Sonsuzluk yolculuğunda dünya hayatı; geçici bir gölgelik, muvakkat bir konaklama menzilidir. Dâr-ı mihnet, dâr-ı meşakkat denilen yeryüzüne gelişte insanoğlunun hiçbir seçim, karar, etki ve dahli söz konusu olmamıştır. Varoluşumuz tamamen yaratıcı kudretin lütuf ve irade buyurmasıyla vuku bulmuş bir hadisedir. Ezel ve ebed kronolojisinde bu dünyaya bir kez gelinecek, ayrıldıktan sonra da bir daha geri dönme gibi bir lüksümüz asla söz konusu olmayacaktır.
Dünyamız uçsuz bucaksız kozmozda zerre büyüklüğünde bir yer işgal etmektedir. Dünyamızdan milyonlarca defa büyük yıldızlardan, evrende yüz milyarlarcası vardır. Yine, içerisinde yüz milyarlarca yıldızın yer aldığı galaksilerden de yüz milyarlarca bulunmaktadır kâinatta. Bu uçsuz bucaksız büyüklük içerisinde insan kendi koordinatlarını belirlediğinde adeta bir detay kaldığını tüm yalınlık ve çıplaklığı ile fark edecektir.
İnsan; bu dünyaya insan olarak değil de taş, toprak, ağaç, yaprak ya da kurt, kuş olarak da gelebilir ve bu şekilde yaratılabilirdi. Hatta milyonlarca ışık yılı ötede bilinmeyen bir galakside bir metreküp toprak olarak da bulunabilirdi. Öyle olmadı ve Rabbimiz bizi insan olarak var etti. Ayrıca insan denen bu muazzez ve muamma varlığı “ahsen-i takvîm” sırrıyla mücehhez kıldı. İnsanın değerli yanı, kozmozda detay konumunda kalan bedensel varlığı olmayıp “ilahi nefha” olarak vasıflandırılan metafizik boyutudur.
Yaratıcımız; bu dünyayı dâr-ı bekâ’nın kazanılacağı imtihan yurdu olarak var etmiştir. İmtihan olunan yerde kuşkusuz sınav soruları da olacak demektir. Herkesin sınav sorusu farklı farklıdır. Kiminin sorusu eşi, çoluk-çocuğudur. Kiminin zenginlik ya da fakirliği, kiminin makamı, etiketi, kariyeri, titri ya da statüsü, kiminin hastalık ya da sağlığı, kiminin de güzellik ya da çirkinliğidir.
Sürekli olarak ifade ettiğimiz şu hususu tekrar etmekte yarar var:
“En çetin imtihanlar; bela ve musibetlerle yapılanlardır. Çünkü bu denemeler, kişinin Hakk karşısındaki duyuş ve duruş koordinatlarını ortaya çıkartan tecellilerdir. Böylelikle sabır katsayınızı ölçer, rıza durumunuzu test eder, tevekkül seviyenizi görmüş olursunuz.
Bela ve musibetler aynı zamanda hem bir ayna hem bir röntgen hem de bir tomografi gibidir. Bu sayede kulluk kalibresi belirlenmiş olur. Kişinin ubudiyet kapasitesi ve çapı, bela ve musibetler karşısında tebarüz eder. Allah ile arasında ne gibi bariyerler olduğu, hastalıkları, engelleri bu sayede teşhis edilir. Musibetler karşısında ne kadar sabrediyor, ne boyutta isyan ediyor, Allah’tan ne kadar razıdır, panikliyor mu yoksa tevekkül mü ediyor, istikamette dengeyi muhafaza edebiliyor mu, yoksa alabora mı oluyor? Kişi ancak bu şekilde kendini kontrol etme imkânı yakalamış olur.
Nasıl ki okullarda bilgi ve seviye sınavlarla ölçülür, aynen onun gibi kulluk düzeyi de bela ve musibet denilen sınavlarla belirlenir. Musibetler karşısında ne kibir kalır ne de ucub; yelkenler iner, onların yerini tazarru ve niyaz, dua ve münacat alır. Bu sayede bela ve musibetler Allah’a yakınlaşma vesilesi olur.”
“De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin? Ey inkârcılar! Yalanladığınız için azap yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkan, 25/77) Bu ayet ne kadar da çarpıcıdır. Allah katında insanın değerinin, duasıyla ölçüldüğünü anlıyoruz. Ne zenginlik ne mal ne evlat ne de makam referans oralarda. Kıymet-i harbiyeniz, ancak duanız… Başka bir ayet: “Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 40/60)
“Dua”; Allah’a sığınmak, yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, yardım dilemek anlamlarına gelmektedir. Dua; kulluğun zirve makamı, müminin miracı, ibadetin de özüdür. Kulun Rabbi ile buluşması ve konuşmasıdır.
Bediüzzaman’ın dua hususundaki şu tespitlerini çok önemli bulduğum için aynen aktarıyorum:
“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve safîliğine bak, ‘Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?’ ayetinin sırrını anla ve ‘Bana dua edin cevap vereyim.’ fermanını dinle.”
Naçizane bizler de Rabbimiz’e yöneliyor, münacat ediyor, yakarıyoruz:
Ya Rabbi! Bizleri sen var ettin. Bu dünyada hiç olmayabilirdik. “Ben” diye bir varlık söz konusu olmayabilirdi. “Biz”i diledin, lütfunla var kıldın. Öncelikle seni hamd ile tesbih ediyoruz. Bu dünyada çok suç işledik, günah irtikâb ettik. Günahlarımızı affeyle. Bizler biliyoruz ki insan her günah işlediğinde kalbinde kara bir leke oluşur. Kara leke oluşa oluşa zamanla o kalp hakkı ve hakikati anlayamaz, algılayamaz hale gelir... Tersinden okur, değerlendirirsek kalpler; tövbe istiğfar ile zikir, fikir ve kullukla parlatılabilirse rikkat ve hassasiyet kazanır. O halde bizler tövbe ediyoruz bizi bağışla. Çünkü sen Kur’ân-ı Hakîm’inde buyuruyorsun ki: “De ki: Ey kendi nefsleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”(Zümer, 39/53)
Ya Rabbi! Seni hakkıyla bilemedik. Hakkıyla bilemediğimiz için gereği gibi kulluk da yapamadık. Yaptıklarımız da hep kusurlu. Göğsümüzü gere gere takdim edebileceğimiz bir amelimiz yok. Ancak senin lütuf ve inayetine sığınıyoruz. Biz biliyoruz ki cennet ya da cehennem, dünyadaki eylem ya da işlemlerimizin birebir determinist sonucu değil. İyi ki de öyle değil. Ya öyle olsaydı, lütuf ve inayet, avf ve keremin olmasaydı halimiz nice olurdu? Bazen de ancak senin yardımınla yapabildiklerimiz var. Onlar da nakıselerle malül.
Bir daha bu dünyaya gelmeyeceğimize göre ne yapıp edip sana en üst düzeyde kulluk sergilememiz gerekiyor. Bunun için de tahkik-i iman sahibi olmak iktiza ediyor. İmanımız taklidi. Amelimiz riya dolu. Tekrar dünyaya dönüş olmadığına göre emmare nefsimizi mutmainneye çıkarmak için her tür gayret içerisinde olmamız gerekiyor.
Kalplerimiz marazlarla dolu, nefsimiz emmare, aklımız akl-ı sakîm… Nereden bakılsa hastayız. Hastalıklı bir bünye sağlıklı bir üretimde bulunamaz. Kibir, riya, ucub, hased, yalancılık, korkaklık, zillet, meskenet, cimrilik, gıybet… Daha bir sürü hastalıklarımız var. Ömür geldi gidiyor. Sayılı günler çabuk geçiyor. Çocukluk günlerimizi daha dün gibi hatırlıyoruz. Zaman ne de hızlı akıyor. Ölümü hiç kendimize yakıştırmıyor ve yaklaştırmıyoruz. Oysa her nefes alış verişimizde ölüme biraz daha yaklaşıyoruz. Efendimiz (s.a.v.) “Ölümü çokça hatırlayın.” buyuruyor. Ne var ki bizler hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dalıyoruz. Halimiz ne olacak, vakit daralıyor. Allahım bizlere yardım et.
Dünyada herkes birbirini yiyor. Her taraf kan gölü. Her yer gözyaşı. Her yerde Müslüman kanı akıyor. Garibin, mazlumun âh-ü efgânı arşı titretiyor.
İçerisinde yüz milyarlarca yıldızın yer aldığı galaksilerden yüz milyarlarcasının bulunduğu bu korkunç büyüklük içinde minicik dünyamızda insanlar, sen zenginsin ben fakirim, ben ilerideyim sen geridesin kavgası veriyorlar. Milyonlarca ışık yılı ötelerden, uzayın derinliklerinden dünyamıza bakabilseydik ne kadar da anlamsızlaşırdı her şey; ya da aranan anlam gerçek yerini bulurdu. “Ölüm empatisi” yapmak da gerçeklerin ortaya çıkmasına katkı sağlayabilirdi. Mesela, kendisini mezarda, ölmüş biri olarak düşünen ve oradan dünyaya bakan kişi için, önem ve değerler sıralamasında ne çok köklü değişiklikler olurdu. İmam-ı Gazali Hazretleri’ne sormuşlar; “Dünyadaki önem sıralamamız nasıl olmalıdır?” diye. Cevabı müthiş: “Kendini mezarda düşün, oradan dünyaya bak.”
Evrenler, galaksiler, yıldızlar, insanlar, ırklar, diller, renkler, çeşit çeşit hayvanlar, bitkiler, atomlar, kuarklar… Aman Allahım ne kadar zenginsin. Bizler ise ne kadar da aciz, fakir ve zavallıyız. Ya Rabbi! Zenginliğin başımızı döndürüyor. Ne kadar azamet ve kibriya sahibisin. Ululuk ve yüceliğin karşısında bizde oluşan duygu; hayret ve hayranlıktan başka bir şey değildir. İzah etmeye çalıştığımız tüm bu hakikatlerin insanda husule getirdiği ulvi tezahür; derin bir ürperti, hayret, engin bir muhabbet ve muhteşem bir saygı hâlinin neden olduğu secdeye kapanma iştiyakı ile “Allahu Ekber” ifadesinin gayri ihtiyari, insan dili ve kalbinde yankılanmasından başka bir şey değildir. Bizler seni hakkıyla hamd ve tesbih etmekten aciziz. Ya Rabbi! Efendimiz’in (s.a.v.) buyurduğu gibi bizler de sana sığınıyor, yakarıyor ve diyoruz ki:
“Allahım, ürpermeyen kalpten ve doymayan nefsten sana sığınırım. Allahım, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, düşkün ihtiyarlıktan sana sığınırım. Allahım, bize dînî musibet verme! Bize acımayanları başımıza musallat etme! Allahım, bana öyle bir iman ve yakîn ver ki, sonu küfür olmasın! Allahım, denizlerin arasını ayırdığın gibi, beni cehennem azabından koru! Allahım, bizi dostlarınla dost, düşmanlarınla düşman olanlardan eyle! Allahım, fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen amel ve duadan sana sığınırım. Allahım, senden, bilip bilmediğim her hayrı ister, her şerden sana sığınırım. Allahım, bizi dünya zilletinden ve ahiret azabından muhafaza eyle! Allahım, günahımı affet ve rızkıma bereket ver! Allahım, kötü huy, kötü iş, kötü arzu ve kötü hastalıklardan sana sığınırım. Allahım, yaptığım ve yapmadığım şeylerin şerrinden sana sığınırım. Allahım, ölüm anındaki sıkıntılara karşı bana yardım et. Allahım, beni çok şükreden ve çok sabreden kullarından eyle! Allahım, beni çok zikreden ve emrine uyan kullarından eyle! Allahım, ilmimi artır! Allahım, kulak, göz, dil, kalb ve şehvetimin şerrinden sana sığınırım. Allahım, nankörlükten ve kabir azabından sana sığınırım. Allahım, bana hidayet, takva, tok gözlülük ve zenginlik nasip eyle! Allahım, bana sıhhat, iffet, güzel ahlâk ver ve kaderine rıza göstermemi nasip et! Allahım, gazabından rızana, cezandan affına, azabından rahmetine sığınıyorum. Allahım, her zorluğu bana kolaylaştır! Dünya ve ahirette afiyet ver! Allahım, kalbimi ve amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözümü hıyanetten koru! Allahım, beni ilimle zengin et, hilmle süsle, takva ile şereflendir! Allahım, iyiliğimi gizleyen, kötülüğümü yayan hilekâr dosttan sana sığınırım. Allahım, fakirlikte de zenginlikte de tutumlu olmayı nasip et! Allahım, borç altında ezilmekten ve düşmanın galebesinden sana sığınırım. Allahım, ölüm anında, şeytanın galebesinden sana sığınırım. Allahım, kötü kadınların fitnesinden sana sığınırım. Allahım, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım. Allahım, bize öyle bir şifa ver ki geride hiçbir hastalık kalmasın! Allahım, cenneti elde edip cehennemden kurtulmayı senden istiyoruz. Allahım, sana dua edilince kabul ettiğin, bir şey istenince verdiğin, musibet ve sıkıntıların kalkması istenince kaldırdığın ismin hürmetine, senden istiyoruz. Ya Rabbi, ölümü bize kolaylaştır!” “Ya Rabbi! Sen seni sena ettiğin gibisin.”
Bilindiği üzere eylemleri ibadete dönüştüren niyetlerdir. Niyetlerdeki ihlas, samimiyet ve derinlik sınırlı ve sonlu ameller üzerinde çarpan etkisi yaparak ötelerde sınırsız ve sonsuz mükâfatlara vesile olur: “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.”(Nahl, 16/97)
Ya Rahman! Ahir zamanda yaşıyoruz. Gelişmeler o kadar baş döndürücü bir hale dönüştü ki adeta her gün insanlığın gözleri önünde canlı yayın izlercesine Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), “ahir zaman”a yönelik verdiği haberlerin, birer mucize olarak tahakkuk ettiği gözlenir oldu. Efendimiz’in (s.a.v.) kendi sahabelerine: “Sizler benim arkadaşlarımsınız, ahir zamanda gelecek o zâtlar ise benim kardeşlerimdir.” buyurduğu kimseler arasında bizlerin de olması en büyük dua ve temennimizdir. Allahım! O büyük müjde ve sorumluluğun bilinciyle koordinatlarımızı, duyuş ve duruşumuzu; ahir zaman bilinci ile belirlememiz hususunda bizlere yardım et.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resulü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24) ayetinde ifade buyurulduğu üzere Ya Rabbi! Bizlere; senin ve Efendimiz’in (s.a.v.) yolunda cihad etmenin sevgisini her türlü sevginin üzerinde kıl.
Ya Rabbi! Yine bizleri:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir.”(Fetih, 48/29) ayetinde müjdeleyip övdüğün kullarının arasına dâhil buyur.
Ya Rabbi! Nefsimizin küfründen, nifakından, bencilliğinden, hainlik ve güvenilmezliğinden sana sığınıyoruz. Ya Rabbi! Sen yardım etmezsen bizler nefislerimize güç yetiremeyiz. Daraldık, bunaldık ya Rabbi! Adaletinden lütfuna, gazap ve Celâlinden Cemâline sığınıyoruz. Bizlere yardım et. Emin, güvenilir, fedakâr, mücahit ve tam teslim olan sadık kullarından eyle. Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerin sahibi Allahım! Kalplerimizi ve ayaklarımızı kaydırma, dinin üzere sabit kıl. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Amin.