Doç. Dr. Ali Ayten İle “Din Psikolojisi” Üzerine

Din psikolojisi deyince ne anlamalıyız? Din psikolojisi neyle ilgilenir?

Din psikolojisi, en basit şekliyle, dinin insan üzerindeki etkilerini psikolojinin verileriyle açıklayan bilim dalıdır. Yani insanın dinle ve yaratıcıyla kurduğu bütün ilişki biçimlerini açıklamaya yarayan bir bilim dalından bahsediyoruz. Bu, insanın Allah’la ya da inandığı varlık neyse onunla kurabileceği bütün ilişki biçimlerini ilgilendiriyor. O yüzden de din psikolojisinin içine inançsızlık da dâhil oluyor, inanmak da dâhil oluyor. Mesela, insanda dine inanma ne zaman ortaya çıkıyor? Allah’ın varlığını çocuklar ne zaman hissetmeye başlıyorlar? 8 aylıktan küçük bir çocuğun kendilik bilinci yoktur. 8 aylık bir bebek düşünün; koltuğa dayandığı zaman, koltuk ile kendi arasındaki farkı ayıramayabilir veya annesinin kucağındayken, annesi ile kendi arasındaki farkı ayıramayabilir. Çünkü kendilik bilinci yok, kendinin farkında değil. 3-4 yaşlarında, anne babasının ötesinde bir yüce varlığın varlığına dair bir his taşıdığını söylüyorlar. Dinî gelişim dediğimiz şey burada başlıyor ve ölene kadar inandığı bütün şeyler ve ona karşı sergilediği tavırlar, tutumlar, hepsi din psikolojisinin içine giriyor. Zaten Batı’da din psikolojisiyle ilgilenenler, sosyal psikologlar veya klinik psikologlardır. Türkiye’de psikologların dine karşı tutumu biraz negatif olduğu için, Türkiye’de ilahiyatçılara kalmış bir iş. Ama asıl ilgilenmesi gerekenler psikologlar. 

Tebliğe dayalı, insanda karşılığı olan, yani aslında insanı dine öykündüren bir çaba içindeysek eğer, fonksiyonel değeri olan bu alanda din psikolojisi nasıl varlık gösterebilir? 

Din psikolojisinin doğrudan bir konusu değil bu. Ama şöyle bir şey var: Biz, burada, ilahiyat fakültesinde din eğitimi veriyoruz; yani din öğreticilerine bunu anlatıyoruz. Bu ne demek? Muhatabını iyi tanıman gerekiyor.

Pedagojik formasyon gibi mi?

Aynen öyle. Formasyon zaten. Mesela insanın psikolojik seyrini bilmeden, insana neyi nasıl anlatacağınızı bilmeden, ona bir tebliğ yaptığınızı düşünün. Bunun ne kadar etkisi olabilir? 

Belli yaşlarda somut-soyut ilişkisi önemli. Mesela 10 yaşından küçük çocuklar Allah’ı somut olarak algılıyorlar. Çocukların bilişsel gelişim düzeylerini, zihin gelişimini bilmeden bir eğitim sistemini kuramazsınız. Din eğitimi de buna dahil. O yüzden de şimdi kreşlerde çocuklara Allah’ın sıfatları, isimleri bir özellik olarak anlatılıyor. Tabi ki çocuğun, kelam dersinde bizim anlattığımız gibi, bütün eksikliklerden münezzeh bir Allah inancını anlaması mümkün değil. Kanadı kırık bir serçeye merhameti anlatıyorsunuz, onu yuvaya almayı, beslemeyi anlatıyorsunuz ki Allah’ın merhamet sıfatının, Rahman ve Rahim sıfatının bir dramasını yapıyorsunuz çocuğa, somutlaştırıyorsunuz ve ona öğretiyorsunuz.

Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaş bahsetmişti: Din dersi hocası, çocuklardan birisine, “Namaz kılmazsanız kâfir olursunuz” türünde şeyler söylemiş. Çocuk da “O zaman ben kâfir oldum.” demiş… Çocukta dinî obsesyon ortaya çıkmış, dinden çıkma obsesyonuna kapılmış. Bu tür şeylere dikkat etmek lazım. Başa çıkma sürecinde, hassas olunan dönemlerdeki ufak katkılarınız, taziye evinde nasıl davranacağınızı bilmeniz, insanların acılarında, kayıp yaşadıklarında nasıl onlara yaklaşacağınızı bilmeniz sizin için tebliğ vazifesidir. Burada bilgiden daha önemli bir şeyden bahsediyorum. Bilgi herkeste var bugün. Bir tuşla hemen Google’dan her türlü bilgiyi bulabiliyoruz. Bizim bugün problemimiz, tavır ve örüntü. Mesela, bugün yeni bir durum ortaya çıktığı zaman, bu bilgi dinî bilginin içine dahil olacak mı, olmayacak mı; biz bunun kararını veremiyoruz ve bunu dahil edemiyoruz.

Bilim, gözlemler, nihai noktada insanı tanımaya yönelik bir bilgi birikimini de beraberinde getiriyor olmalı. Batı’da Freud, Adler, Yung’lar varken, bizde de “İlmü’n-Nefs” gibi başlıklar altında inceleniyor. Günümüzde sizler bunu nasıl yorumluyorsunuz? Yani psikiyatrinin mevcut paradigmalarından hareketle bir insanı tanıma, algı ve tanıtması var. Bizim kendi öz kültürümüzdeki cevherlerden, oradan tevarüs eden kültürü de harmanladığımız bir çalışma zemini var mı ve bunun din psikolojisine etkisi nasıl?

Sonuçta bu bilgi, özellikle psikoloji ve psikiyatriyle ilgili bilgi, evrensel bir bilgi. Ancak, psikolojinin kendi içerisinde de şöyle bir eleştirilme biçimi var: En nihayetinde bu psikoloji dediğimiz bilim çoğunlukla Amerika ve Avrupa merkezli, böyle bir bilim dalından bahsediyoruz; oradaki orta sınıf beyaz Amerikalı örnekleminden yola çıkarak bir dünya tanımlaması ve insan tanımlamasından bahsediyoruz. Tabi, bu pek çok yerde uymayacaktır; bir Uzakdoğulu’dur, Müslüman’dır, farklı bir din mensubudur, bunlara uymuyor.

Kültürel psikiyatri kavramı bunun üzerinden gelişti.

Evet, tabi, bunları çokça konuşacağız. Ama şöyle de bir şey var: Mesela, 1948’li yıllardan sonra İslam dünyasında da şöyle bir söylem çıktı: “Bu psikoloji bilimini İslamileştirelim.” Sonuçta ilerlemiş bir bilim dalı var. Bunu boyamaya başladılar. Üzerine bir boya çektiğin zaman, yeşile boyadığın zaman, al sana İslami psikoloji oluyor. Çünkü kendi üretmediğin bir paradigma, kavram ve teorinin üzerine gidemiyorsun. Problem şu noktada: Özellikle 1200’lü yıllar, 1300’lü yıllardan sonra bizdeki kültürel anlamda ilerleme, bilimsel anlamda ilerleme Batı’ya geçiyor. Tamam, bir İbni Sina’mız, Gazali’miz var, yerleri de inkâr edilemez; ama İbni Sina’yı da onlar aldı ve geliştirdi. Biz şimdi onlardan alacağız.

Peki, burada ne yapacağız? Ben burada şunu savunuyorum: İslamileştirmekten ziyade, yerelleşme kavramı daha etkili olabilir.

Yeni bir şey ortaya koymak olamaz mı?

Tamam, modern Batı’nın üzerinde ilerlemiş olduğu bilgi birikimini kesinlikle iyi bilmek gerekiyor. Ama bunları olduğu gibi kabul etmek yerine, süzerek ve kendi kültürüne adapte ederek kullanmak gerekiyor. Yani mesela bugün psikologların da yaptığı, bizim de yaptığımız şeyler var; ama yeni yeni şeyler şöyle ortaya çıkıyor: Mesela, eskiden bir ölçek alınırdı, Türkçeye tercüme edilirdi, o ölçek buradaki örneklere uygulanırdı.

Psikoloji ölçekleri…

Evet, bunu din psikologları da yapıyor, biz de yapıyorduk ama şimdi Türk toplumuna uygun bir ölçek geliştirmek de gerekli. Hastalıklar için de aynı şey geçerli. Depresyonun belirtileri bu toplumda farklı olabilir, öbür toplumda farklı olabilir. Yabancıların DSM kriterlerini buraya aldığın zaman farklı problemler de ortaya çıkıyor. Kendine güvenmek, kendini gerçekleştirmek kavramları üzerinden gidersek, ukalalıkla, tevazuyla karmakarışık olur. Çünkü bu toplumun kendi kodları var, onlara uymuyor.

Müstehcen bir fıkraya rahat rahat gülebilmek, Batı toplumunda kendine güven, kendini ifade edebilme ve kendini gerçekleştirme olarak değerlendirilebilir. Ama bizim toplumumuzda bir ahlaksızlık, kendine yabancılaşma olarak değerlendirilebilir. Bu tamamen kültürel kodlarla da ilgili bir şey. Bunlar üzerine çalışılıyor. Ama “Kim, ne kadar çalışıyor?” derseniz Türkiye’de çok üst düzey bir çalışma yok; teorileri süzecek, büyük teoriler üretecek kafalar yok, beyinler yok. Onlar olduğu zaman bu problemler aşılacak zaten. Ama yavaş yavaş, küçük küçük çalışmalar oluyor.

Din psikolojisi adına konuşacak olursam 39 ülkeden psikologların geldiği bir kongre düzenledik. Onlar bize bir vizyon sundu. Bunlar insanımızı daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. Ama bunlar çok sınırlı. O nedenle bu sorduğunuz soru gerçekten de en sıkıntılı alan aslında. Yani çözümü daha olmamış, ama gerekliliği anlaşılmış bir konu. Ama bu tür çalışmalar yapılıyor. “Erdeme Dönüş” adlı kitapta bunu biraz yapmaya çalıştım. Mesela, pozitif psikolojiyi aldım, bunun içerisinde mesela Nasuriddin Tusi, Ragıp El İsfahani, İbni Sina, İbni Hazm gibi âlimlerden de bir şeyler katmaya çalıştım. Sonuçta erdemler ve erdem-mutluluk ilişkisi veya erdem-huzur ilişkisi İslam filozofları tarafından da çokça değerlendirilen konular. Mesela, diyoruz ki: “Siz biliyor musunuz, depresyon hastalığından ilk bahseden kimdi; İbni Sina’ydı. 12. asırda melankoliden bahsetti, o işlerle uğraştı, hatta tedavi yöntemlerini de geliştirdi. Gidin bakın Kitab-ı Tıp’a, var orada.” Ama o günkü depresyon ile bugünkü depresyon aynı mı? Yani bambaşka şeylerden bahsediyoruz. Bugün depresyonun binlerce farklı çeşidi var, aynı şey değil. Tamam, hakkını teslim etmek lazım; kesinlikle o günün dâhi bir hekimiydi. Ama bugün bambaşka bir hâldeyiz…

Kendini gerçekleştirme ve Allah’a sığınma konuları, dinin pratik hayatta, insanda duygusal karşılıklarını en çok yakaladığımız, kendisinden en çok istifade ettiğimiz alan gibi görünüyor. Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz? Mesela, problemlerle dinî baştan çıkma konusu…

Mesela, Türkiye’ye has olan; Batı toplumlarında olmayan, İslami psikoloji, tasavvuf psikolojisi dediğimiz bir yaklaşım var. Çünkü tasavvuf psikolojisinde tamamen bir şahsiyet eğitimi üzerinde odaklanılıyor. Yani insanın kişilik gelişimini en üst düzeye çıkaracak ve aynı zamanda bu erdemler dünyasıyla, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanacak, o erdemlerden numuneleri kendi hayatında, kendi kişiliğinde yansıtacak bireyler isteniyor. Tabi, tasavvuf daha çok eğitimle ilgileniyor, ama bunları da insan psikolojisine zerk etmeye çalışıyor. Bu erdemlere sahip olduğu zaman insan daha sağlıklı bir birey olabiliyor. Geçmişte tasavvufi tarikatlar bu tür hizmetleri vermişler ve bunun pek çok örnekleri de var. Özellikle Türkiye’de din psikolojisi çalışması yapacaksanız, bunları çalışmalarınıza dâhil etmek zorundasınız. Çünkü bu kültüre ait bir birikim var ve o insanların davranışlarını açıklamamızda yardımcı oluyor.

Ayrıca şu da var: Mesela, yakınını kaybetmiş bir insanı düşünün. Bunu teselli edecek ne var? Ölüm konusuna, ölümü anlamlandırmasına yararlı olacak bilimsel bir şeyiniz yok elinizde. Mutlaka manevi bir şey bulmak zorundasınız ve bir anlam yüklemelisiniz. Aksi takdirde ölüm konusu onda bir zarar bırakacaktır. Anlamlandırması gerekiyor. Din, o anlamlandırmaya yardımcı oluyor. Ama bu, Freud’un iddia ettiği gibi, sadece teselliyle kalmıyor. Din, sadece bir teselli değildir. Teselli eder mi? Eder. Ama bununla kalmaz. Hayata anlam, kontrol duygusu verir. Yani bizim gücümüzün, kudretimizin ötesinde bir olay olduğu zaman, biz “Hasbunallâhu veni’me-lvekîl” diyoruz. Buna din psikolojisinde “vekâleten çözme” deniyor. Adam diyor ki: “Ben bunu çözemem; ama Allah’ın izniyle, bunda bir hayır var, bu mutlaka çözülecek.” O ümit insanı yaşatıyor.

Şu da ilginç değil mi; tövbe ile ümit arasında bir ilişki lazım… Tövbe edecek adam, tabiri caizse Allah onu affediyor. Ama o kendini affedemiyor. Bu da din psikolojisinde ele alınacak bir konu. Mesnevi’de dolu örnekleri var. Adamın kendinin affedildiğine onu inandıracak bir doneye ihtiyacı var, gerçekten affedildiğine inanmaya.

Evet. Bugün mesela affetme artık bir terapi metodu olarak ortaya çıkıyor. Çok ilginç bir konudur. Mesela, insanın kendini affetmesi söz konusu olabiliyor, arkadaşını veya yakın birini affetmesi söz konusu olabiliyor. Tövbe ediyor, istiğfar ediyor, ama bu sefer kendine işkence etmeye başlıyor; “Ben artık bittim…” diyor. Yani havf ile reca arasındaki o dinamik dengeyi koruyamadığından dolayı bazı sıkıntılar da çıkabiliyor.

Hep içe dönük ve içimizi düzenleyen şeylerden bahsettik. Biraz da dışa dönük düşündüğümüzde, mesela empati konusu üzerinde de duruyorsunuz. Erdem-sağlık ilişkisi açısından baktığımızda empati burada nerede duruyor? 

Empati, yani aslında, bu erdemlere motive olabilecek bir durumdan bahsediyoruz. Mesela, günümüzde bir “ben neslinden” bahsediliyor; “Bu nesil daha bencil, daha bireyci düşünüyor” deniliyor. Doğru ama herkes öyle olduğu için ve herkes kitlesel olarak öyle olacağı için, erdem ve erdemsizlik noktasında yine eşit şartlarda yarışacaklar. Bugünün nesli ile 100 yıl önceki nesil arasında bir eşitsizlik yok; erdem noktasında aynı kulvarda ve eşit şartlarda yarışıyorlar. Empati konusu psikolojide daha çok prososyal davranışlarla ilişkilendirilerek çalışılıyor. Mesela birine ufak bir yardım olabilir, maddi yardım olabilir, teselli etmek olabilir, yoldan geçmesine yardımcı olmak olabilir, gönlünü almak olabilir, derdini dinlemek olabilir… Yani başkasının faydasına, yararına olacak her türlü davranışa “prososyal davranış” ismi veriliyor. Bunlar içerisinde değerlendiriliyor empati.

Empati, insanın kendisini başkasının yerine koyabilmek ve ötekini anlayabilmektir. Anlamak burada çok önemli bir şey. Çünkü bazen karşıdakinin tutumunu anlayamayabiliyor kişi. Mesela şöyle durumlarla karşılaşabiliyoruz: İki kişi bir araya geliyor, oturuyorlar, ikisi de ağlıyor; sonra da adam, diğerine yardım etmeden çekip gidiyor. Burada sorun ne? Buna sempati deniliyor, yani “Sana acıyorum.” diyor ama “Sana acıyorum” cümlesi ile “Senin acını paylaşıyorum” cümlesi aynı şey değil. Empatide, kişi karşıdakini gerçek anlamda anlıyor ve onun derdini anladığı için de yardım ediyor. Ağlamayabilir; ağlar ya da ağlamaz, o ayrı bir şey. Ama yardım çok güçlü, yardım etme ihtimali artıyor. Ama sempatide yardım etme ihtimali çok düşük. 

Mesela o an kendi çocukluğundaki yoksunluğunu hatırlıyor veya kendi çocuğunu hatırlıyor, oturup ağlıyor. Aynı duyguyu yaşıyorlar, ağlıyor; ama onu anlamıyor. Kendine üzülüyor orada, kendi durumuyla ilişkilendiriyor, “Ha, bana da öyle oldu.” diyor, ağlıyor. Bir deşarj olduğu için geçici bir süre ikisi de rahatlıyor, doğal olarak. Ama sonuçta çözüm üretici bir şey değil, yani yardım etmeye motive olmuyor. İşte empati o yönden çok farklı bir kavram. Biz bazen yanlış kullanıyoruz. O yüzden de empati kavramı yardım etmeyi destekler diyorlar ve yardım etme de diğergamlığı artırır; yani karşılık beklemeden, herhangi bir koşul öne sürmeden yardım etmeyi destekler. Eğer empati gerçek anlamda bir empatiyse bunu yapar. 

Benlik algısı üzerine çalışmalar var mı? 

Din psikolojisinde bu konuda tabi ki çokça çalışıyorlar. Özellikle pozitif psikolojiden sonra self control’le (kendini kontrolle) ilgili çok yayınlar var. Hatta onu şu an sağlığa da taşıdılar. Yemek düzenliliği, dürtü kontrolleri gibi… Mesela iştahlarını kontrol edebiliyor mu; yani yediğine, cinsel dürtülerine sahip çıkman lazım. Bunlarda kendini kontrolle ilgili. Her şeyi yiyemezsin, her şeyi içemezsin, her şeyi her yerde söyleyemezsin, cinselliğine sahip olman gerekir… Din bunu emrediyor. Din psikologları; dindarlar bunu yapabiliyor mu gerçekten veya sorun nerede, bunu anlamaya çalışıyorlar. Kimseyi yargılamadan, kimseyi ötelemeden, “Bu ondan iyidir ya da kötüdür” demeden bu işi yapıyorlar. Sadece var olan fotoğrafı çekmek ve anlamaya çalışmak… Bizde sosyal bilimler alanında eksiklikler var. Biz zannediyoruz ki bir şey olmalı dediğimiz zaman oluveriyor. Öyle değil. O Allah için geçerli, “Ol” dediği zaman oluyor. Ama toplumda öyle bir şey yok, öncelikle anlaman gerekiyor. Mesela, Batı bunu ara bilimlerle hallediyor. Sosyolojisiyle, psikolojisiyle bunları çalışıyor, anlamaya çalışıyor. Aksi halde başımızdaki problemlerin nedenini bile anlayamıyoruz, anlamlandıramıyoruz. Baktığınız zaman, İslam dünyasındaki problemleri anlamlandırmaktan bile uzağız. Bence antropoloji, sosyoloji gibi sosyal bilimlerin eksikliğiyle alakalı bir durum bu. Din psikolojisi de bunları yapıyor. Yani yargılamadan, hüküm vermeden, insanların hangi davranışı neden yaptığını anlamaya çalışıyor. Hasseten dinle ilişkili davranışlarına bakıyor. Bu dinle ilişki de illaki, biraz önce söyledim, olumlu olması gerekmiyor; olumlu ya da olumsuz bir şekilde olabiliyor. İnkâr etme, kabul etme vb. olabilir.