Kaynağını her zaman doğru tespit etmek mümkün olmasa da, iç dünyamızda ulvî ya da süflî nihâyetsiz bir arzular coşkusunu hep hissederiz. Kimi duygular bizi aşağılara, aşağılık bayağı işlere doğru çekerken, kimileri de bizi ötelere, yüceliklere doğru kanat çırpmaya davet eder. Esfelî sâfilîne (aşağıların aşağısına) doğru davet eden iç seslerimiz nefsânî ve şeytânî arzuları oluştururken, yüceliklere ve güzelliklere çağıran iç ilhamlarımız, ruhânî ve Rabbânî seslenişlerdir.
Ham insan, diğer bir ifadeyle iç arınmışlığını gerçekleştirememiş kişilikler, çoğu zaman aşağılık arzuların tasallutundan kendilerini kurtaramazlar. Zira bu nevi duygular, yokuş aşağı iner gibi kolayca yerine getirilebilecek ve kısa süreli de olsa nefse zevk veren duygulardır. İradesi zayıf ve kendine hâkim olma becerisi ve dirayeti gelişmemiş kimseleri hemen peşine takar ve esiri hâline getiriverir. Hatta öyle ki, zamanla bu arzular putlaşır, kişinin ilâhı hâline dönüşür. Âyet-i kerimede buyrulan “Arzularını (hevâsını) ilah haline getiren kimseyi gördün mü?” (Furkân Sûresi, 43) ifadesi, bu nevi kimselerin düştüğü perişanlığı ifade eder.
İçimizde oluşan ulvî duyguları hissetmek ve onların peşine takılıp yüceliklere doğru yükselmek ise yokuş çıkmak gibi zordur. Ancak unutmamak gerekir ki, cennetler ve güzellikler bu tırmanışların nihâyetinde ulaşılabilecek sonuçlardır.
Kolayı bırakıp zora talip olmak, aşağı inmek varken yukarı tırmanmayı seçmek, zor iştir. Fakat büyük kazanç da buradadır. Kolaycılıkta kaybedişler söz konusu iken, diğerinde kalite ve zaferler elde etme imkânı vardır. Hiç şüphesiz bu sonuca ulaşmak için ciddi bir irade disiplinine ve arzuların mahkûmu değil, hâkimi olma becerisine ihtiyaç vardır. Bu nasıl sağlanacaktır? İşte Rabbânî terbiye metodolojisinde bu neticeye ulaştıracak en önemli vasıtalardan biri olarak “oruç ibâdeti” dikkatimizi çekmektedir.
İnsanın kendi kişiliğini her çeşit tehlikeye karşı koruma ameliyesine Kur’an-ı Kerim “takvâ” adını verir. Kişiliğe zarar verecek şeyler, hem dünya hem de âhiret hayatına yönelik olabilir. Özellikle de şahsiyeti kirleten, sönükleştiren, insaniyet kalitesine zarar veren her şeye karşı kendini koruma melekelerinin canlı ve dinamik tutulma faaliyetlerine, takvâ denilmiştir. İşte oruç ibâdeti, tam da bu melekelerin sıhhatli bir şekilde çalışmasına vesile olan bir ibâdet olarak Kur’an’da şöyle takdim edilmiştir:
Ey îman edenler! Takvâlı olasınız (tam bir şekilde korunabilesiniz) diye sizden evvelki (ümmet)lere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı.” (Bakara Sûresi, 183)
Orucun mahiyetine baktığımız zaman, onun yemek ve içmek gibi bedenimizin en tabiî ihtiyaçlarına karşı belli bir müddet uzak durabilme eğitimi verdiğini görürüz. İç isteklerimize karşı, daha yüce bir emre uyarak dur diyebilme dirayetini talim eder gibidir. Bu yönüyle o, hem irade disiplini vermekte, hem de Hak katında dinin en temel nişanı olan “Hakk’a teslimiyet”i şuur altına yerleştirmektedir.
Allah adına en temel ihtiyaçlarına bile dur diyebilen bir irade disiplini, kişiyi arzuların kölesi olmaktan kurtaracak bir iç direnişe hazırlamaktadır. İyi düşünülürse bunun, kişiyi kendisinin efendisi olmaya doğru götüren çok önemli bir eğitim olduğu anlaşılacaktır. Bu eğitim, rastgele bir hayat tarzından, bilinçli bir yaşama iradesine sıçrayış eğitimi demektir. Esen rüzgâra göre hareket eden hafif meşreplilikten kurtulup, gideceği yeri kendisi tayin edebilen bilinçli bir karakteri kuşanmaktır.
Oruç aynı zamanda samimiyet eğitimidir. Zira Allah’tan başkasının muttali olamayacağı bir şekilde o ibadeti şartlarına riayet ederek yerine getirebilmek, kişide dürüstlük ve samimiyet kalitesi oluşturacaktır. İkiyüzlülükten kurtuluş demek olan bu durum, kişinin kendisine kazandırabileceği en önemli erdemlerden biridir.
Bedenle manevî duygular arasında ciddi bir ilişki vardır. Oruç bu ilişkiye dikkat çeken önemli bir uygulamadır. Bedenin arzularına kilitlenmek, rûhânî cihazların çalışması önünde en önemli engellerden biridir. İnsanı sığlaştırır, sıradanlaştırır ve hatta hayvânîleştirir. İşte oruç, insana kendi hakikatini tanıtan bir murebbi gibidir. İnsan ruhuna önem veren bütün mistik çalışmalarda, yeme disiplini önemli bir yer tutar. Bu tür eğitimlerde, insan duyularının keskinliğini artırmak ve hatta yeni yeni gözler açmak (kalp gözü vb.) için az yeme disiplinine başvurulur. Hemen hemen bütün dinlerde de durum aynıdır. İslâm medeniyetinin şahsiyet terbiyecileri diyebileceğimiz sûfîlerin de az yeme konusuna ciddi bir şekilde dikkat çektikleri bilinen bir husustur. Öyleyse Rabbânî eğitim metodlarından biri olan oruç ibadetinin, bizim hissedemediğimiz bir takım manevî pencerelerin açılmasına vesile olduğunu söylemek de pek âlâ mümkündür. Buradan hareketle diyebiliriz ki, oruç sayesinde idrâk seviyesinde de ciddi gelişmeler sağlanmaktadır.
Oruç ibadetinin verdiği bir diğer eğitim de, nefsânî duyguların köreltilmesi ve rûhanî duyguların harekete geçirilmesidir. Açlık ve az yemek sayesinde gurur ve kibir duyguları yerini tevazuya bırakır. İnsan kendi haddini bilir. Rabbine karşı boynu bükük olur. Nankörlükten kurtulur, şükür duyguları ile dolar. Sabır gibi bir fazilete kavuşur ki, bu vasıf bütün muvaffakiyetlerin anahtarı gibidir. Sabır ve sebatkârlık, ilâhî rahmeti kulun üzerine çeken önemli faziletlerdir.
Oruç en temel nefsânî arzulardan biri olan cinsel arzuların kontrol edilmesinde de son derece tesirlidir. Şehveti dizginleyememek, birçok taşkınlığın ve sapkınlığın temelini oluşturmaktadır. Tarih boyunca fert ve toplumların kokuşmasında ve yok olup gitmesinde bu husus çok etkili olmuştur. İşte oruç, bir anlamda şehveti de terbiye eden ve onu makul bir çerçeveye oturtan bir ibadet şeklidir. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şu tavsiyesi orucun bu alandaki eğitim rolüne dikkat çeker mahiyettedir:
“Ey gençler topluluğu! İçinizde evlenmeye gücü yetenler, evlensinler. Çünkü evlilik gözü haramdan korumada ve iffeti muhafaza etmede en uygun yoldur. Kim de evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun. Zira oruç, şehveti kesmede tesirli bir yoldur.” (Buhari, Nikah, 3)
Sayılan bu tesirlerinden ayrı olarak daha bizim henüz keşfedemediğimiz daha nice sırları kendinde barındıran bu oruç ibâdeti, Rabbânî terbiye metodolojisinde isteğe bağlı tavsiye edilen bir eğitim vasıtası değil, farz kılınan bir terbiye usulüdür. Bu husus da ayrıca düşünülmeye değer bir hikmet-i ilâhîdir. Demek ki bu ibâdetin eksikliğinde şahsiyette ciddi boşluklar oluşacak ve hastalıklar ortaya çıkacaktır.