Elhamdülillah ki bizler mümin insanlarız. “Mümin” demek; Allah’a, O’nun Resulüne ve Resulü aracılığı ile gönderdiği kutsal kitabına ve içindeki tüm bildirilenlere yürekten inanan ve elinden geldiğince oradaki emirlere itaat edip, yasaklarından sakınan kimse demektir. Ama “mümin” aynı zamanda kendisinden emin olunan, kendisine güvenilen kimseyi de ifade eder. Zira âlimler “emân” köküne veya “îmân” masdarına dayandırarak “mümin” isminin, “başkalarını korku ve endişeden emin kılan, onların güvenli olmalarını sağlayan kimse” anlamına da geldiğini söylemişlerdir. O halde mümin aynı zamanda kendisine güvenilen kimse demektir. Nitekim insan ilişkilerinde güven duygusu çok önemlidir. Yani hem biz insanlara güvenmeliyiz hem de insanlar bize güvenmelidirler. Güven duygusu olmayınca ne ailede ne arkadaşlık ilişkilerinde ne toplumda, artık hiçbir güzel değeri sağlıklı bir şekilde bir yere koymak mümkün değildir. Bu nedenle gerek ikili ilişkilerde olsun gerekse sosyal hayatın her alanında olsun, bir insan için eminlik ve güvenirlik, en önemli değer ve en önemli erdemdir.
İnsanlar arası ilişkilerde güveni yıkan veya zedeleyen en tahripkâr fiil ise şüphesiz yalancılıktır. İşte bu nedenle bir mümin asla yalan söylemez ve söylememelidir de... Aynı zamanda kimseyi aldatmaz ve aldatmamalıdır da… Çünkü mümin olmak demek, münafık kişilerin sıfatlarının tam zıddına sahip olmak demektir. Efendimiz (s.a.s.): “Münafıklığın alameti üçtür: Münafık odur ki konuşunca yalan söyler, söz verir sözünde durmaz, emanete hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân 24) buyurmuştur. O halde, mümin kişi, bu ikazları dikkate alarak, asla yalan söylemez, sözüne sadıktır, emanete ihanet etmez...
Bu nedenle ben şakadan bile olsa yalana karşıyımdır, bundan dahi imtina ederim ve herkese de bu derece hassas olmayı tavsiye ederim. Zira bir Müslüman’ın en önem vermesi gereken ahlak öncelikle özde ve sözde doğru ve dürüst olmak ve yalandan şiddetle kaçınmaktır. Tabii ki şeriatın yalana müsaade ettiği özel şartlar hariçtir. Nitekim Efendimiz de (s.a.s.) yalan konusunda çok hassastır ve bu konudaki şu hadis-i şerif çok uyarıcı ve dikkat çekicidir:
Hz. Peygamber’in yanına Hz. Ebu Derdâ gelir ve şöyle sorar: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?
- Resulullah (a.s.m.): Evet, bazen olabilir.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin zina edebilir mi?
- Resulullah (a.s.m.): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da “Evet!”.
- Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi?
- Resulullah (a.s.m): “Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994). Başka bir hadis-i şeriflerinde: “Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur!” (Buhârî, Savm, 8) buyurmuşlardır.
Görüldüğü gibi birçok büyük günaha insanlık hali düşebilir diyen Efendimiz (s.a.s.) yalana karşı asla bu tavizi vermemiştir. O yüzden hem kendimize karşı hem başkalarına karşı doğruluk ve dürüstlük bizim ulaşmamız gereken en büyük hedefimizdir. Bunu elde etmeden başka hiçbir hedefe ulaşmak ve özellikle nefs mücadelesinde başarılı olmak, kâmil imana ve kâmil ahlaka sahip olmak mümkün değildir.
Tabii ki sadece sözümüzün doğru olmasıyla işimiz bitmiş olmaz, sözümüz doğru olunca işimiz de ona göre doğru olmalı, ona uygun olmalıdır. Sözlerimizle işlerimizin bir birini tekzip edip yalanlaması nifak alametidir. İslam âlimleri bu hale “münafıklığın amelî olanı” demişlerdir. İtikadî anlamda inanmadığı halde inanıyor görünmek, katıksız münafıklık olup bunların hâli, inkârını insanlardan gizlemeyen kâfirlerden aşağıdır. Diğeri amelî anlamda münafıklık ise fasıklıktır ve bu kişilerin bu halleri ile mücadele edip kurtulmak için çabalamaları İslam’ın emridir.
Mesela, kalbinde iman olduğu halde, gösteriş için yapılan hayırlar, kılınan namazlar, ortaya konan kahramanlıklar, evliya gibi tavırlar hep bu amelî anlamda nifak alametleri olup, bunlardan kurtulmak için mücadele kulluk görevimiz ve imtihan alanımızdır. Âlimler için ise bu tavır, fasıklık alâmeti olup, bunların yaptığı şey, yapamadıkları şeyleri kendileri sanki yapıyormuş gibi insanlara anlatıp, onları kandırmalarıdır. Hâlbuki kendimizin yapmadığı, uygulamadığı doğruları insanlara söylemek ve tavsiye etmek ne derece ahlâkîdir... Nitekim ayet-i kerimede, “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?” (Saff 61/2) diye bu kişiler uyarılırlar.
Neticede doğruluk ve dürüstlük önce sözümüz, sonra fiillerimiz ve sonra da özümüzde bizi sarıp kuşatmalıdır. Yani, sözümüz ve işimiz doğru olunca, son kertede kalbimize, yani niyetimize bir eğrilik var mı diye bakmak gerekir... Niyet de doğru olur yani söze ve amele uygun hale gelirse bu kişi sadıklardan olur.
“Size doğruluğu öğütlerim, çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiâr edinen kimse Allah katında sıddîk diye yazılır. Yalan söylemekten sizi men ederim, çünkü yalan söylemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzâb diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)
Dolayısıyla bir mümin, sözü, özü ve işleri ile hem kendine karşı hem insanlara ve hem Rabbine karşı doğru ve dürüst olmalıdır ki, işte İslam’ın hedeflediği insan modeli budur.
Evet, yalanın insan ruhunu ve insan psikolojisini yaraladığı, tahrip ettiği kadar hiçbir günah tahrip edip yaralayamaz. Dolayısıyla, yalandan kurtulamayan kişi asla iyi bir mümin, iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olamaz. Bu nedenle yalanla mücadele her müminin en öncelikli işi, doğru ve dürüst olmak ise en öncelikli hedefi olmalıdır. Bir insan bunu başarmadan başka hiçbir güzelliği elde edemez ve hiçbir erdemi kazanamaz.
Fiilî Yalancılık
Fiilî yalancılık, kişinin sahip olmadığı birtakım özellikleri kendisinde varmış gibi göstererek ve karşısındaki kişilere de bu özelliklerini dayatarak davranmasıdır. Mesela aslında çok korkak birisi olduğu halde çok yiğitmiş, cesurmuş gibi insanlara nutuklar atıp insanları tahkir etmesi, cimri olduğu halde kendini cömert gibi gösterip bu özelliği ile onları aşağılaması gibi. Tabii gerçekten o özelliklere sahip olmadığı için bu durum karşıdaki kişi tarafından bir şekilde fark edilecektir. Zira hiçbir korkak veya hiçbir cimri bu halini ebediyen gizleyemez ve gerçek cesurlar, cömertler gibi bu davranışlarını sürdüremez. Bu hali bir şekilde anlaşılır. Eğer iyi gizler, bu hali anlaşılmaz ise bu defa o kişide bu haksız tutumu farklı bir duruş ve davranış bozukluğu olarak mutlaka kendini gösterir. Örneğin, İslam’da vakar önemli bir erdemdir ama vakarlı olmak iç dünyasında zilletli olan insanların yapacağı iş değildir. İç dünyasında zilletli olup vakarı hak etmeyen bir kişi etraftakilere vakarlı bir duruş sergilemek isterse bunda başarılı olma şansı yoktur. Bu kişiler bu duruşu hak etmediklerinden dışarıya vakarlı bir insan değil daha çok kibirli, kendini beğenmiş insan resmi verirler. Neticede de soğuk ve itici görünürler... Yani işin özü kişide hangi özellikler varsa onları objektif bir şekilde kendinde görmeli, olmayanları var göstermeye çalışmamalıdır. Böyle yapması ve bu özellikleri de insanlara dayatması fiilî yalancılıktır. Ayrıca bir kişi objektif olarak kendinde var olduğunu gördüğü üstünlük ve özelliklerini insanları tahkir etme, aşağılama aracı göremez; ancak onlara yardımcı olma aracı görebilir. Dolayısıyla Allah’ın ona verdiği özellikleri, üstünlükleri, insanları horlamadan, ezmeden, dayatmadan onlara yardımcı olacak şekilde kullanır. Aksi durum ahlâkî değildir.
Dinimizde yalancılık ne kadar kötü ve haram ise fiilî yalancılığın da karşılığı o dur.
Sözlü yalancılıkla nasıl tövbe edilmesi ve uzak durulması gerekiyorsa, fiilî yalancılıktan da kurtulmak için aynı şekilde mücadele edilmelidir. Bu tür davranışlar kişiyi imanî ve ahlakî anlamda etkilediği kadar, sosyal ilişkilerini de olumsuz yönde etkiler. Yalan söylemek hem kendi gözünde hem halkın gözünde kişiyi itibarsızlaştırır. Bir kişide yalancılık gibi hastalık varsa, isterse gece gündüz zikir etsin bu hastalıktan kurtulamaz. Bundan kurtulmak için ayrıca bu tür davranışları terk ederek mücadele etmek gerekir.
Fiilî yalancılıktan kurtulmak için gündemine değişimi almak ve kurtulmak için sürekli mücadele etmek gerekir. Fiilî yalancılıkla nefs terbiyesi arasındaki ince çizgi, niyet farkıdır. Sevgi dolu olmadığı halde sevgi dolu taklidi yapmak, cömert olmadığı halde cömert taklidi yapmak, birilerinin sizi takdir etmesi için yapılır ise fiilî yalancılık olur; ama Allah rızası için, değişim için yapılırsa nefs mücadelesidir. Örneğin bir kişi sevgisizdir, insanları gereği gibi sevemiyordur. Böyle olunca da sevgi dolu davranamıyordur. Bu hastalığın tedavisi de zıddını yapmaya çalışmak olduğu için, niyetini bu şekilde alıp insanlara içinden gelmediği halde sevgi dolu davranabilir, sevgi sözcükleri söyleyip onları çok seviyormuş gibi yapabilir... Burada niyet “Allah için daha iyi bir kul ve sevgi dolu bir insan olmak” olduğundan bu tavrı gösteriş, riyakârlık ve fiilî yalancılık sayılmayacaktır. Önemine binaen tekrar ediyorum: Burada tek şart: “İhlaslı bir şekilde sadece değişmek ve Allah rızası için iyi bir insan olmak” niyeti ile bunları yapmaktır…
Mesela, bir yakınının cenazesine gitmiş bir kişi, cenaze yakınları ağlarken ve üzülürken kendisi ağlayamıyor ya da diğerleri kadar üzülemiyorsa, aksi bir davranış sergilemesi aklen ve ahlaken uygun değildir. Bu durumda herkes üzgünken, kendisi bir şey yokmuş gibi duramayacağı için, güzel bir niyetle “Allah’ım, ben bunlar kadar üzülüp ağlayamıyorum ama diğer türlü davranmak da uygun olmaz. Sen affet, niyetimi biliyorsun.” deyip üzgün gibi durabilir. Ya da “Neden ağlayamıyorum, kalbimde neden yeterli şefkat ve merhameti bulamıyorum?” diye ağlayabilir. Bu tavırlar günah olmadığı gibi, aksine değişim için yapıldığından, yani nefsle yapılan cihat olduğundan çok kıymetli amellerdir...
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Doğruluk ve dürüstlük İslam’ın en önem verdiği değer; yalanın her türlüsü ise toplumu ve insanlığı ifsad eden fillerdir. Bu nedenle bu kötülüğün en küçüğü ile bile mücadele etmek boynumuzun borcudur.
Allah’a emanet olun.