İnsanlar hayata tutunmaya çalışıyorlar, neşeli ya da dertli ama tek düze geçmeyen imtihan mantığında bir ömür de var. Bununla direkt bağlantılı bir gerçek daha var ki o da ahiret… Ama insanların hayatta kalma, hayata tutunma sorunları da var. Manevi, maddi kişiliklerini, varlıklarını korudukları kadar var oluyorlar. İnsanca yaşamak gibi bir kaygıları da var. Dünya ve ahiret dengelerini gözeten ontolojik kurgu nasıl olmalıdır?
Bir medeniyet, varlık felsefesi; insana ölümden sonrası için de mutluluk sunmalıdır. Ölüme açıklama getirmelidir. Tek dünyalı ontolojik bir çözüm, insanı mutlu etmiyor. Çünkü insan diğer canlılardan farklı olarak, ölümün farkında olan tek varlıktır. İnsan dışında hiçbir varlık ölümün farkında değil; mesela aynı ahırda olan hayvanları gözlemleyiniz, yanındakini kesiyorlar algılayamıyor. İnsanda ise bununla ilgili “metakognisyon genleri” denilen 4 tane gen var. Genlerden birisi “anlamlılık geni”. “Niçin varım, ben kimim, hayat nedir?” gibi soruları soran, daha doğrusu sorgulama yapan, hayatın anlamlılığı ile ilgili bir özellik insanda var. İnsanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özellik, “yeniliği arama geni”dir. Bu gen insan dışında başka bir canlıda yoktur. Bundan 1000 sene önce örümcek, yuvasını nasıl yapıyorsa şimdi de aynı yapıyor. Ama insan 1000 sene önceki insan değil. Yani insanda bir tekâmül var, diğer canlılarda olmayan bir tekâmül… İnsan kendi içerisinde tekâmül ediyor. İlimle tekâmül ediyor, bilgiyle öğrenerek tekâmül ediyor. İnsan, 3. Gen sayesinde zaman kavramını biliyor. Diğer canlılar zaman nedir bilmiyor. Gelecekte bana ne olacak, geçmişte ne var gibi bir sorgulama yapamıyor. Dördüncü gen de ölümü anlamayla ilgili.
İnsanın varoluşu ile ilgili modernizmin sunduğu tek dünyalı çözüm insanı mutlu etmiyor. Şu anda modernizm tek dünyalı bir çözüm üretiyor. Yani her şey burada diyor; cennet de burada, cehennem de burada diyor. Her şey senin içinde diyor. Yani her şey dünyayı kutsallaştırır tarzda.
Her şey bu dünyada değil… Ateizmin kendini ispatlaması bilimsel olarak imkânsız. Varoluşsal konuda, insan kendini yaratan bir dış gücün var olduğuna inanırsa farklı seyir ediyor, inanmazsa farklı seyir ediyor. Yani bir insan “Her şey dünyadadır, bir yaratıcı yoktur, tesadüfi var oluş vardır…” diyor. “Seni kim yarattı?” diyorsun; “inorganik maddeler” diyor: karbon, oksijen, hidrojen… “Onlar bana hesap sormuyor.” “O halde ben gizli olarak her şeyi yapabilirim.” diyor. Onun için sekülerizm, kendi ahlakını oluşturamadı. Çünkü bu hesap duygusu gizli suçlara karşı vicdani bir bekçi oluşturamıyor. Yani zihinsel jüri oluşturamıyor. Bunu oluşturamadığı için gizli suçları, gizli kötülükleri yapma konusunda gücü olan, imkânı olan yakalanmadıkça da her suçu işleyebiliyor. Modernizm, insanın vicdani tartısını bozdu.
Bizde kadim kültürden gelen bir hikmet alanı var ve yeniden yorumlanmaya da muhtaç aslında. Bu da eğitimde her şeye damgasını vuran bir olay. Din de temelde duygu. Bunun amellere yansıyan kısmı davranış ve ahlak olarak ortaya çıkıyor. Yetişme bozukluklarının, devam eden yaşlardaki payı nedir diye soruyorum; çünkü sizin özellikle nöropsikiyatrik açıdan yaklaşan ve genler üzerinden giden bir kurgunuz da var. Kötülük geni, iyilik geni ve inanç geni üzerinde duruyorsunuz. Bazı psikolojik deneyler ise insanın doğuştan ahlaklı olduğunu söylüyor. Örneğin Bediüzzaman Hz. “Üzerimize sonradan bulaşan kirler” tabirini kullanıyor. Hatta kelamda da çeldirici olarak kötülük ve şer üzerinde duruluyor. Yetişme bozukluklarının tüm bunları etkileyen noktası nedir?
Biliyorsunuz Hristiyan öğretisinde çocuklar doğuştan günahkâr olarak doğar. Onun için de vaftiz ritüelleri vardır. Vaftiz suyuyla çocuk temizlenir, vaftiz olmayan çocuklar da cehenneme gider diye inanıyorlar. Hümanizm, kilisenin bu öğretisine aydınlanma çağında karşı çıkarak insanı kutsala, merkeze alıyor. İnsan doğuştan kusursuzdur, temizdir ve mükemmeldir diyor. İnsan doğuştan kusursuzdur deniliyor ama insan, annesini öldürmeyi bile düşünebiliyor. Buna karşı hümanist bir felsefede olan insanın “Eyvah ben aklımı kaybediyorum. Böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyorum.” düşünceleriyle ruh sağlığı bozulmaya başlıyor. Hâlbuki insan sonsuz iyi ve sonsuz kötü olmaya genetik olarak yatkın yaratılmıştır. Mesela 2.Dünya Savaşı sırasında ormanda kaybolan çocuklar var. Bu çocukları bulduklarında insani değerler ve sevgi öğretilemiyor, geç kaldıysa yürüme öğretilemiyor, öğrendikleri gibi kalıyor. İnsan beyninin öğrenme ile ilgili bir kapasitesi var. Örneğin görme duyusunu öğrenebilmek için bile uyaranların olması gerekiyor. İnsanın kendini iyi yönde geliştirebilmesi için aynı zamanda kötünün de ortada olması gerekiyor. Bu mücadele sonucu iyi olup olmadığına karar verebiliyor. Görünen hakikatler olduğu gibi bir de böyle bilinmeyen hakikatler de var. Görünenleri biz de biliyoruz ama görünmeyenleri sadece Allah biliyor. Bunlar imtihan sırrıdır. Bazı özelliklerimiz imtihanın getirdikleri ile ortaya çıkıyor. Özellikle bir insanın imtihan olarak karşısına çıkan olaylar eskiden bir tane ise günümüzde bu yirmi tane. Bu çağ özgürlük ve iletişim çağı.
Günümüzde iyilik de çok hızlı yayılıyor, kötülük de. Ben bunun için internet örneğini veriyorum. Bütün yollar Roma’ya çıkar diye bir söz vardır. Bu söz Roma İmparatorluğu’nun aynı zamanda askeri stratejisini gözler önüne seriyor. Roma, ekonomik hareketliliği, yolların yapımındaki taşlardan oluşturmuş. Ve aynı yolların yapımı, Roma’yı Hristiyanlık ile tanıştıran etken olmuş. Filistin’de çıkan Hristiyanlık orada taş yollar sayesinde varlık bulmuş. Şimdi günümüzde ise internet, taş yollar gibi yollar oluşturarak iletişimi taşıyan bilgi yolunu bizlere sunuyor. Eğer iyi ve güzel insanlar bu yollardan geçerse, bu yollar insanların hayatını kurtarabilecek hale gelebilir. Şimdi iyi de kötü de hızla yayılıyor. İyilerin burada proaktif olması gerekir. Kötülük kendiliğinden yayılabilen bir konumda duruyor. Örneğin bir insan kendi odasını temizlemez ise bir süre sonra kokmaya başlar. Ama temiz tutması için çabalaması gerekiyor. Bu yüzden iyiler daha çok çabalarsa, dünya daha çok yaşanılabilir hale gelir. Bir bilim adamına “Dünya nasıl daha iyi yaşanılabilir bir hale gelir?” diye sorduklarında “Birebir iyilik yapmak ile olur.” diyor. Karşılıksız, birebir, sessiz ve hiç tanımadığınız insanlara yaptığınız iyiliklerle dünya yaşanılabilir bir hale gelir.
Bu zamanda mektep sadece dünyeviliği öğretmiş. Medreseler sadece ilmi öğretmiş. Tasavvuf ise insanın ruhunu öğretmiş... Aslında bu üç kavramın birleşmesi gerekiyor. Bir yöne odaklanınca objektif bakış açısı da zedeleniyor. Tasavvuf insanı eğittiği gibi duyguları da eğitiyor. Aslında bir irfan öğretisi var orada.
Ontolojik bir tanımlama yapacak olursak insanın mutluluğu iki dünyalı mutluluk olmak zorunda. Ölüme açıklama getiremeyen bir insanı ele aldığımızda, bu dünyada mutlu olması mümkün değil.
Kadim kültürlerin günümüzde de bir hikmet alanı var. Ancak insanlık açısından biz biraz verimsiz bir zamanda da yaşıyoruz. Yaşayan insanlar da var fakat Gazaliler, İmam-ı Rabbaniler, Abdulkadir Geylani’ler yok. Her şeye ön yargı ile bakan, kendinden dahi şüphelenen ve güven duygusu düşük bir insan profili var karşımızda. Yani insanları yönlendirebilecek çok büyük identifikasyon olarak taklit edilebilir örnekler yok. Böyle bir durumda, bunlardan da mahrum bir dünyanın sıkıntısı var bugün. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadim kültürün anlaşılmasında bir sıkıntı mı var?
Kadim kültür iyi insan olmayı hedefliyor. Kadim kültürün değerleri unutulduğu için şimdi modern insanın bunalımlarını çözmeye çalışıyoruz. Biz eski sorulara sürekli eski cevaplar veriyoruz. Böylelikle eski sorular sorulmaya devam ediliyor, insanlık devam ediyor çünkü. Soruların yanıtları olarak özünü korumamız gerekirken aynı zamanda metodolojiyi de bilimden almalıyız. Bilimin metodolojisini kullanarak kadim kültürü yeniden yaşatmak, canlandırmak mümkündür. Mesela düşünün bir Muhyiddin Arabi, bir Yunus Emre, sinemayı kullanarak tiyatroyu kullanarak sergilendiği zaman, insanlar onlara rol model olarak canlıymış gibi bir anlam yükleyerek yaşayabilirler. Bu konuda da bizlere yük düşüyor. Muhakkak Mevlana gelsin diye beklemek yerine, iyiliği yaymaya çalışmak gerekiyor. Muhyiddin Arabi’nin, Yunus Emre’nin ve Mevlana’nın dönemlerinde yaptıkları, o zamanın insanını arındırmaktı. Bu yapıdan sonra Osmanlı ortaya çıkmıştı. Bilimsel açıdan değerlendirdiğimizde onlar, oradaki bozulmuş olan teorik temeli yeniden inşa etmişlerdi. Sonuç olarak varılacak nokta şu olmalı: Zihinsel dönüşüm olmadan, ahlaki dönüşüm olamaz. Ahlaki dönüşüm olmadığında ise toplumsal dönüşüm olamaz. Bugün kimlere iyilik yapacağım, kimin yüreğine dokunacağım diyeceksin…
Bu zamanda sen haklısın, ben haklıyım diyerek kutuplaşarak değil, bu çağın insanını aslında birlikte yürüyerek ancak kazanabiliriz. Örneğin gençlerde de bu konu çok dikkat edilmesi gereken bir alan aslında. Ebeveynler ise çocuklarının bazı durumlarını düzeltmek istediklerinde onları karşılarına alarak, parmak sallayarak ve onları düzeltmeye çalışmak yerine, yanlarına alarak yön göstermeliler. Fikrine güvenen insan diyalogdan korkmaz ve her türlü tartışmaya açıktır. Fikrine güvenmeyen insan duvar örer, savaş olsun da fikrimi dayatayım der. Dolayısı ile eğer biz kendi kadim kültürümüze inanıyorsak, o zaman serbest fikir piyasasına bırakalım; geçerli olan kabul edilirken, geçerli olmayan reddedilir. Onun için her türlü tartışmaya fikrimizi açarak yaklaşmamız gerekiyor.
İyi ve güzelin örtüldüğü bir dönem, kötü örneklerin çok olduğu bir dönem. Böyle bir dönemde de iyiler çok kıymetli oluyor. Herkes kendi alanını temiz tutsa, sözde değil eylemde olsa… Bu çağda hiç kimse propaganda ile değişecek insan değil. PR’larla din anlatılmaz. Dinin PR’ı olmaz. Din, değerler, kadim kültür, canlı örneklerle öğretilir, anlatılır. Canlı örnekleri veremezsek, PR teknikleriyle anlatırsınız ama saman alevi gibi geçer. Bu da yukarıdan aşağı olmaz... Yani zihinlerde dönüşüm olacak ki ahlaki dönüşüm ortaya çıksın. Yani insanlar inanacak, inancın eyleme dönüşmesi için de duygu katmak gerekiyor. Düşünceye duygu katması lazım, düşünceye duygu katarsa inanç oluyor. İnanan bir kişi de bilgisayarın “enter” tuşuna basmışsın gibi eyleme geçiyor. Bunu da sürdürülebilir yaparsan kişilik haline geliyor. Bu da zamanla örnekleri arttırılarak başarılabilecek bir şey. Zaten zahmetli ve zor olan şeyler kalıcı olurlar…
Bu zamanın insanlarına karşı, biz inancımızı ve doğrularımızı kanıta dayalı bir şekilde anlatırsak emin olun kadim kültürün tekrar inşa edilmesi hiç de zor olmaz... Kültürümüzü yaşarsak, o kültür, kendi liderlerini çıkartır.
Malumunuz günümüzde psikiyatrik hastalıklar tavan yaptı. Erkeklerde narsisistik kişilik yapılanması, bayanlarda da borderline kişilik bozuklukları görülmekte. Hatta insanların günlük hayatlarında dahi nevrotik tutumları, benlik algısını tehdit edecek biçimde… Hepsinde ciddi bir artış yaşanıyor. Bunların sosyal patlamalara dönen yansımalarını da zaman zaman görmek mümkün oluyor. Konuyu toplumun ruh sağlığı açısından değerlendirebilir misiniz? Bir nesil öncesine kadar bunların temelleri atılarak mı oluşturulmuştu? Yoksa bahsettiklerinizin de arasında olan irfan kültürünün yoksunluğundan da mı kaynaklanıyor? Ya da genel anlamda hastalıklar niçin bu kadar arttı?
Narsizm bir kişilik bozukluğudur. Kişi tedavide bunun değişmesini isterse düzelebiliyor, istemezse düzelemez. Yaşayarak, bedel ödeyerek bunu düzeltebiliyor.
Narsizmin özünde kişinin kendisini özel görmesi, üstün görmesi, değerli görmesi, kendisini övgü ile beslemesi, önemli görmesi var. Bu yapıdaki insanlar sürekli kendilerini merkeze alarak yaşarlar. Egosantriktir. Eleştirilere kapalı insanlardır. Empati yeteneği yoktur. Örneğin narsist kişileri en iyi temsil eden şey kanser hücresidir. Kanser hücresi biliyorsunuz en narsist hücredir. Vücuda gelen oksijen ve glikozun çoğunu, hepsini ben tüketeyim der. İçinde özel damarlar geliştirir. Eğer bağışıklık sistemi bu hücrelere dur demezse, hücre grubu ve tümör haline gelir, sonrasında ise büyümeye devam ederek bulunduğu organı harap eder, tüm vücudu ele geçirir ve hastalık ortaya çıkar. Vücutla birlikte kendisi de yok olur.
Günümüzde narsizm, bireysel hastalıktan çok sosyal bir hastalıktır. Bireysel olarak da bir insanın hasta olduğunu değil, kötü olduğunu gösterir. Ben merkezli bir yaşam stilini temsil ederek, nasıl kanser hücresi bencil ve yayılarak ilerliyorsa, işgalciyse narsizm de insanları bencil bir duruma sokuyor, işgalci yapıyor, yayılarak ilerliyor. Modernizm de narsizmi besliyor.
Modernizm diyor ki: “Yaşam varlıklar mücadelesidir, güçlü olan ayakta kalmalıdır, o halde sen zayıfı yok edebilirsin.” Kapitalist bir ahlaka sahip olan modernizm, çıkar peşinde koşmayan bir insanın rekabeti kaybedeceğini savunur. Bunun en açık örneklerinden biri olarak Hitler, narsizmi doktrin olarak aldı ve Yahudileri küçümseyerek “mantar ırk” dedi, yok edilebilir bir ırk gözüyle baktı. Fransızlara ise “Zencileşmekte olan bir ırktır.” diyerek yok edilebileceğini savundu. Japon ve Türklere ise “Kültür Taşıyıcıları” dedi. Biyolojiden almış, Darwin’den esinleniyor. “Kavgam” adlı kitabında da yer vermiş. Bunları kullanarak Nazi doktrini oluşturuyor. Hitleri karakter olarak ele aldığımızda, disiplinli, çalışkan, ilkeli ve bunların getirdiği başarıya sahip. Fakat vicdani zekâsı yok. İyi ve kötü ayrımını yapamadığı için, hak duygusunu kendine yönelik kullanıyor. “Ben özelim, üstünüm, bunları yemek, yutmak benim hakkımdır.” diyor. Bunun sonuçları olarak Hitler’in şu sözlerine rastlamak mümkün: “Alman ırkı üstün bir ırktır. Bütün dünyaya hâkim olmak hakkıdır.” Bu sözler ise birçok savaşın başlatılma malzemesi oluyor. Narsist bireylerin zararları, kendisinden çok etrafındaki bireylere oluyor.
Kapitalizm, modern kültür, popüler kültür narsizmi besliyor. Kendini sergilemeyi ve bencilliği besliyor. Çıkar peşinde koşmayı yüceltiyor. Kapitalist ahlak diyor ki: “İnsan, çıkar peşinde koşan birisidir. Toplum da çıkar peşinde koşan varlıklardan oluşmuştur. Çıkar peşinde koşmazsan rekabeti kaybedersin. Barışçıl bir rekabete ihtiyacın yok, savaşçıl, kötü bir rekabet yapabilirsin.” Şimdi de toplam kalite adı altında bunu düzeltmeye çalışıyorlar.
Merhamet eksikliği, acımasız, şiddet uygulayan nesil yetişiyor. Hayâ eksikliği de saygı, utanma, sorumluluk duygusu olmayan nesil… Utanma, saygı, sorumluluk, merhamet duygusu ile yetiştiriyorsanız yanlış yapsa da o çocuk zamanla tekrar doğruyu bulur. O yüzden çocukları zorla, şeklî ve biçimsel bir Müslüman yapmaktan ziyade, ruha merhamet ve şefkat gibi iki önemli duyguyu işlemeliyiz. Egoizmin karşıtı olan merhamet ve empati duygusu, sorumluluk, başkalarının da haklarının var olduğunu öğrettiğimiz zaman, bu zamanın sorunlarına çözüm bulmuş oluruz. Bu çağda yetiştirilen insan tipinin sorunlarının en büyük sebebi, bu duyguların ihmal edilmesidir. Günümüzde Müslümanlar şekil yönünden Müslüman ama ahlak olarak kapitalistler ve böyle yetiştiriliyorlar. Bu insan tipi, insanlığa iyi örnek olmuyor. O nedenle insan, değişimi ilk önce kendisinden başlatmalıdır.
O zaman dinin özünün Müslüman toplumlarda nisbeten karşılığını yitirdiğini, batılı toplumların değerlerinin ise içselleştirilerek yol alındığını söyleyebilir miyiz?
Norveç, ilginç bir örnek. Norveç Parlamentosunda “Manevi Değerler Araştırma Komisyonu” kurulmuş. Fakat yeni kuşakta bunun başarısızlığı da görülüyor. Çünkü gençlik uyuşturucu kullanıyor, madde kullanıyor. Etrafı da “Özgürsün kullanabilirsin.” diyor. Fakat etrafında polis bekliyor, başkasına zarar vermesin diye. Yani kendine zarar verebilirsin ama başkasına zarar veremezsin, diyor. Özgürlük-Sorumluluk dengesini kurma konusunda yeni kuşaklara hâkim olamıyorlar. Norveçliler, kadim kültürdeki dürüstlüğü referans almışlar, fakat referans olarak göstermiyorlar. Nitekim Martin Luther’in Protestanlık anlayışının ortaya çıkma sebebi olarak, Endülüs Emevilerindeki İslam ahlakını görüyorlar. Temizliği, dürüstlüğü, yalan söylememeyi, bunların iyi sonuçlarını görüyorlar. Avrupa’nın ilk hastanesi, ilk üniversitesi Endülüs Emevileri döneminde kurulmuştu. Bunu görüyorlar, bakıyorlar kendi yaşantılarına, kötü, yaşanmıyor. Bunun kötü sonuçlarını görüyorlar. Birbirleriyle kavga ediyorlar, veba salgını artmış, insanlar ölüyor… Alman ekolü ve Kuzey Avrupa Ekolü Protestanlığı başlatıyor kiliseye karşı. Kilise öyle bir zenginleşiyor ki buna karşı çıkıyor, protesto ediyorlar. Burada referans olarak dinî gerekçelerle dürüst olmayı, ahlaklı olmayı önemsiyor ve bunu Protestan ahlakı olarak kabul ediyor. Püriten ahlak olarak geçiyor literatürde. Püriten ahlak, zorla iyilik yapmayı, iyi olmayı dinî gerekçelerle başlatıyor. Daha sonra dinî gerekçeler ortadan kalkıyor, bu kültürel gerekçe olarak devam ediyor. Şu an Norveç’te bu kültürel olarak aktarılıyor. Ama internet onları da bozmaya başladı. Çünkü ailede aktarılıyor bu değerler… Aile dağıldığı zaman sokakta büyüyen çocukta, kurumda büyüyen çocukta bu oluşmuyor. Onun için 50 sene sonra Hristiyanlığın, Protestanlıkla İslam’dan aldığı Püriten ahlakla ilgili güzel değerleri şu anda yaşattığı için kendi medeniyetlerini devam ettiriyorlar. Ama onların kendi medeniyetlerinde yok bu. Kiliseye karşı çıktıkları için ve Endülüs’ten aldıkları için var… Onların malı değil… Ama bu internet çağı onları da kolay tüketecek. Bunun kaynağının ne olduğunu bizim iyi örneklerle anlatmamız lazım.
Şu hadis-i şerif ile tamamlamak lazım. Hz. Peygamber (sav): “Kardeşim İsa ve Musa bu zamanda yaşasaydılar bana tabi olurlardı.” diyor.
Tabi ki, özü aynı çünkü… Felsefeye bakıyorsun, hep birbirini yalanlamıştır ama dinler hep birbirini tamamlamıştır. Dinlerin tahrif edilse bile iskeleti benzerdir. Bu da dinlerin semavi olduğunu gösteriyor. Dünyevi olmadığını gösteriyor…
Bir arayış var. Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun “Yeniden Mükellef İnsan” diye bir konuşması var. Prof. Dr. Sadık Yaran “İnsanda Ahlakın Şartı Kaç?” diyor. Bunların içinin doldurulabilirliği, kadim kültür dediğimiz örnek modellemelerden ayrık değil yine. Hz. Peygamber ile sahabe-i kiram efendilerimizin ilişkileri için Allahu Teâlâ “Biz onlara bir nebi gönderdik ve onların nefslerini tezkiye etti.” diyor, tasavvufta delil olarak da anlatılıyor. Şimdi de söylediğiniz o örnek modeli biraz görmek istiyor insanoğlu. Hani o anlatılan ahlakı yaşayıp bir gözyaşı akıtmak istiyor.
İyilikleri bir odaya doldursanız kapısını ne açar, kötülükleri bir odaya doldursanız kapısını ne açar? Kötülüklerin kapısını kibir, bencillik açıyor; iyiliklerin kapısını da tevazu, empati açıyor. Biz bu temeli benimsediğimiz zaman, arkasından iyi şeyler geliyor. Bunu uygulamaya geçirmemiz lazım… Entropi yasası var, termodinamiğin 2. yasası… Suyu ısıtmazsanız kendi haline bırakırsanız soğur, odayı kendi haline bırakırsanız karanlık olur. Evreni de kendi haline bırakırsanız, enerjiyi termodinamik yasaya göre kendi haline bırakırsanız, parçalanmaya, düzensizliğe ve dağınıklığa gidiyor. Düzenli olma halinden, düzensizliğe doğru gidiyor. Müdahale ederseniz düzenliliğe gidiyor. Odanızı düzenli tutmak gibi bir çabanız yoksa oda dağınıklığa doğru gidiyor. Bu entropi yasası ahlakta da var. İyi bir insan olmak için entropik bir çaba içerisine girmezseniz kendi haline bırakırsanız kötülük yayılıyor. Nuh kavminin başına gelen felaketten önce Nuh kavminin yaşayışına bakıyorsunuz; hiç aile kalmamış, hiç ahlak kalmamış. İnsanların çoğu artık, kör, topal, sağır doğmaya başlıyor. Mahremiyet kalmamış, böyle bir durumda da Nuh Tufanı oluşuyor. İyilik ve güzellikler artmazsa başımıza Nuh Tufanı gelir.