Kur’ân’daki hüküm bildiren muhkem ayetleri, Rasulullah ile ehlullah aynı şekilde anlayamaz, arada mutlaka derin farklar olacaktır. Ehlullahın anlaması ile de normal insanın, yani avamın anlaması aynı olmayacaktır. Bunun sebebi, Kur’ân’ın akılla anlaşılabilir yönlerinin dışında aklı aşan yönlerinin de olmasıdır. Zira Kur’ân’ın bir de bâtınî tarafı vardır. O zaman Kur’ân’ı iyi anlamak için sadece iyi Arapça bilmek yetmez. Öyle olsaydı Arapçayı en güzel kim biliyorsa Kur’ân’ı da en iyi o anlar dememiz gerekecekti. Durum hiç de böyle değildir. Dolayısıyla Arapçayı çok iyi bilene en büyük âlim sıfatını yakıştıran zahirciler, böyle yapmakla Kur’ân’ı akılla anlarım demiş oluyor ve onu salt akıllarına hapsederek sapıtıyorlar. O halde Kur’ân’ın mealini, tefsirini, yorumunu yapmak ilk önce aklın değil, önce Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) görevidir. Dolayısıyla Kur’ân’dan sonra akıl değil, sünnet gelir.
Peygamberimizin (s.a.v.) din adına olan bütün sözleri Kur’ân’ın tefsiridir. Yani Kur’ân’dan ayrı değildir. Şimdi Kur’ân’ı ben aklımla anlarım diyenin düştüğü duruma bakınız. Hadis-i şerifleri kenara koyarak Kur’ân’ı anlamaya çalışan insan ben Peygamberimizden daha akıllıyım diye iddia etmese de en azından onun kadar akıllı olduğunu söylemek garabetine düşmektedir.
Kur’ân’ın bir de bâtını olduğu bir gerçektir, onun bâtınını anlamak için de maneviyat ehli olmak gerekir. Buradan müctehidlerin aynı zamanda maneviyat sahibi olması gerektiğini ortaya çıkarabiliriz. Nitekim de öyledir. Müctehidlerin hepsi ehlullahtır ve Kur’ân’ın zahir ve bâtınını anlayabildiği için müctehiddir. Ne yazık ki bunu yeni yetme bazı İslam âlimleri böyle kabul etmek istemiyorlar. Kur’ân bazı âlimlerden bahsederken onlara kitap yüklü eşekler diye hitap eder. Kitap yüklü eşekler aslında zahirde kalıp işin derinine geçemeyen ihlas ve samimiyetten uzak kişilerdir.
Kur’ân’da insanların ihtiyaçları adedince hüküm ayeti yoktur. Böyle bir şey de olmaması gerekir. Öyle bir kitap, hacmine göre kitap değil, kitaplık olur. Kur’ân’da hüküm ayetlerinin azlığının bizce görünen iki önemli hikmeti vardır. Birincisi: Herkesin hüküm ayetlerini okuyarak hüküm çıkarmaya, boyundan büyük işlere kalkışması önlenmiştir. İkincisi: İçtihat âlimlerinin yetişmesi sağlanmıştır. Bu işe ehil iyi insanlardan sağlıklı kararlar çıkacağı için Ehl-i Sünnet âlimlerinin içtihatları da gerçekten sağlıklı olmuş, bu arada suiistimal ve istismar önlenmiş, Kur’ân’ı kafasına göre anlayan, yorumlayan insanların zararlarından İslam muhafaza edilmiştir.
Evet, tekrar bu meseleyi özetlersek, sadece Arapça bilmek İslam âlimi olmak demek değildir. Olaya böyle bakarsak Hz. Peygamber Arapçayı biliyordu, İslam âlimleri de Arapçayı bilirse mesele bitmiştir mi diyeceğiz? Kur’ân Arapçasına Hz. Peygamber’in baktığı yerden bakılmalıdır. Yoksa Arapça bilen dil uzmanı gibi Kur’ân’a bakılırsa, Arapça bilmenin ne anlamı var. İşte sünnet ve hadis-i şerifler, Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Kur’ân’a nasıl baktığını ve oradan ne anladığını bize gösteren en sağlam ölçülerdir. Hz. Peygamber’in İslam adına söylediği her söz Kur’ân’ın açıklaması tefsiri hükmündendir ve vahiydir.
Aksi takdirde “O kişisel arzularına göre (heva ve hevesinden) konuşmamaktadır. O, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 53/3-4) ayetini nereye koyacağız.
Hazreti Peygamber’in sözlerini iki kısma ayırmak gerekir. Bir kısmı Kur’ân’dan anlatılanlardır, bir kısmı kendi düşüncesi ve fikridir. Zaten kendi fikri ve düşüncesi olduğu kısımları ayırmıştır ve bu benim düşüncelerim, bu benim içtihadım, demiştir. O zaman Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in anladığı gibi anlarsan, senin Arapçayı bilmenin benim gözümde kıymeti olur. Yoksa dil bilgisi öğretmenlerinin, Kur’ân’ı; “Ben Hz. Peygamber gibi anlıyorum.” demeleri aslında küfürdür. Çünkü bu, Kur’ân’ı sadece Arapçaya indirgemektir. Kur’ân’ın, metafizik, gaybî, sadece Hz. Peygamber’in anlayabileceği bir boyutu vardır. Bunu da peygamberler anlar, Allah dostları anlar ve ahir zamanda da Mehdi (a.s.) anlar. Arapçayı bilmek lazım, Kur’ân Arapçasını bilmek lazım, bunları yeteri kadar bilmek lazım ama “Kur’ân Arapçasını ne kadar derin bilirsem o kadar âlimim.” düşüncesi ahmakça bir düşüncedir.
İslam’ın Değeri İzafidir Sonsuzdur
Allah’a kulluğun başlangıcı iman yani Allah’ın, ahiretin varlığına, Kur’ân’ın Allah’ın vahyi ve dinin kendisi olduğuna imandır. Kulluğun bundan sonraki boyutu ise Kur’ân’ı okumak, anlamak ve buna göre amel etmektir.
İslam dini maddi ve manevi yönüyle uçsuz bucaksız bir deryadır. Bu deryada herkesin anlayış ve kabiliyetine göre alabileceği çok yollar olsa da kimse bu yolculuğun sınırına ulaşamaz. Bu anlamda İslam’ın değerini kimse kemaliyle bilemez, hakkını da veremez. Çünkü İslam’ın değeri izafidir, sonsuzdur. Bunun anlamı, insanların akıl ve anlayışlarına göre İslam’ın değeri değişir demektir. O zaman aslında bu durum, yalnız İslam’ın değerini değil, o insanın da değerini gösterir. Mesela bir peygamberin İslam’a verdiği değer aslında onun, akıl, anlayış, idrak, zekâ, güzel ahlak vs. gibi her yönden güzelliğinin de ölçüsüdür. Herkes bu anlamda İslam’a verdiği değere bakarak kendi değerini anlayabilir.
Şöyle bir örnek verirsek bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Annelerin evlatlarına aşırı sevgisi, evlatlarına kendilerinden çok şey verdiklerinden dolayıdır. Dokuz ay karnında taşır, büyük bir zahmetle dünyaya getirirler. Sonra gece gündüz her türlü uykusuzluk ve yorgunluğa katlanarak, binbir emekle büyütürler. İşte bu emeğin büyüklüğü onların sevgisinin büyüklüğünün de sebebi olur. Anneler başka çocukları severler ama kimsenin kendi evladına olan sevgisi ile diğer çocuklara olan sevgisi kıyaslanamaz. Bu örnekten hareketle diyebiliriz ki az emek verilen şeye sevgi de az olur.
Evliyalar, Allah dostları dediğimiz insanlar veya âlimler de İslam’a doğal olarak çok değer verirler, sebebi İslam’a çok emek harcamalarıdır. Çünkü emekten ilgi, ilgiden de tanıma ve sevme doğar. Dolayısıyla onlar İslam’ı ve imanı çok severler. Allahü Teâlâ birçok ayet-i kerimede iman edenlerle kendilerine imanı sevdirilenleri ayırmaktadır ve imanı sevdirilenler övülmektedirler. Mesela şu ayette de Rabbimiz imanı sevdirmesinden bahsetmektedir: “… Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş olanlardır.” (Hucurat, 49/7)
İmanı sevmenin, zor elde edilmesiyle alakasını, sonradan Müslüman olanlar üzerinde çok açık müşahede ederiz. Mesela bir ateistin veya bir Hristiyan’ın Müslüman olduktan sonraki İslam sevgisi, hassasiyet ve gayreti bizleri şaşırtır. Çünkü onlar, büyük bir emek ve çaba karşılığında araştırmak suretiyle bu devlete nail olmuşlardır. Bu düşkünlük ve sevgi açıkça o kişinin İslam’ı zor elde etmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki İslam ülkesinde yaşayan, imanını neredeyse hiç zahmetsiz elde etmiş olan Müslümanların İslam’a verdikleri değer de ortadadır. Bu nedenle dinimizi daha çok sevmek istiyorsak daha fazla emek vermek gerektiğini bileceğiz.
Sevgi ve Şımarıklık Arasındaki Tatlı İlişki
Küçük çocuklar sevildiğini test etmek ister. Çocuğun yetişme biçimine göre, kimi çocuk bardak kırar, kimi çocuk gecenin 12’sinde bağırarak anne ve babasının arasına yatar, kimi başka türlü haydutluklar yapar ama çocuğun amacı çok masumdur: “Sevildiğinden emin olmak”. Çocuklar sık sık sevildiklerinden emin olma ihtiyacı hissederler, çok sık yaramazlıklar yaparlar. Bazıları 3-5 gün bazıları 3-5 ay sürer. Sonra yaramazlıkları sakinleşir ve artık çocuk sevildiğinden emindir ve kendini sakin bir hayata bırakır. Ama bazı çocuklar yaramazlıklarını uzun bir zaman sürdürebilir. Aşırısı olmamak koşuluyla, belli ölçülerde çocuğu şımartmak lazımdır, bu bir “ihtiyaç”tır. Çok aşırıya kaçılırsa, yani şımarması kalıcı olacak bir formata gelirse, onun şımarıklığı biraz aşağı çekilebilir ama temelden halletmek asla mümkün değildir, yapmamak gerekir. Ben, çocukları bilerek ve isteyerek, kasıtlı bir şekilde şımartırım. Önce şımartırım sonra aşağı çekerim. Şımartmamın sebebi, insanoğlunun buna ihtiyacı olduğundandır, çocuğun sevildiğine inanması lazım. Çünkü sevgi koşulsuzdur, koşulsuz ve şartsız olması gerekir. Bir adam şartlı olarak sevildiğine inanırsa, o adam mutlu olmaz. Çünkü şartlı olarak sevilmek, sevilmek değildir, yani sevildiğini hissetmez ve ondan zevk almaz. Ben bazı şeyler yaparsam “Bu beni sevmez artık.” korkusuyla mutluluğunu silecek bir sevgiye inanır. Yani “Bunu yaparsam beni severler, bunu yapmazsam beni sevmezler.” Böyle sevgi mi olur? “Ne yaparsam yapayım beni sever.” diye inanması gerekir. Peki, zina ederse büyük günahlar işlerse ben onu neyle korkutacağım? Sevgisizlikle korkutma! Onu ayetlerle korkut, cehennemle korkut, ceza vermekle korkut ama onu sevmenle sakın korkutma. O, ne yaparsam yapayım beni sevsin diye inansın. Kişi; çocuğunu, eşini vs. sevgisiyle korkutursa artık birbirlerini sevmezler. Seven adam sevdiğini istese de istemese de, terbiye amaçlı böyle korkutamaz, yüreği dayanmaz.
Allah’a emanet olun.