Gönül dediğimiz manevi yapımız, Allah’ı (c.c.) sevmek, O’na âşık olmak yeteneğiyle yaratılmıştır. Fakat içimizdeki bu sevginin varlığını keşfetmek veya bunu ortaya çıkarıp derinleştirmek, irademizin de devreye girmesini gerektiren bir imtihan alanımızdır.
Kim ki bu ulvî amacın peşine düşer ve onu kendine dert edinirse bu hakikatle gün gelir yüzleşir ve bu sözümüze şahit olur...
Ancak sevgi yeteneği ile yaratılmış olan bu gönül, gerçek sevgilisini bulamazsa bu defa onun yerine sahte ilahları sevgili edinerek onları sever, onlara âşık olur ve neticede Allah’ı (c.c.) sevebilmek gibi ulvî bir amaç ve büyük bir potansiyelle yaratılmış insanoğlu denen yüce varlık, ezelî ve ebedî olan, her şeyi ve hatta kendisini de yaratmış olan Rabbi’ni sevmek yerine, o güzel sevgilinin yarattığı, gelip geçici fâni şeylerin ve gölge lezzetlerin peşinde bu kıymetli ömrünü berhava etmiş olur…
İşte maalesef hem dünyamız hem de ahiretimiz için bu çok şerefli ve itibarlı durum, insanoğlunun çok azının, hatta azdan da azının farkına vardığı ve genel olarak tüm insanlığın elinden kaçırdığı büyük bir fırsattır.
Bu nedenle sevgi duygusunun ve özellikle Allah (c.c.) sevgisinin kazanılması da kaybedilmesi de bizler için kıymeti takdir edilemeyecek derecede önemlidir.
Evet, üstüne basarak bir daha söyleyelim ki sevgi duygusu çok önemli bir duygudur ve sağlıklı olarak hayatımıza yön verirse dünya nimetlerinin en güzelidir.
Peki, ne olmuştur da bizler Allah (c.c.) sevgisiyle kodlu yaratılmışken, yani fıtratımızda bu sevgi varken bunu kaybetmişiz veya yoldan çıkıp bir anlamda sapıtmışız?
İşte bu ince ve çok önemli meselenin hikmetini büyük âlim, İmam-ı Rabbânî Hazretleri 22. Mektubunda şöyle özetliyor:
“Nur ile zulmeti birlikte bulunduran Allahu Teâlâ her türlü ayıptan, kusurdan uzaktır. Mekânsız, cihetsiz olan ruhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaştıran Rabbimiz’i tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nurlu olan ruha sevdirdi. Nur zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşti. Bu bağlantı ile nurun cilası arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nurun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek için ve cisimleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nur, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahu Teâlâ’ya olan yakınlığını unuttu. Hatta kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele(cesede) bağlanarak kendini unuttu. Onunla bir arada kalınca kıymetini kaybetti. Kötüleşti. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeye uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun!
Allahu Teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lütfuna, inâyetine kavuşturdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan nimetleri hatırlar, eski hâline döner.
Nur, bedenden yüz çevirip mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de o mukaddes makama sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutturacak kadar çoğalırsa beden de onun nurları ile aydınlanır. Nurların müşâhedesinde kendini unutur.”
Evet, görüldüğü gibi burada ruhla nefsin yaratılışça farklı özelliklerde olmasından ve bunun hikmetinden bahsediliyor. Ruhun aslında bir nur olduğu ve Allah’ı (c.c.) sevdiği, nefsin ise bunun zıddı olarak zulmetten yaratıldığı ve dünya ve arzularına âşık olduğu anlatılıyor. İkisi birleşince ruhun sevgisinin üstü örtüldü, bu sevgiyi unuttu. Allah’ı zikirden maksat ise bu sevgiyi hatırlamak, devamlı Allah’ı anarak o sevgiyi tekrar açığa çıkarmaktır diyor...
Allah’ı (c.c.) Çok Zikrederek Fıtratımızdaki Sevgiye Ulaşabiliriz
Mademki fıtratımızda olan sevgiyi unuttuk, o zaman Allah bizim için tekrar en sevgili oluncaya kadar zikredeceğiz, zira bu meselenin en kestirme çözüm yolu zikirdir. Aslında hak olan tarikatların yapmaya çalıştığı şey de kısaca budur. Yani inananların Allah’ı (c.c.) çokça zikretmelerini sağlayarak aslında güneş gibi parlak olan ruhların ziyasını ortaya çıkarmak ve dolayısıyla ruhları örten karanlık, zulmetli bulutları sürüp oradan uzaklaştırmak…
Allah’ı tefekkür de namaz kılmak da Kur’ân okumak da hepsi bu zikir kapsamındadır... Bu ibadetleri yaparken niyetiniz bu olursa bu amaçla yaparsanız hepsinden bu anlamda faydalanırsınız.
Mesela, namazlarınızda elinizden geldiğince huşûlu olmaya çalışın ve sonra da “Ya Rabbi gönlümü sevginle doldur.” diyerek namaza durun, çok faydasını görürsünüz.
Kur’ân okurken şimdi en sevgili olan Rabbim’le konuşuyorum gibi düşünürseniz yine çok faydalanırsınız.
Tefekkürlerinizde ise Rabbimiz’i soyut bir güç olmaktan çıkarıp sonsuz olan isim ve sıfatlarıyla, özellikle sevgi, şefkat ve merhametiyle her zaman bizimle yaşayan bir Rabb olarak tasavvur ederseniz, bu sevgi duygusunu kolayca yakalarsınız.
İnsanlara hatta tüm mahlûkata iyilik ederken, onları mutlu ederken Rabbiniz’i de mutlu ettiğinizi düşünerek tefekkür ederseniz, işte bunların hepsi sizi çok rahat bir şekilde içinizde kıpır kıpır hissedebileceğiniz güçlü bir Allah sevgisine götürecektir, bundan şüpheniz olmasın…
Hz. Peygamber’in öncelikle ahlakî boyuttaki sünnetlerine uymak da Allah sevgisine götürür insanı elbette...
Yine Allah’ı (c.c.) çok seven, Allah’ın da sevdiği güzel kullarla, salih insanlarla zaman geçirmek, sohbet etmek, onların manevi atmosferlerinde bulunmak da Allah sevgisine taşır mümin kulları...
Yalnız evvela şunu bilmek gerekir ki kalbi Allah sevgisiyle doldurmak ve bu sevgiyi artırmak için önce insanı sevmekten işe başlamalıdır. İnsanı sevemezseniz vallahi Allah’ı da sevemezsiniz… Hele ki sevin dediği, düşmanlık ederseniz ben de size düşman olurum dediği, sevgili kullarını, yani dostlarını sevemezseniz hiç şansınız olmaz…
Allah (c.c.) Sevgisi Bizi İhlasa Taşıyacaktır
Eğer bizler bu şekilde Allah (c.c.) sevgisini bütün sevgilerimizin üzerine taşıyabilirsek, daha sonra gönlümüzdeki bu Allah sevgisinin bizlere en büyük kazanımlarından, ikramlarından birisi, koca koca âlimlerin bile elde etmekte zorlandığı ihlas duygusunu kolayca yakalamamız olacaktır…
Evet, Allah (c.c.) sevgisi bizim için her sevginin üstünde olunca ihlas duygusu, Allah rızası, samimiyet gibi duygular psikolojik kendiliğindenlikle bizim olacak… Çünkü Allah’ı, O’nun yarattığı kullarından daha çok seven insanlarda riya olamıyor, insan ilişkilerinde menfaat olamıyor. Öyle ki o kişi Allah’ın kullarını mutlu ettiğinde bile Allah’ı mutlu ettiğini düşünüyor…
Evet, işte bu şekilde gönlümüzde ihlas duygusu olmayınca amellerimizin de bir kıymeti olmaz… Bu ihlassız ameller, ibadetler, bizde manevî ve ahlakî bir terakki bir yükseliş de meydana getirmez… O zaman bakalım gönlümüze: Eğer; para, makam, kadın, çoluk çocuk, ev eşya vs. sevgileri Allah (c.c.) sevgisinden fazla ise o gönülde bir problem var demektir. Orayı bir an önce onarmalı ve bu sevgilerin aslında hiçbirisini zayi etmeden sadece düzenlemeli, işte o kadar…
Dünya Sevgisi Düşmanı Olamayız
Ben dünya sevgisi düşmanı değilim, hiçbir zaman bunlar sevilmez demiyorum. Aksine bunların sevilmesinden yanayım. Ama önce en çok Allah’ı (c.c.) sevin, sonra da O’nun yarattığı bu güzel nimetleri… Şükür ve tefekkürle sevin… Nankör olmayın, bu nimetlerle isyan içinde de olmayın. Yani nimeti vereni, nimetten önce görürseniz o zaman hiçbir sorun olmaz… Nitekim bu mevzu böyle anlaşılırsa ve dünya nimetleri böyle sevilirse ayet ve hadislerin iyice tetkikleri gösteriyor ki dünya sevgisi bu durumda zararlı değil, gerekli bir sevgidir.
Hz. Muhammed’i (s.a.v.) kendinden çok seveceksin. Yine Müslüman kimliğini, etnik kökeninden, soyundan, ırkından daha çok seveceksin. Irk, soy-sop sevgisinin kaynağı baba sevgisidir, yani bu sevgiler baba sevgisinden kaynaklanır. Her insan babasını sever, sevmeli de bunda problem yok. Ama baban İslam’a düşman, peygambere düşman bir adamsa Müslümanlığı sevmeyen bir adamsa hala sevgin devam ediyor, hatta Müslümanlardan çok onu seviyorsan burada problem var demektir. Dolayısıyla birilerini severken ve sevgimizi kategorize ederken ölçü İslam’ın, Kur’ân’ın ölçüleri olmalı… Kin ve düşmanlığımız, öfkemiz için de ölçü aynıdır; Kur’ân ve sünnet… Bu ölçüler dâhilinde sevdikten sonra her şeyi sev, problem yok, aksine sevmemekte problem var. Bizler severek, sevgi duygumuzu geliştirerek güzel insanlar, mutlu insanlar olabilir, çevremizi de ancak bu sevgiyle mutlu edebiliriz...
Dolayısıyla İslam’ın tılsımlı kelimesi sevgidir. Hepiniz şahitsiniz ki ben bütün insanları severim. Çocuklara, yaşlılara ileri derecede şefkat ederim… Ancak özel sevdiklerim de vardır ve onlara daha çok şefkat ederim. Allah da böyledir; özel sevdikleri ise peygamberler ve evliyalardır. Allah (c.c.) bütün kullarını zâtı itibariyle sever ama duygu ve eylemlerindeki kötülüklerinden dolayı ve günahlarından ötürü birçoğunu sevmeyebilir de. Nitekim Kur’ân’da kimleri sevdiği kimleri sevmediği açıkça yazılıdır. Elbette bizim sevgimiz de kendi boyutumuzda Allah’ın (c.c.) sevgisi gibi olmalı. Yani O’nun sevdiklerini sevip sevmediklerini de sevmeyeceğiz.
Kötü Huylardan Kurtulmanın Yolu da Çokça Zikirdir
Bir kul Allah (c.c.) zikrine devam ettikçe onun kalbi açılır, yetenekleri devreye girer, zikrin feyzi ile yeteneği ölçüsünde o kişinin kötü huyları iyisiyle yer değiştirir. Gazabı hilme, şehveti iffet duygusuna, cimriliği cömertliğe, korkaklığı şecaate… döner.
İmam-ı Rabbânî diyor ki: Davud-i Tâi diye bilinen meşhur evliya, önceleri çok merhametsiz, cimri ve kötü huylu birisiymiş… Tövbe edip kendini Allah yoluna verince Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri gibi bir büyük tarikat kurucusundan dahi yüksek makamlara çıkmış.
İşte bu değişimlerde Allah’ı çokça anmanın, tefekkürün, ihlaslı ibadetlerin ve özellikle Allah’ı zikrin çok büyük tesirleri vardır… Virdlerin özelliği odur ki onlar bedeni besleyen gıdalar gibidirler… Çeşitli gıdalar nasıl bedenimizi beslerse çeşitli zikirler de ruhları besler. Biraz bu yollarda emek harcayan, gayret gösteren kimseler bu anlattığımızı bizzat yaşayarak müşâhede edebilirler, yeter ki denesinler…
Sonuç olarak çokça Allah diyeceğiz, O’nu her türlü zikirle çokça anacağız, O’nun sevgili peygamberini sevip taklit edeceğiz ki bu sevgi ve taklit bizi Allah sevgisine taşısın.
Mümkünse Allah dostlarından da ayrılmayıp Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlakını güzelleştirmiş insanları sevip sohbet ortamlarında bulunacağız. Onları severek kolayca “Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözündeki gibi inikas yollu onlara benzeyeceğiz…
Ama bu anlattıklarımızı yapmak, Allah dostlarıyla oturmak öyle kolay değildir, bu da ayrı mesele… Bir hadis-i şerifte: “Ahir zamanda insanlar, Allah dostlarının yanında oturmaktansa eşek leşinin yanında oturmayı tercih edecekler.” buyuruyor Hz. Muhammed (s.a.v.).
İnsanlar Allah dostlarının yanında niye oturamıyorlar peki? O ortamlarda Allah’tan gelen ilâhî feyz, emmare nefisleri rahatsız ettiği için veya kendi kötülüklerini o iyi insanları görünce fark edip anladıkları için…
Bu tespit aynı zamanda “Mümin müminin aynasıdır.” diyen hadis-i şerifin bir yorumudur… Öyle ya cömerdin yanında duran cimriliğini, cesurun yanında duran korkaklığını görür vs…
Evet, Allah dostlarından kaçmamak gerekir, zira onlar başpehlivanlardır, şeytana ve nefse karşı gayet başarılı mücadeleler veren… Sonra da bir bakıma bunlarla güreşen müminlere başarı yollarını gösteren ve bu konuda oyunlar, taktikler öğreten… Tabi ki basireti olana, görüp anlayana…