“Allah ile arama kimseyi sokmam, bana Kur’an yeter. Hatta biraz daha hoş görünen hadis kitapları veya sünnet yeter.”
İlk bakışta doğru gibi görünen ama biraz düşününce ancak şeytanın veya İslam düşmanlarının Müslümanların içine sokabileceği bir fitne olabilecek bu sözleri bu günlerde çok sık duyuyoruz. Bir âlimden, onu dinlemekten, sohbetlerine kulak vermekten bahsedince, son zamanlardaki cemaat fitnelerini de gerekçe göstererek Müslümanların bu söze daha fazla sarılması bizi gerçekten şaşırtıyor. Bir araya gelmeyelim, birbirimize yardımda bulunmayalım, birbirimizi uyarmayalım! Ne yapalım peki? Cami avlularında zamanlarının çoğunu dedikodu ile geçiren ihtiyarlar gibi sadece cami cemaati olalım! Kur’ân hatimi yapıp ölülerimize bağışlayalım; sarık, sakal misvakla da sünneti halledelim; sonra da ülkede her şey hallolmuş, Müslümanların hiçbir derdi yokmuş gibi kendimize cennetten yerler beğenelim öyle mi?
Cemaat dini olan ve cemaatleşmeye bu kadar fazla önem veren bir dini bireyselleştirmek ve her Müslüman’ı elinde Kur’an ve hadis kitaplarıyla evlerinin köşesinde İslam’ı yaşadıkları vehmiyle oyalayıp zayıf ve güçsüz bir hale getirmek, yukarıda ifade ettiğimiz gibi ancak şeytan ve din düşmanlarının güzel bir projesi olabilir… Gelişmek, çoğalmak, iri, diri ve güçlü olmak, birleşerek, cemaatleşerek olur, yalnızlaşarak olmaz. Yalnız kendini kurtarmaya ve bireyselleşmeye çağıran sesler Rahman’dan değil, ancak şeytandan gelir, dikkatli olmak gerekir. Biraz aklı olan her mümin bu tür yaklaşımlara şüpheyle bakmalı ve bu oyuna da asla gelmemelidir.
Bir de son zamanlarda mürit-mürşit ilişkisinden hareketle tasavvufa saldırılar tekrar artmıştır. Vehhâbilerin inanç esasları arasında olan; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan mürşitlerden medet ummak, yardım dilemek küfürdür. Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir…” şeklinde bir inancın yayılmasına çalışılmaktadır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadında bu meselelerin hükümleri bellidir. Okuyucularımızın Vehhâbiliğe ait bu inançları yayanlara karşı dikkatli olmaları gerekir. İşin açığı, müminleri sahte aracılardan sakındırmak için gelen ayetleri, “İslam’da aracılar yoktur”a çevirip sonra da kendi aracılıklarını dayatanların hikâyesi yeni değil çok eski hikâyedir. Her devirde birileri tarafından tekrar gündeme getirilir. İslam âlimleri bu fitnecilerin hakkından gelmiş, cevaplarını ciltler dolusu vermişlerdir. Ben öyle teferruata girmeyeceğim; sadece aklı olana birkaç basit örnekle ispat edeceğim. Aracıları kabul etmeyenlere soruyorum. Her kula vahiy gelir mi? Peygamberler ne işe yarar? Cebrail’in görevi nedir? İşte bu soruların cevabı, bu sorunun da cevabıdır. Şimdi itirazları duyar gibiyim. Peygamberlere, Cebrail’e müsaade var. Niye? Onlar bu işi şirke düşmeden yaparlar. Tamam, o zaman sorunun cevabını sen verdin; bu iş şirke düşmeden yapılabiliyor demek ki. İşte dünya imtihanı hep böyledir. Helal haram çizgisini korurken şüphelilerden sakınmak, cömertlik yaparken israfa savrulmamak, Allah için sevgi ile buğzu bir arada yaşamak gibi her ahlakta ortayı ve dengeyi yakalamak imtihanın ta kendisidir. Bunu anlayacak kadar aklını kullanamayan beyin özürlüler, mesela şefaatin bir orta yolunu bulamaz ve külliyen şefaati reddederler. Kulların iradesini iptal etmeden, Allah’ın kaderimizi nasıl yazdığını ve bilebildiğini idrak edemezler, evliyalardan sadır olan kerametleri kavrayamaz, yine gaybı Allah’ın bildirdiği kadar kulların bilebileceğini, bunda hiçbir mahsur olmadığını anlayamazlar. Çünkü onların beyinlerinde böyle bir orta nokta tanımı yoktur, ya hep ya hiç çalışır. Ne kadar anlatsan hatta ispat etsen anlamazlar. Ahmakla uğraşma, muhatap olmaya değmez, çünkü boşa zaman kaybıdır. Neyse biz iyi niyetli ama belki aklı karışmış olabilecek okuyucularımıza doğruyu gösterelim ki bu tehlikeli oyuna gelmesinler inşallah.
Yukarıda bahsettiğim gibi, Allah (c.c.) kullarıyla irtibata geçerken hem melekleri hem peygamberleri aracı kılmıştır. Kullarla direkt konuştuğunu ve herkese vahiy gönderdiğini kimse görmemiştir. Buna şahit olan da böyle bir iddiada bulunan da yoktur zaten... Bu sözüme karşılık verilebilecek cevap, “Tamam, bizler melekleri ve peygamberleri kastetmiyoruz.” olabilir. Veya “Peygamberler varken aracılığa zaruret gereği ihtiyaç vardı ama şimdi artık ihtiyaç kalmadı.” denebilir. Ben de zaten bu yaklaşımları eleştiriyor ve bunları ancak şeytan yayar diyorum. Çünkü bu yaklaşım hem Kur’ân’a hem hadislere hem akla ve mantığa giran bir yaklaşımdır.
Aracılığa itiraz, ancak sahte aracılar işin söylenebilir. Zira her dönem ve devirde sahte aracılar olmuştur. Putları aracı kılan cahilî dönem insanları, şeriatta sınır tanımayan sahte şeyh ve âlimler, günahkârları affeden, cennetten arazi satan veya aforoz edip cehenneme atan papazlar, hatta sahte peygamberler bile vardır. Neticede burası bir imtihan yurdudur, bu dünyada bunlar hiç eksik olmazlar. Para varsa sahtesi de olur; dolar, altın, elmas, değerli ne varsa hepsinin sahtesi yapılır ve basılır. Gözü açıklar bunu kullanır, safları da kandırır. Hayat böyle sınavlarla doludur işte. Rabbimiz (hâşâ) kendisinin sahtesine, yani sahte ilahlara bile imtihan gereği müsaade etmiş de sahte peygambere, hocaya, şeyhe, âlime mi müsaade etmeyecek? Sahte âlimler var diye âlime gitmeyen gözü açıkları, piyasada sahte altın, sahte dolar olmasına rağmen altın ve dolar biriktirirken görüyorum. Bu riske rağmen kendilerini Allah’ın bu nimetlerinden niye mahrum etmezler acaba? Dünyaya daha çok değer verip ahireti fazla ciddiye almadıklarından olmasın bu gayretkeşlikleri? Sözün özü, dünya işleri de ahiret işleri de aracısız olmaz; sünnetullah böyledir. Devlette çıkmaz bir işiniz olursa bakana, başbakana ulaşmak için kırk tane aracıya koşarsınız; kendinizi tanıtmak, aynı düşünce ve görüşte olduğunuzu ulaştırmak için çalmadığınız kapı bırakmazsınız. Aynı şekilde, Rabbin rızasını kazanmak için de aracı olarak peygamberini razı edeceksiniz veya Allah dostu insanların sevgisini kazanacak, onların gönlünde güzel yerler edinecek veya onların terbiyesinden geçeceksiniz; bundan kaçamazsınız, başka yolunuz yok. Ayet yok mu bu konuda? Hem de kaç tane:
“(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
“De ki: Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/31, 32)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin…” (Nisâ, 4/59)
“...Peygamber size ne verdiyse onu alın; neyden sizi nehyederse ondan da sakının...” (Haşr, 59/7)
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide, 5/35)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 9/119)
Daha böyle kaç ayet var ki; Allah ile beraber Resule’de ayrıca itaat etmeyi, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi âlimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın (c.c.) sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir. Ama maalesef, bırakın âlim ve Allah dostlarını, bu ayetlere rağmen Peygamberlerin aracılığına bile itirazı olanlar yaşar içimizde. Hâlbuki ayetlerde bu konu tartışmaya mahal olmayacak kadar açıktır.
Evet, peygamberi aradan çıkaranlar bu ayetlere rağmen bunu nasıl başarırlar, anlamak mümkün değildir. Hâlbuki “De ki: Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/31, 32) ayetiyle aynı manayı taşıyan ayetler; Peygamber’e (s.a.v.) itaati, sadece Kur’an’a itaate indirgeyerek peygamberi aradan çıkaran ve O’nu işe yaramaz veya sanki hiç yaşamamış konumuna getiren kişilere Kur’an’dan gelen net cevaplardır. Doğru değil mi? Resul’e itaatten sadece Allah’a itaat murat edilmiş olsaydı, Allah’a ve Resûlü’ne itaati emreden âyetler bulunmazdı. Yine “O’na itaat, Kur’ân’da bulunan hususlarda farzdır.” diye bir itiraz olursa bu, Resûl’e mahsus bir itaat sayılmazdı. Zira ayetlerde Allah ve Resûlü’ne itaat, ayrı ayrı zikredildiğine göre, Hz. Peygamber’e mahsus bir itaat alanı olduğu açıktır. Bu da Peygamberimiz’in (s.a.v.) Kur’ân’da yer almayan konularda hüküm verdiği anlamına gelir. Allahu Teâlâ, “Peygamber’e itaat edin” sözüyle “Peygamber ile gönderdiğim âyetlere itaat edin, ama Peygamber’in açıklamalarına bakmayın.” demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Ayrıca böyle anlam verirsek âyetlerin başındaki Allah’a itaat edin sözleri de gereksiz tekrarlardan ibaret olurdu ki Kur’ân’a bunu nasıl yakıştırırsınız? Bu ayetlerden anlatılan açıktır ki Allahu Teâlâ’nın emrettiği itaat, sadece Resûlü’nün getirdiği âyetleri değil, âyetlerle birlikte sünnetine itaati de içine almaktadır. Dolayısıyla “Sadece Kur’ân bize yeter...” diyerek bütün sahih hadis kitaplarını işe yaramaz konuma getirenlere yine Kur’ân’dan net yalanlama gelmektedir, başka söze gerek yok.
Hatırlatmak boynumuzun borcudur: Ümmet için peygamber, müritler için mürşit, cemaat için imam, talebe için hoca araçtır, amaç değil. Açıkça, gaye ile vasıta birbirine karıştırılmak suretiyle birileri tarafından akıllar bulandırılmaktadır, dikkatli olmalıdır.
Kul ile Allah arasına aracı girmesinden kasıt, aracı kullara hâşâ yaratıcı muamelesi yapmak ve kullara hangi yüksek manevi makamda olursa olsun Allah’a ait sıfatları yakıştırmak ve sonra da onlardan ancak Allah’tan beklemesi gereken yardımı beklemekse buna hangi akıllı Müslüman itiraz etmez ki? Elbette böyle bir şeyi kabul eden, en büyük müşrikliğe ve sapıklığa düşmüş olur.
Ama İslam dini öğretim ve eğitim dinidir. Öğretim için Kur’ân, hadis, fıkıh kitaplarından okumayı bilen ve okuduğunu anlayabilen herkes faydalanabilir, buna bir itirazımız olmaz. Ama iş eğitime gelince eğitim kitaplarla olacak iş değildir. Eğitim; kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiye ve terbiyesi gibi önemli bir meseledir. Ki Kur’ân; “Odur ki ümmîler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi, üzerlerine onun ayetlerini okuyor ve onları temize çıkarıp parlatıyor, kendilerine kitap ve hikmet öğretiyor…” (Cuma, 62/2) ayeti ile Peygamberimiz’in (s.a.v.) ne yaptığını ifade eder.
Tezkiye, yani kötü huy ve ahlaklardan temizlenme, iyi huylarla huylanma, kim ne derse desin kitapla olmaz. Bunun için ehil mürşitlere ihtiyaç kaçınılmazdır. Her ne kadar bu meseleyi kavrayamayan kafalar bu işe şirk diye vaveyla koparsalar da bu gerçektir. Hele işin içine girseler bıraksınlar açık şirki, şirkin en gizlisinden bile kaçan ve sakınan taifenin, onların şirke battınız dediği taifeler olduğunu görüp bu söylediklerinden utanacakları kesindir. Ehil imamlardan ki örneklik anlamında faydalanmak, Peygamber’in ashabıyla ilişkilerini öğrenmek anlamında kesinlikle gereklidir. Zira eğitimin en önemli ayağı örneklik, inikâs, insibağ dediğimiz manevi etkileşim ve iyilerin, salihlerin, sadıkların atmosferinden, feyzinden faydalanmak ve boyasıyla boyanmaktır. Bu olmadan eğitim eksik, çok eksik kalır.
Kim ne derse desin bu sebeple 1400 yıllık Ehl-i Sünnet çizgisi ve geleneği; Allah’ı, peygamberi, sahabeyi, onlardan sonra gelen âlim ve Allah dostlarını yerli yerine koymuş, akla ve kalbe giran gelecek açıklanmamış hiçbir mevzu bırakmamıştır. Allah (c.c.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilmediklerinizi ilim ehlinden sorun...” diye ayetlerde bizi âlimlere yönlendiriyor; tamam bununla fıkıh âlimlerini anladık. Sonra sadıklarla beraber olmaya teşvik ediyor. Sadıklık açık ki ilimden ayrı bir şeydir ve ahlaken elde edilebilen bir makamdır. Hazreti Ebubekir gibi kişiler sadece bilgin değil, Allah dostu kişilerdi. Dolayısıyla sadıklarla beraber olmamız, nasihatlerini dinlememiz, sohbetlerinden feyzlenmemiz suretiyle, Hazreti Peygamber’den (s.a.v.) sahabenin faydalanmasına benzeyen bir şekilde benzeşerek değişmemiz isteniyor. Zira bu yöntemle eğitim, insanın yaratılışına en uygun ve en etkili bir eğitim şeklidir. Bunlardan, Ümmet-i Muhammed’i, bir takım sapkın şeyhler, sahte mürşitler var diye mahrum etmek İslam’a yapılmış en büyük kötülüktür. Müslümanları hem gerçek mürşitlerin hem de sahtelerinin ayrımını yapacak kadar bilgilendirmek en doğru yolken, bu güzel yolu kapatmak şeytanın planı olmaya yakışır, başka şey diyemiyorum.
Bir cemaatin başında gerçek bir âlim varsa ve bunlar da hocalarına uyarlarsa ne güzel bir topluluk oluşturmuş olurlar. Eğitimde başarı, insanları bir araya getirmekle kolaylaşır. “Sentetik uyarıcı kullanan gençleri kurtarmak için ne yapmalı?” diye, bu konuda ihtisaslaşmış bir psikiyatra bir soru yöneltmiştim. “En etkili çare çevre değiştirmek, kötü arkadaşları bırakıp yeni güzel arkadaşlar edinmek.” demişti. Bu psikolojik bir gerçeğin ifadesidir. İnsan robot değil, duyguları olan ve çevresinden çok fazla etkilenen bir varlıktır. İnsanı çevresiz düşünemezsiniz. Hele İslam’ı eğitimde çevreyi yok saymak neyin nesi, bu hangi mantığa ve akla uyar anlamak mümkün mü?
İnsanların ibadetlerini yapamaması, günahlara dalması, sentetik uyarıcı kullanan insanlara benzer. Birinde uyuşturucu dünya sevgisi ve gaflettir, diğerinde sentetik ilaçlar. İkisinde de kurtulmak için dertleşebileceği, yerine göre yardımlaşabileceği, hatta hayırda yarışabileceği arkadaşlara ihtiyacı vardır. Yine her şeyi okuyarak öğrenmek de mümkün değildir. Öyle bir eğitim geçerli olsaydı öğretmenlere ihtiyaç olmaz, okuma çağına gelen her çocuğa evinde kitaplar dağıtılıp sonra da sınavlarla eğitimi kontrol edilirdi. Ama bunun başarı şansı yeterli olmamalı ki devletler bir sürü eğitim masraflarına girmekten vazgeçemiyorlar. O zaman din öğretimi için özellikle de eğitimi için örnek alabileceğimiz liderlere ihtiyaç kaçınılmazdır. “Ortam bozuk, sahte âlimden geçilmiyor...” diye bu gerçeği yok saymak veya görmezden gelmek daha büyük bir yanlışa kapı aralamak olur bilmek lazım…
Allah’a emanet olun.