için bunları yaptım… 

FEYZ: Fahrettin bey, çok yönlü kişiliğinizi biliyoruz. Bir doktorun hayatı açısından ele alırsak…

FAHRETTİN ER: Bu beni rahatlatıyor. Hafta sonları, Pazar günleri dağlara gitmek, aşı yapmak… Çocuğum gibi seviyorum onları. Kendimden bir parça.. İnsanlar armutları yiyorlar, bazıları diyorlar ki, “Doktor bey bu senin armutlardan. Sana getirdik…” O kadar memnun oluyorum ki, dünyaları verseler buna değmez...Mülkiyeti bana ait değil ama bizim bunun mülkiyeti, hepimizin, Türkiye’deki herkesin mülkü olduğu için, milli ormanlara milli parklara ait ağaçları aşılıyorum, fisebilillah herkes yesin diye. Bunun dışında, tabi bu çevreci anlayış bana göre. Yani benim inanç sistemimdeki çevreci anlayış bunu emrediyor. Törensel olarak bir kere gidip, orada burada ağaç dikmek değil. Her mevsim, her yere uygun, fıtrata uygun şekilde yapmak. 

FEYZ: Burada bir mensubiyet şuuru görüyoruz, sadece toprak meselesi değil...

FAHRETTİN ER: Dünyanın birçok yerini gezdim ama böyle hep arzu ettiğim yer, memleketime, doğduğum ve doyduğum yerlere geri gelmek… En çok sevdiğim yer bana göre orası. Herkese, doğduğu yer çok güzel geliyor olabilir. Bu, insanın fıtratında gizlenmiş gizli bir şifre. Herkes aynı yeri sevseydi dünyada kıyamet kopardı. Sana göre çirkin gelen yeri başkası seviyor. O öyle büyük bir nimet ki, Çinliler ülkesini sevmeseydi, Hintliler ülkesini sevmeseydi ne olurdu… Buralarda yaşayabilir miydik? Allah onlara da oraları sevdirmek için sebepler halketmiş, bu gizli bir şifre. Tabi benim bir Manisalı olmam, 700 yıllık Beylikler döneminden kalan bir Yörük aşiretine mensub olmanın verdiği birşey. Yani benim ecdadım benim atalarım benim dedelerim, Osmanlı’dan önce oraya gelen ilk alperenlerden, ilk akıncılardan, ilk oğuz boyundan insanlar olduğu için; tabiatla iç içe olduğumuz için, belki beni bu yöne itmiş, çekmiş olabilir. 

FEYZ: Yörüksünüz ama modern hayattan üst düzeyde istifade edenlerdensiniz…

FAHRETTİN ER: Ben kıl çadırı hiç hatırlamıyorum. Manisa’da kurduğumuz Manisa Yörükleri ve Kültür Yardımlaşma Derneği’yle, kaybolan, kendimize ait değerler tekrar hatırlansın, bir maya olsun, bir tutkal olsun, insanları birbiriyle kaynaştırsın diye bir dernek kurduk. Orada kıl çadırı tekrar gördüm, tekrar imal ettirdim, tekrar kurdurdum. Manisa’daki bütün etkinliklerde, mesire yerlerinde, bayramlarda çadırı kuruyoruz. İçinde etkinlikler yapıyoruz. Hani bir şey vardır, 

Başka dil gece bize sapmayız eski köke

İstanbul Türkçesi en saf en ince bize gibi, ben kökümü soyumu inkar eden soysuzlardan değilim. Ben buyum, ben bir Yörük çocuğuyum, köylü çocuğuyum, tabiatla iç içeyim. Ama modern dünyanın nimetlerinin de benim için yaratıldığını, bunda payımın ve hakkımın olduğunu biliyorum ve inanıyorum ve bunu da istiyorum. 

FEYZ: Çalışmalarınızı devlet erkanı da sizinle paylaşıyor mu?

FAHRETTİN ER: Manisa’daki bütün yerel gazeteler hatta Türkiye çapındaki ulusal gazeteler, Cumhuriyet, Radikal, Hürriyet, Sabah, Milliyet hepsi bunu haber yaptı. Hatta Türkiye’deki beş ulusal kanalda ana haberlere bu konu oldu. TGRT, STV, kanal 7, CNN ve Hilal tv’de ana haberlerde yayınlandı. Sokaklarda bile, hiç tanımadığım yerde insanımız tanır hale geldiler. Çünkü insanımız bu tür şeylere hasret… Yani bir ağaç dikene.. Bakın çok büyük bir ceviz ağacı, kestane ağacı görüyorsunuz. Bunu diken adam belki meyvesinden hiç yemedi. Yüzyıl sonraki birisi yiyor. Hiç emeğiniz yok, siz yiyorsunuz… Ama diken adamın da hiç nasip olmamış olabilir. Çünkü ceviz ve kestane ağaçları çok geç meyve verirler. Onun için, bunlar torunlarımıza miras bırakacağımız şeylerdir. Benim yediğim ceviz ağacını ben dikmediysem, benim diktiğimi de benim yemem gerekmiyor. Başkaları yesin… 

FEYZ: Günümüz insanı, özellikle gençler, kendi hanelerine bundan “bölüşmeyi, paylaşmayı” alacaklar…

FAHRETTİN ER: Bu, paylaşma… Gençliğe çok faydası var. Kahvehane köşelerinde oyun oynama peşinde koşan bir gençlik. Uyuşturucu ve sigaraya başlama yaşının hızla düştüğü bir ülkede, çocuklarımıza gençlerimize, zevk alabileceği pozitif uğraşlar, hoşlanabileceği, bu benim eserim diyebileceği uğraşlar üretiyor. Bu, her ülkenin gayri safi milli hasılasını arttırır. Hem kendine primer kazanç sağlar, hem beden sağlığı, hem ruh sağlığı sağlar. Hem de kötü yöne meyletmeyi önlemiş olur diyorum. Bu, Manisa’da birçok insana örnek olmuştur. Benle beraber, birçok arkadaş bana yardımcı olmak için zaman zaman para verirler, zaman zaman da fikri destek de olurlar. Onun için bütün gazeteler, gönüllü olarak bu haberleri yayınlamak istediler. Buna Türkiye’deki, “Hayrettin Karaca’nın bir başka versiyonu” dediler. O, Meşe palamudunu Anadolu toprağıyla buluşturuyor, siz de Anadolu’daki meyve vermeyen ahlatları akıllı armut filizleri dallarıyla buluşturaraktan büyük bir iş yapıyorsunuz diye, devlet erkanından da büyük bir memnuniyet, teşekkür ifadeleri aldım. 

FEYZ: Başka ilgi ve alakalarınızın olduğunu da biliyoruz, mesela ebru…

FAHRETTİN ER: Ben ebruyu şunun için seviyorum. Ebru sanatında Cenab-ı Hakk’ın yaratma sıfatı vardır. Çünkü ebruda aslolan şudur. Ebruzen, yani ebruyu yapan adam, tekne aynı, boya aynı, fırça aynı, adam aynı…Fakat sadece zaman farklı olduğu için, yani aynı anda iki ebru çıkaramayacağı için, o “an” olayında, saliselik olayda, aynı boyayı, aynı tekneyi, aynı fırçayı kullanırsınız ama oluşan ebru resmi birbirinden farklıdır. Yani dünyada 6 milyar insan var. Niye parmak izleri farklı biliyor musunuz? İşte bundan dolayı. Onun için, ebru, İslam sanatları içindedir ve İslam alimleri ebruya çok iltifat etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın yaratma sıfatı burada gizlidir…Yaptığın bütün ebrular birbirinden farklı.

Bütün ebrular birbirinden farklıdır. Kıyamete kadar bütün insanlar birbirinden farklı olacağı gibi, bütün ebrular da birbirinden farklıdır. Burada gizli bir Halık sıfatı var. Onun için ebruyu çok sevdim. Halık sıfatını anlamak istiyorsanız ebru yapın. İslam medeniyeti    buna çok ehemmiyet vermiştir. Bütün kutsal kitapların, Kur’an-ı Kerimlerin birinci sayfalarının hep ebru ciltleriyle kaplanmasının hikmeti budur. Kur’an-ı Kerimi açtığınızda önce ebruyu görürsünüz. Burada bir de şu vardır. Ebru boyalarının hepsi topraktan elde edilir. Mavisinden sarısına, pembesinden kemik rengine, siyahına kadar. Hiçbirisinin orjinalinde kimyasal renk yoktur. Modern zamanlarda kimyasal renk kullanıyorlar ama asuman toprak rengidir. Maviyi elde etmek için Hindistan’ın Lahor kentine gitmeniz lazım. Lahor mavisi kullanmanız lazım. Kırmızıyı elde etmek istiyorsanız İstanbul Çamlıca tepesine gitmeniz lazım. Siyah elde etmek istiyorsanız, meşe odunu yakılan bir bacanın içine girip, siyah isleri tıraşlayıp, onu ezmeniz lazım yani topraktan aldığınız renkleri. Cenab-ı Hakk’ın dediği gibi; “Biz seni topraktan ve sudan yarattık.” Titre su, tekneye attığınız su, üstüne attığınız boyalar topraktan, toprakla suyu karıştırıyorsunuz, ilk ebruyu elde ediyorsunuz… Halık sıfatı bu. Onun için ebru, bana göre mübarek bir sanat dalı. İnsanı hislendiren, duygulandıran… İnsan o gün depresyondaysa, koyu renklerle ebru yapıyor, insan o gün neşeliyse cıvıl cıvıl renklerle ebru yapıyor. İnsan duygusunu birebir yansıtan başka hiçbir sanat yoktur. Onun için ebruyu bilerek ve isteyerek öğrendim. 

FEYZ: Musiki ile de haşır neşirsiniz…

FAHRETTİN ER: İstanbul’da üniversitede okurken. Kubbealtı Musiki Cemiyeti’nde Doç.Dr. Muhittin Serin’den ney üflemeyi meşk ettim. Ney de bana göre -Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinde anlatılan bir şey vardır.- Hz.Ali’ye, Hz.Resul bir sır verir. Ama hani insan sır tutamaz derler ya. Hz.Resul’ün verdiği bu sırrı, Hz.Ali, insanlara söylemeyecektir, Peygamber tembih etmiştir, ama insan yönü vardır… Gider bir kör kuyuya sırrını fısıldar, “sırrım bu” der. O kör kuyunun suyuyla sulanan kamışlardan yapılan ney, Hz.Ali’nin Hz.Resulullah’tan aldığı sırrı söyler der Hz.Mevlana… Ya da der ki;

Ney ney, niçin ağlıyorsun

Sazlıklardaki arkadaşlarından ayrıldığın için mi ağlıyorsun? 

Bir acı, bir ayrılış, bir hicran vardır ney’in sesinde. Hz.Adem’le Havva’nın Cennet’ten çıkmasının hicranını belki de bize fısıldıyor. Onun için, ney de benim başka bir yönümün ifadesidir. Daha sonra Sencer Derya Bey’den ney üflemeye devam ettim. Şu an kendi çapımda bazı küçük meclislerde ney üflüyorum. 

FEYZ: Ney’de tövbeye Hakk’a dönüşü haykırma da var değil mi?

FAHRETTİN ER: Onun niçin neyzen Tevfik bin kere tövbesini bozsa da yine gel diyor, Mehmed Akif’in deyişiyle; “Bin kere bozdun tövbeni Neyzen” diyor. Her tövbeyi bozuşunda Neyzen’in tekrar tövbe etmesinde ney’in payı vardır. Bir kere ney’i dinlediğiniz zaman, içinizden bir şeyin çıktığını, bir şeylerin dolduğunu hissedersiniz. Ben bir yönümle de tarihe meraklıyım. Onun için tarihi elbiseler, kolleksiyonlar topluyorum. Ben yüz yıl önceki kendi anamın, teyzemin, bacımın ne giydiğini merak ettiğim için, çalıştığım yerlerde, kendi kültürüme ait, Manisa’da son yüzyıldaki giysileri topladım. Bunları bir kolleksiyon haline getirdim. Zaman zaman bunu defileler halinde son yüzyılımızdaki insanın kıyafetiyle, geçmiş medeniyetimizden esintiler, kelimeler, sözcükler olsun diye, bunu yapıyorum. Onun dışında sosyal, toplumcu yönüm vardır. Manisa’da çok sayıda derneğin idarecisi ya da üyesiyimdir. Çünkü sivil toplum çok önemli. AB temsilcisi Türkiye’ye geldiğinde, 180 sivil toplum kuruluşuyla görüşmesini Başbakan Tayip Bey’den önce yaptı. Bu çok önemli bir mesaj… Yani sivilleşme, örgütleşme önemli. Bizim Türkiye’deki insanımızın özelliğidir. Bu tip şeylerden özellikle muhafazakar kesim sakınmaktadır; yani derneklerden, vakıflardan sendikalardan… Oysa toplumun güçlü ve aydın hale gelmesi ancak bunlarla olur. Ben de bu eksikliği hissettiğim için kendimi bu yönlerde de geliştirdim. Bu dernekler ve vakıflar aracılığıyla birçok hayır işlerini yapabiliyoruz. Başka derneklerimizde fakir öğrencilerimize yurt içi ve yurt dışı burslar veriyoruz. İyi bir hekim olabilirsiniz, çok para kazanabilirsiniz, ama mezarlıklara gittiğiniz zaman yüzyıl evvel ölmüş, ya da yirmi yıl evvel ölmüş çok sayıda bürokratı, siyasetçiyi, belediye başkanlarını, valileri görüyorsunuz. Ama toplum bunları unutmuş… Toplumun unutmadığı dört insan tipi var bana göre. Milletine, tarihine, dine, vatana hizmet eden insanları bu unutmuyor. Unutulmak istemiyorsanız, bunlardan olursunuz.

İnsanların gökdelenlerde, rezidenslerde sıkışmışlığının belki bu şekilde kurtulup, diyaloglarınızı sağlamlaştırıyorsunuz. Alt üst kat ölüyor, birbirinden haberi olmuyor. Komşuyu komşuya miras bırakan tarihi mirasımız nerede? Bana değmeyen yılan bin yaşasın, bizim kültürümüze ait bir şey değil ki… Bana değmeyen yılan bin yaşarsa benim neslime dokunur. Onun için bunu reddediyorum. Komşuyu komşuya miras bırakan tarihi öğretiyi, felsefeyi benimsiyorum. Teşekkür ediyorum.