Sosyal antropoloji nedir, bunun çeşitli alt dalları ve türleri için ne tür bir eğitim gerekir?
Öncelikle şunu söylemek gerekir; ben bunu derslerde de, özellikle Sosyoloji dersine başlarken de söylüyorum. Şöyle bir yanlış anlaşılma oluyor: Sosyoloji sanki antropoloji ile aynı bilimmiş gibi veya sosyal antropoloji, sosyolojiden çıkmış gibi bir şey var. Tabii, ikisi de toplumu merkeze alan bilim. Ancak, antropoloji, kelime anlamı olarak, “antropo” insan demek, “loji” de bilim. İnsanla alâkalı olmayan bilim var mı, o da ayrı bir konu. Ama şu var: Sosyoloji ile Sosyal Antropolojiyi ayıran en önemli fark: Sosyoloji, endüstrileşmiş toplum, yâni Batı toplumunun kendi içinde geçirdiği değişimi teşhis etmek için geliştirilen Avrupa merkezli bir bilim dalıdır. Yâni Saint Simon ve Auguste Comte’un kurucu babaları olduğu, sanayileşmenin başladığı toplumdaki yaşanan sosyal değişiklikleri ele alan bir bilimdir. Yâni bir anlamda ergenliğe geçen bir insanın, “Ne oluyor bana?” dediğinde, bir uzmanından yardım alması gibi veya bir büyüğünden yardım alması gibi, “Merak etme evladım, sen bunları geçiriyorsun, geçireceksin.” demesi gibi, sosyoloji, sanayileşmiş toplumları anlamak, anlatmak ve sorunlarına çare bulmak için ortaya çıkıyor.
Antropoloji ise sanayileşmiş toplumların dışında kalan toplumları anlamak için yine Batı’nın kendisinin ortaya çıkardığı bir bilim dalı. Bunun da sebebi sömürgeciliktir. Aslında antropolojinin geçmişi biraz kirli, yâni çok masum değil. Batı toplumları, çok daha önceden, yâni sanayileşmeden önce başlayan sömürgecilik döneminde, gittikleri yerleri nasıl daha “iyi” sömürgeleştirsinler, nasıl az sorunlar yaşansın ki bu sömürge süreci daha “verimli” olsun diye, araştırmacılar veya oraya giden kâşifler anayurtlarına sürekli raporlar gönderiyorlar; “Buranın özelliği bu, şöyle yapalım; buranın özelliği bu, böyle yapalım.” diye. Bu, Latin Amerika’dan tutun da Uzak Doğu’ya, Hindistan’a, Afrika’nın içlerine kadar uzanıyor, oralardan binlerce rapor geliyor. Özellikle İngiltere ve Fransa’ya, İngiltere başta olmak üzere. Daha sonra, bu gelen bilgiler bir bilimin doğması için altyapıyı oluşturuyor, bir literatür oluşturuyor. Öncelikle farklı insan ırklarını tanımak için fiziksel ve biyolojik antropoloji ortaya çıkıyor. Tabii, işin kültürel tarafı da var. Dolayısıyla, bu bilim dalı, “bir bilim dalı kuralım da daha sonra kullanırız” manasında değil, tıpkı diğer bütün bilim dalları gibi, ilk önce veriler toplanıyor, daha sonra ayrıştırılarak bir bilim dalı hâline geliyor. Sosyoloji de aslında böyle bir şey. Sanayileşmiş Batı toplumunun değişimlerine anlam vermek için yapılan araştırmalar daha sonra sosyoloji bilimini ortaya çıkartırken; antropoloji de diğer toplumları, yani Batı’ya göre “öteki” olarak kabul edilen toplumları anlamak için ortaya çıkıyor.
Sosyal antropolojinin kültür kavramına bakışı nasıldır?
Sosyal antropoloji, kültür kavramına iyi kültür-kötü kültür olarak bakmaz, kültürün her tarafını inceler. Yâni kan davası da bir kültürdür, yolcuya yemek vermek, ona döşek açmak da bir kültürdür. Dolayısıyla, antropolojinin çok geniş bir bakış açısı vardır. Antropoloji büyük sorular sorar, ama bu büyük soruların cevaplarını küçük yerlere odaklanarak bulmaya çalışır.
Peki, sosyal antropoloji nasıl bir eğitimi gerekli kılar?
Tabii, antropolojinin biyolojik antropoloji dalı var. Daha çok, biyoloji ve tıp yoluyla, yâni insan bedenini inceleyen bir alandır. Ama sosyal antropoloji, toplumbilimini ve sosyal antropolojinin alt dalları olan din antropolojisi, dil antropolojisi, gastroantropoloji (mutfak kültürü) giyim antropolojisi ve toplumu oluşturan toplumdaki her türlü iyi ya da kötü kültürel öğeleri araştırır.
Elbette antropologlar olarak bizim birçok uzmanlık alanımız veya odaklandığımız alan var. Mesela benim sosyal antropolojideki doktora tezim, din ve siyâset antropolojisi üzerine odaklandığım bir konuydu. Ama incelediğim sosyal grubun önem verdiği günlerden tutun da, o dinî gruba, daha doğrusu tasavvuf grubuna âit, o tasavvuf grubunun ev dekorasyonundan, taktıkları mücevherlere, takılara, giyim kuşamlarına kadar her şeyi inceledim. Ama bunları bir çıkış noktası olarak inceledim.
Fakat benim, özellikle, sâdece sosyal antropoloji açısından değil, bütün sosyal bilimlerde gördüğüm bir eğitim gereği şudur: Sâdece lisans eğitimi yeterli olmuyor. Benim zaten lisans eğitimim antropoloji değil; ben İngilizce öğretmenliğinden sonra yüksek lisansımı da çeviri bilimde yaptım. ODTÜ’de İngilizce öğretmenliği okudum, Boğaziçi’nde çeviri bilim yüksek lisansımı yaptıktan sonra dile olan merakım beni dil antropolojisi üzerinden sosyal antropolojiye getirdi. Ama özellikle doktoramı yaparken, lisans seviyesindeki antropolog adayı arkadaşlarda büyük bir sosyal birikim eksikliği görüyordum. Mesela bizim Türkiye olarak belki nadir başarılı olduğumuz eğitim projeleri fen liseleri ve imam hatip liseleridir. Mesela birçok mühendislik fakültesinden akademisyen arkadaşlarımla konuşurken fark ettim, rahat ettiklerini düşünüyorlar; çünkü fen lisesinden gelen bir altyapıları var. Ama bizim sosyal bilimler konusunda fen bilimleri kadar başarılı altyapı veren bir lise seviyemiz yok. Yâni iletişim, sosyoloji, psikoloji, siyâset bilimi, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler, hukuk gibi sosyal alt taban gerektiren lisans eğitimlerine maalesef biz büyük bir altyapı eksikliğiyle giriyoruz.
Dolayısıyla, dünyaya bakış açısından hemen hemen en büyük perspektife sâhip bilim dalı olarak sosyal antropolojiyle ilgilenen kişilere benim tavsiyem: Özellikle sosyolojik açıdan gerekli olan konularda, ki bu konuların başında bence din geliyor, bir sosyal bilimci, incelediği toplumun dini unsurlarını çok iyi bilmesi lazım ve bunu antropolojinin de, sosyal antropolojinin de en önemli çıkış noktası olarak kültürel görecelikle yapması lâzım. Yâni “Demek ki bunlarda bu işler böyle oluyormuş.” der gibi.
Şu anda Uzay Antropolojisi bile çıktı. Yâni uzayda insan ne kadar var ki bunun antropolojisi yapılacak denilebilir; ama şu anda mesela dijital antropoloji, medya antropolojisi, bilişim antropolojisi üzerinden birçok yeni antropolojik alt kollar çıkıyor. Antropolojinin böyle geniş bir alanının olmasının avantajları olduğu gibi, dezavantajları da var; konuları derinleştirmesi ve odaklanması açısından zorluk yaşayabiliyoruz.
Yâni hayâtın değişik kesitlerini inceden inceye inceleme imkânı da var. Bu da tamâmıyla hayâtın içine sokuyor bu sosyal bilimi.
Tabii. Bunun sebebi de şu: Masa başında antropoloji yapılmaz. Siz masa başında tarih yazabilirsiniz; kütüphanede çalışır, bundan 500 sene önceki bir olayın tarihsel altyapısıyla ilgili araştırma yapabilirsiniz. Ama tıpkı masa başında ameliyat yapılamayacağı veya masa başında yüzme öğrenilemeyeceği gibi, sosyoloji ve sosyal antropoloji yapmak, bu konuda bir çalışma yapmak istiyorsanız sokağa inmeniz lâzım. Yâni moda tabiriyle “halka dokunmanız” lazım. Bu da biraz farklı bakışı gerektiriyor. Ben mesela sosyal antropoloji derslerinde, hangi bölüme girersem gireyim, şunu söylüyorum: “Arkadaşlar, sokakta gezerken kulaklıkla gezmeyin, yâni kulağınızda müzik varken gezmeyin; şehrin sesini, kötü de olsa, korna sesi de olsa, çığlık da olsa duyun.” Düşünün, siz bir semt pazarına gittiniz, kulağınızda kulaklıkla alışveriş yapıyorsunuz. Bu satıcıların kendilerini tanıtmak ve müşteri çekmek için yaptığı kültürel bir şey vardır, insanlar nasıl bağırıyorlar, yâni tezgâhtarlar nasıl birbirleriyle haberleşiyorlar falan, bunları duyamazsınız, öğrenemezsiniz. Yâni şehrin bir sesi vardır, hayatın bir sesi ya da bir kokusu, bir ritmi vardır. Bunun içine girdiğinizde siz, kokusunu da sıcaklığını da sesini de duyabilirsiniz. Yâni nasıl ki koklayamadığınız bir yemeğin tadını alamazsanız, bütün duygularınızla hissetmediğiniz bir toplumun yapısını da incelemeniz ve anlamanız zor olur.
Küresel entrikalar, kişisel gelişim klişeleri, popüler kültürün dejenerasyon boyutu, keyfi kimlik inşâları çok yaygın ve âdeta afet masasına dönüşmüş aile problemlerinin önümüze koyduğu bir tablo var. Bu da bireylerde kişilik ve kimlik açısından ciddi savrulmalar yaşandığını gösteriyor. Tüm bunların toplumu nasıl etkilediğine dair gözlemleriniz nelerdir?
Ben bunu sık sık, yazılarımda da söylüyorum. “Toplumun İkinci Beyni: Sokaklar” başlıklı bir yazım var. Benim hissettiğim, insanların fazlasıyla duyarsız olması. Buna ister küresel entrika diyelim, ister küreselleşme diyelim, benim de hiç sevmediğim bu kişisel gelişim furyası, popüler kültürün dejenerasyon boyutu, bunların hepsi tabii ki bizi etkiliyor. Yâni bunlardan bigâne ve bunların hiçbirisine tepkisiz değiliz.
Bir kere, en büyük sıkıntı, kişilik inşâsı ile kişisel gelişim arasında bir yanlış anlama yaşıyoruz. Sanki bunlar aynı şeylermiş gibi. Kişilik inşâsı olmadan kimlik inşası çok eksik ve güdük kalıyor. Bu sefer kimlik kişiliğin önüne geçmiş oluyor; yâni insanlar kendilerini âidiyetler üzerinden, tuttukları takım, doğdukları yer, okudukları okul, mensubu oldukları aile, hatta daha sonra mensubu oldukları aile, “falancanın geliniyim, filancanın damadıyım” gibi, bu tür kimlikler üzerinden tanımlamaya, tamamlamaya çalışıyorlar. Hatta bu kimlik, takım taraftarlığı veya oturduğu mahalle, “Biz falanca mahallenin çocuğuyuz.” gibi, kişiliğin zayıflığından gelen ve bu zayıflığı, bu boşluğu kimlikle tamamlamaya çalışmaktan gelen bir şeydir. Şimdi, size ilk sorulduğunda, aslında neyiz; insanız, Müslüman’ız, erkeğiz veya kadınız. Bu tip şeylerden önce, yâni “Kendini tanıtır mısın?” dediğinde, mesela bir yarışma programında okuduğu okuldan bahsediyor. Hiç kimse, “Şöyle bir insanım. Şu özelliklerim var. Şuna önem veririm...” diye tanıtmıyor. Hani verili ve kazanılan şeyler vardır ya sosyolojide. Bizim cinsiyetimiz verilidir, anamız babamız verilidir, etnik olarak doğduğumuz coğrafya verilidir. Ama daha sonra kazandığımız özellikler; evli olmamız, çocuk sahibi olmamız falan, bunlar bizim kişiliğimizle birlikte oluşan şeyler. Bunlar eksik olduğu için, insanlar, ister istemez, kendilerini özel bir şeylerle tatmin, telâfi etmek istiyorlar, aslî kimliklerindeki unsurlar yetmiyor. İşte şu okul mezunuyum, ama bu okul her zaman tatmin etmiyor.
Kişisel gelişim problemi de şu: Birilerinin omzuna basarak çıkmak. Yâni ben gelişeyim, diğerleri alçak kalsın. Yani kendimi göstereyim, başkalarında olmayan bende olsun gibi. Ama bunların hiçbiri kişiye özel değildir. Yâni gereksiz bir kişisel gelişimle parmak izimizi oluşturmaya çalışıyoruz aslında.
Sosyal sermaye kavramı da burada çok açıklayıcı olabilir. Benim etrafımdaki insanlar benim kadar gelişmemişse ben o gelişmişliği kullanamam ki. Yâni siz bir mahallenin en zengini olabilirsiniz, ama yan komşunuz sizin kadar zengin değilse, onunla aynı yere tatile gidemezsiniz, onunla aynı faaliyetlerde bulunamazsınız, onunla aynı harcamaları yapamazsınız veya aynı yerlerde yemek yiyemezsiniz, belki onun da sizin malınızda gözü olacak. Yâni insanlar kişisel gelişimi biraz da kişisel tatmin uğruna yapıyorlar. Popüler dejenerasyon ise işin neredeyse çivisinin çıktığı yer.
Bu dejenerasyonun sebebi nedir?
Bunun dejenere olmasının sebebi de şu: Bir kere, şunun gözden kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum: Bir önceki nesil, bir sonraki nesli her zaman eleştirmiştir. Hatta çok ilginç bir örnektir; Sümer tabletleri bulunuyor, 3 bin küsur yıllık, gelin-kaynana arasındaki sorunları anlatan bir metin ortaya çıkıyor. Yâni her zaman anne babalar, çocuklarını; kayınvalideler, gelinlerini, damatlarını bir şekilde eleştiriyorlar. Ama sıkıntı şu: Eskiden, “Biz babamızdan böyle gördük.” tavrı işe yarayabiliyordu; dedesi torununa bir şey öğretip, torununun hayatta bazı şeyleri başarmasını sağlayabiliyordu. Ama şu anda değil nesiller farkı, yâni dede-torun, bir nesil önce, baba-çocuk veya anne-çocuk farkı çok oldu. Şimdi iki kardeş arasındaki, yâni aynı nesil arasındaki birkaç yıllık fark bile büyük bir farkın açılmasına sebep oldu. Bu da, tabii, biraz da teknolojinin vermiş olduğu bir olumsuzluk. Düşünün, radyodan televizyona geçiş yaklaşık 100 yıl sürdü, ama telsiz telefondan cep telefonuna geçişimiz 10 yıl sürmedi. Cep telefonundan akıllı telefona geçişimiz çok daha kısa sürdü ve şu anda 80 yaşındaki teyzeler, dedeler, sanki doğduklarından beri cep telefonu kullanıyormuş gibi bunu çok ustaca kullanıyorlar ve çok çabuk adapte oldular. Hani eskiden “Nereye gidiyor bu gençlik?” derken, artık insanlar, “Nereye gidiyorum ben?” veya “Nereye gidiyoruz biz?” hâline dönüşmeye başladı. Bunun da aile içinde birçok olumsuz dönüşü oluyor. Eskiden amcalar, teyzeler, dedeler de bir araya gelince kavga ederken veya anlaşamazken, arada büyükler olduğu için bir sıcaklık olurken, şimdi artık her gün aynı evde uyuyup aynı evde kalkan insanlar arasında böyle bir çelişki veya bir sıkışma oluyor. Babasından öğreneceği şeyin veya annesinden öğreneceği şeyin sosyal hayatta ona hiçbir yardımı, yol göstericiliği olmadığını gören çocuk, bir süre sonra artık günü kurtarmak için birkaç günlük veya birkaç aylık, birkaç haftalık kendini idare edecek şeylerle avunmaya başlıyor. Tabii, illaki ergenlikte yaşanan o savrulmalar olacak; ama bakıyorsunuz, artık ergenliğini yaş olarak, biyolojik olarak geçmiş, 30 yaşında, 35 yaşında insanlar çok çabuk çocuklaşabiliyorlar. Bu, “içimdeki çocuk” meselesi değil. Şımarıklığı hoşumuza gitmeyen, sevinmeyi bilmeyen, bugünü bugünde yaşayıp yarını düşünmeden yaşayan bir nesil ortaya çıktı. Bu, 30 yaşındaki, 35 yaşındaki insanlar da aile kurup anne baba olduktan sonra bile yaşanan şeyler.
Bunların sebebi nedir sizce?
Çok kalıplaşmış klişelerle yaşıyoruz. Yâni şöyle: Okul okunacak, okul okuyayım. Okul bitirilecek, bitireyim. İşe girilecek, gireyim. Evlenilecek, evleneyim. Çocuk yapılacak, çocuk yapayım. İnsanlar neredeyse bir bilgisayar oyununda seviye atlar gibi, bir hayat yaşayacaklarını düşünüyorlar. O yüzden birçok kişi ya kendini evliliğe hazır hissetmiyor ya da anne baba olmaya hazır hissetmiyor. Bir de her taraftan bunun örneğini görünce normalmiş zannediliyor. Eskiden sorun olan şeyler şimdi bizim normalleştirme unsurumuz oldu. “Amerika’da da bu yaşanıyormuş, Hindistan’da da bu yaşanıyormuş, kırsalda da buymuş, şehirde de buymuş; demek ki bende de o kadar bir problem yok, ben de böyle idare edebilirim.” diyebiliyor insan. Ama bunun sonu olmadığını ve bu konuda duvara toslayan ülkeleri, devletleri görüyoruz. Başta Amerika ve Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere. İnsanlar eskiden sosyal güvencelerini sağlamak için aile kurarken; artık, “Gerek yok, devlet bana bakıyor veya benim param var, kendimi baktıracak insanlar tutabilirim.” diyebiliyorlar. Kuzey Avrupa ülkelerinde en yüksek intihar oranlarının olması da bunu bize gösteriyor. Bu, intihar konulu en klâsik çalışmalardan birini yapan Durkheim’ın da tespit ettiği bir şey. “Sosyal zenginlik veya ekonomik zenginlik arttıkça intihar oranları artıyor; çünkü insanlar yalnızlaşabiliyorlar.” diyor Durkheim. “Benim artık evlenmeye ihtiyacım yok, bana yaşlılığımda veya hastalığımda bakacak insanlar parayla tutulabilir.” diye düşünüyor insanlar, ama bunu da karşılayamıyorlar. Dolayısıyla insanlar yaşayıp yaşayıp, hayatlarının biyolojik ve fizikî olarak zirvesindeyken, “Artık hayatta yapacağım bir şey yok, çoluğum çocuğum da yok, intihar ettiğimde üzülecek, arkamdan ağlayacak kimse de yok.” deyip intihar edebiliyorlar. Avrupa’da, tek ebeveynli ailelerden tutun da, hiç çocuk sâhibi olmadan, “Kendimi bir çocuğa niye adayayım, niye birkaç yılımı bir çocuk için harcayayım, niye vücûdum bozulsun, niye dünya turunda veya keyfim için harcayacağım parayı çocuğun eğitimine harcayayım?..” diye düşünüp bir duvara toslama oldu. Biz de arkadan gelen, gelecek olan toplumlardan biri olarak bunları yeni yeni yaşamaya başladık. Belki bu Covid-19’un yaşattığı o kadar zorluktan bir hayır çıkacaksa, bence bunları, yâni biz belki 2050’lerde, 2040’larda yaşayacağımız sorunları sıkıştırarak, yaşanmamış geleceği geri sararak, bir nevi yaşıyor oluruz. Bu da bir antropolog olarak benim gözlemleyebildiğim şeylerden biri. Toplumda böyle bir sorumsuzluk da yok değil açıkçası.
Rol modellerin eksikliği de çok ilginç değil mi?
Aslında rol modeller yok değil, var. Ama rol modellerin önüne geçen ve süreklilik derdi olmayan başka modeller var. Bir de rol modellerin tarihi sınanmaması var. Belki şu anda 1 ayda popüler olup unutulan insanların rol model olma gibi bir imkânları yok; ama 10 senedir aynı yerde durup, tıpkı bir deniz fenerinin ne olursa olsun yol göstermesi gibi, şaşmayan, eksenini değiştirmeyen, Hazreti Mevlânâ’nın benzetmesiyle, pergelin sivri ucunu değiştirmeyen ya da Mevlevî kültüründeki tâbirle, “çivisi hep sağlam olan” insanlar var. Mesela felsefe söyleşilerinin veya ilmî olarak çok derin konuların konuşulduğu programların seyredilmediğini görürken, yemek yerken bile ya da bir yerlerden bir yere giderken, hatta cep telefonundan seyredilebilecek basitlikte, beyni yormayan, rahatlatan, boşaltan, o günlük koşuşturmanın gereksiz yorgunluğunu atmak için kafanı dinleyeceğin bir şeylerin çok seyredildiğini, dinlendiğini görüyoruz. Mesela klasik müzikten bakalım; gerek Türk klâsik müziği, gerek Batı klâsik müziği. Bunlar da eğitim gerektiren ve birikim gerektiren, dinlemek için birikim gerektiren müzikler. Yâni Dede Efendi’yi, Hacı Arif’i, Itri’yi veya Mozart’ı, Beethoven’i, Çaykovski’yi, Vivaldi’yi, Brahms’ı yemek yaparken dinleyemezsiniz. Bunları dinlemek için bir taraftan bir şey yapayım, o da orada çalsın diyemiyorsunuz. Yâni o insanlar lâf olsun diye o besteleri yapmadılar; onların anlatma tarzı, onların konuşma tarzı, kendilerini ifade tarzı oydu. Mimar Sinan’ın yaptığı şey sâdece sağlam bir bina yapmak değildi; Mimar Sinan müzik yapsaydı, Itri gibi, Dede Efendi gibi olurdu. Dede Efendi mimar olsaydı, Süleymâniye’yi yapardı.
Günümüzde böyle insanlar yok değil, var ve bunlar belki şu zamanda anlaşılmasalar bile zamanla anlaşılacaktır. Biliyoruz, birçok yazar kendi döneminde anlaşılmamıştır; bizim şu anda klâsik olarak okuduğumuz birçok yazar sefalet içinde ölmüştür, anlaşılmamıştır. Ben bu tip rol modellerin daha sonraya yönelik, biraz daha böyle geleceği görerek yaşayan insanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bakıyoruz, hem Avrupa tarihinde hem Osmanlı tarihinde yüz tane Vivaldi veya Dede Efendi yok, yirmi tane Da Vinci veya Mimar Sinan yok. Tabii, Mimar Sinan’ın da ortaya çıkması için ekonomik, sosyal, kültürel, birçok birikimin zirvesi lâzım. Ama bir tane çıkmış, tam çıkmış. Hazreti Mevlânâ’nın benzetmesiyle söylersek: “Bir kibrit ateşi veya bir mum ateşi bir oda dolusu karanlığı yok edebilir.” Yâni gerçekten bu insanlar kendilerini ortaya koyuyorlar, ifâde ediyorlar, geleceğe dair bir şeyler yazıyorlar çiziyorlar, geriye dönüp bakmak istenildiğinde de bunlar arayanı bulacaktır. İllaki işin posası olacaktır. Yâni Avrupa’da da, Türkiye’de de, Osmanlı zamanında da hiç adını sanını bilmediğimiz bir sürü şair, müzisyen olmuştur. Onlar belki de kendi dönemlerinde mutlu olmuşlardır veya kendilerini tatmin etmişlerdir; ama bizi bugün bile tatmin edici şeyler bırakanlar, bu işin derdini yaşayan insanlardır. Mesela Dede Efendi, bir saray müzisyeniyken, kendi prensiplerine uymayan bir gelenek başladığı için Saray’ı terk ediyor. Batı’dan müzisyenlerin gelip piyanonun çalınıyor olması Dede Efendi’yi rahatsız ediyor. “Bu işin tadı kaçtı.” deyip, kalkıp Medine’ye gitmiştir ve orada vefat etmiştir.
Şimdi popüler olanlara “rol model” demiyoruz, fenomen diyoruz… Ama şunu düşünün: Bir yıl önce sosyal medyada tıklanma rekorları kıran insanlar, isimler, şarkılar veya paylaşımlar şu anda yok. Mesela bir ara ne vardı; buzlu kova meydan okuması. Var mı öyle bir şey şimdi? Yok. Burada mağduriyetler olacaktır. “Keşke bugünkü aklımız olsaydı da şunları yapsaydık.” diyen bugünün gençleri, geleceğin orta yaşlıları veya olgun kişileri daha çok pişmanlık yaşayacaklardır diye düşünüyorum.
Mesela üniversitelerden bahsediyoruz. Birçok kişi şunu der: “Biz eskiden üniversite okumazdık, hoca okurduk.” Yâni hocadan mezun olurduk, o hocanın öğrencisi olmak önemliydi, o fakültenin, o üniversitenin değil. Dolayısıyla, bu tip hocalar da biraz da “süt nasıl olursa, kaymağı da öyle olur” kuralı gereği az çıkıyor. İnşallah yeterli sayıda çıkıyordur diyelim.
Üniversite eğitimi aldığı hâlde sokaktaki herhangi birinden daha sığ değerlere sâhip, üniversite sonrası dahi sosyal gelişmişlik, yetişme bozuklukları, bâzı erdemler açısından çok kısır kalmış bireyleri görüyoruz.
Evet. Sâdece erdemler açısından değil, akademik bilgi açısından bile yetersiz. Düşünün, inşaat mühendisi kum karmayı bilmiyor. En basitinden söylüyorum. Dilekçe yazmayı bilmeyen hukuk fakültesi mezunu var. En basit örnekleri veriyorum ben size. Daha noktadan sonra cümleye büyük harfle başlayacağını bile bilmeyen üniversite öğrencileri var. Hepsi öyle mi? Değil. Hangi de’nin, hangi da’nın ayrı yazılacağı meselesine çok takıyoruz, ama iş çok felâket yerlere gitmiş durumda.
İyi üniversite için iyi lise, iyi lise için iyi ortaokul, iyi ortaokul için iyi ilkokul gerekir. İyi de, o iyi üniversite seni nereye götürecek? Şu örneği derslerde de anlatırım: Otobüse bindiğinde elindeki akbili hazırlaması gerektiğinin farkında olmayan bir insan, otobüse biniyor. Arkasında insanları beklettiğinin farkında değil ve otobüsün sırf o öyle yaptı diye durakta bir dakika fazla durduğunun farkında değil. Bu otobüs yirmi tane durakta duruyorsa, son durağa yirmi dakika geç gidiyor. Yirmi dakika fazla benzin yakıyor demektir. Bunun farkında olmayan insanlar var. Kendisine yarayacak bir bilgiyi bile edinme noktasında bu kadar duyarsız olan birinin, insaniyet açısından, kulluk açısından, müminlik açısından, ümmetlik açısından bir değeri yüklenmesi mümkün değil. İstediği kadar imam hatip okusun, istediği kadar muhafazakâr bir aileden gelsin, istediği kadar muhafazakâr bir çevrede olsun, istediğiniz kadar dinî eğitim verin, olmuyor. Olması mümkün değil, çünkü üstüne inşa edeceğiniz değerleri tutturamıyorsunuz. Mesela duvarda delik açarsınız, dübellersiniz, ama asacağınız dolabın deliği oraya uymaz, dolayısıyla tutturamazsınız. Dolaptaki delik iyidir, duvardaki delik iyidir, ama ikisinin birbirine örtüşmesi lazım. Yâni biz sokakta yürürken Müslümanlığımızı göstermeliyiz, alışveriş yaparken Müslümanlığımızı göstermeliyiz.
Neyi niye yapmakla alakalı bir şey söz konusu burada.
Evet, adam cenneti garantilediğini düşünüyor, Edison’un derdine düşmüş. Yahu, sana ne Edison’dan?! Şu da var, sosyolojik bir tespit yöntemim vardır benim: Mesela otobüse biniyor insan, iki tane teyze bindi, birine yer veriyorsunuz, o oturuyor, sonra arkadan ikinciye yer veriliyor, ikinci teyzeye yer veriliyor. Ne yapıyor biliyor musunuz o teyze; diyor ki: “Oğlum, sen kalk git oraya, bu kadın benim yanıma gelsin.” Arkadaşını yanına alıyor. Bunun yansıması arkadaş, akraba kayırmasında vardır. Bir kişi işyerine, kendi ailesi, ailesinden yoksa köylüsü, köylüsü yoksa memleketlisi, memleketlisi yoksa partilisini alıyor. Ondan sonra diyor ki: “Öbürküsü kadrolaşmış.” Yâni sokağa bakınca aslında, bu toplumda ne olur, ne olmaz belli olur.
Sınıfta diyorum ki: Arkadaşlar! Yurtdışından gelmiş, Türkiye’yi hiç bilmeyen bir insan olsam, iki saat İstanbul trafiğinde bütün çözümlemelerimi yaparım. İnsanlar nasıl araba kullanıyorlar, emniyet şeridi ihlal ediliyor mu, trafik polisi olmadığında kurallara uyuluyor mu uyulmuyor mu, ben buna bakarım. Trafik polisi koyuyor motosikletini, yakıyor çakarları, trafik şıkır şıkır akıyor; bir telsiz anonsu geliyor, başka bir yere gidiyor, hemen orası kilitleniyor. Biz, üniversitelerde veya liselerde veya ortaokullarda hoca olmadığında bile kopya çekilmeyen bir toplum yaratmalıyız.
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, ne olacak?..
Evet… “Falanca böyle yapmış, filanca böyle yapmış, biz de onu devam ettirelim.” Hayır, olmuyor. Hangi şartlarda bunun yapıldığı önemli. 21 yaşında bir sürü üniversite öğrencim var, diyorum ki: “Arkadaşlar! İstanbul’u fethetmek kolay, siz Fâtih olduktan sonra fethedecek İstanbul bulursunuz; ama Fâtih olmaya kimsenin niyeti yok, herkes artistlik derdinde.”
Ama dinde bu kadar ciddiyetsizsek biz, bu kadar lakaytsak, dünyevi konular da çok daha ciddiyetsiziz. Ama İslâm, dünya hayatımız için gönderildi. Hesabını vereceğimize inandığımız bir din yaşıyoruz güya; ama “Ya kulum! Sen bunu, bunu yaparken, seni gören şu kişi imandan çıktı...”nın hesabını nasıl vereceğiz?! “Ben otobüse binerken Akbil’imi çıkarmazsam arkamdaki insanları bekletip otobüsü geç bırakırım.” diye düşünmeyen insan, öbür taraftan, “Benim yaptığım hareket kötü bir örnek olur da insanların imanıyla ilgili bir sıkıntı yaşatırsam ne olurum?” diyemiyor.
Benim Tasavvuf Kültürü dersinde anlatmaya çalıştığım tam da budur. Ben mesela birçok tarikatın zikrinde bulundum, ama diyorum ki: “Tasavvuf sadece zikir değildir. Tasavvuf, Peygamber Aleyhisselâm 2021 yılında gelseydi, İstanbul’a gelseydi nasıl yaşardı, onu bulmaktır.” Hatta şunu derim: Hani bazıları öncelikle cübbeye, sarığa önem verir. Oysa bugün şunu bulmamız gerekir: Peygamberimiz bir Arap erkeği değil de Rus erkeği olsaydı, Sibirya’da dünyaya gelseydi, biz kalpakla mı dolaşacaktık?!
Yanlarına geldiklerinde, “Hanginiz Muhammed?” diye soruyordu bedevi. Peygamber’in bir üniforması yok. Ama nasıl yürürdü, nasıl konuşurdu? Bugün yaşasaydı arabasını nasıl park ederdi?
İrfan Çiftçi diye bir hocamız vardı. İstanbul İktisat Fakültesi hocalarından. Ona şu soru sorulmuş: “Medeniyet nedir?” Demiş ki: “Peygamber’e komşuymuş gibi yaşamaktır.” Düşünsenize, üst komşunuz Resulullah… “Resulullah bu yaptığımı duysa ne yapardı, bu yaptığımı görse ne yapardı? Arabamı böyle park ettim, çöpümü şöyle attım, kapıdan girerken şunu yaptım, bunu yaptım, çamaşırı böyle astım...” gibi düşünmüyorsak, biz, Necip Fazıl’ın dediği gibi, marka Müslümanları oluyoruz.
Câmiye girerken, benden sonra gelen birinin, estetik olmayan dağınık ayakkabıları görmesini istemiyorum. Çünkü ben, Peygamber Efendimizin mezar yamuk kazıldı diye mezar çukurunun düzeltildiğini biliyorum. Diyorlar ki: “Ya Resulullah! Biraz sonra toprak dolacak!” O ise “Yamuk durmasın.” diyor. Böyle bir estetik var ve ben, her girdiğim sınıfta bir dersi şuna ayırırım; câmilerimizin estetikten uzak mimarisi… Mimar Sinan’ın câmi yapımındaki orantıları çok farklıdır mesela. O, daha büyük olsun derdinde değildi. Kâinattaki düzen, altın oran nedir biliyordu. Güzel nedir, göze ne hoş gelir biliyordu.
Peygamber Efendimizin, saçını taramasından tutun da üstündeki kıyâfete kadar her şeyi estetikti. Estetik bence doğal ahlaktır. Bugün yapılan bazı camiler var ki, 2010’ların görsel mimârisinin estetiğinin camisi değil, devasa ama değil… Mimar Sinan 2020’lerde yaşasaydı, cam ve çelik teknolojisini kullanırdı. Belki koca camiler yerine kristal ve geometrik binalar yapardı. Minareleri teleskopik yapardı. Ezan okunurken hareketli görüntüler olurdu. Teknolojiyi kullanırdı. Yeni yapılanlar, Selimiye’nin Süleymaniye’nin kötü bir taklidi gibi. Mimar Sinan da “Bu yapıyı Peygamber görseydi ne düşünürdü?” diye düşünerek yapmıştır.
Yapılar açısından dinimizi 2020’lere getiremedik… İnsana verilen bu emaneti biz, 2020’lere uygun olmayan, ihtiyaçlara cevap vermeyen şeyler yaparak kotarmaya çalışıyoruz. Buradaki en büyük sıkıntı, güncellemedir. Güncelleme yapamamamızdaki sıkıntı kişiliğe önem vermemektir. Kültür havzası, medeniyet havzası olarak büyük olmak bence daha büyük bir sorumluk getiriyor. Önce ahlâken düzgün insan olmayı başarmamız gerekiyor. Durmadan, eski defterleri karıştıran esnaf gibi, “Biz ne büyük medeniyetmişiz.” diyerek devam ediyoruz. Oysa keyfiyet önemli. Sait Başer’in şu tespiti her şeyi özetliyor: “Biz Osmanlı’nın cesedine hayranız, ruhuna düşmanız.” Osmanlı’yı Osmanlı yapan ruha düşmanız ama cesedine methiyeler düzüyoruz.