Allah'a Hasretin İlacı Namaz

Namaz var. Çünkü İnsanın Allah’a olan hasreti bitmez… Namaz dünyayla başlar dünyayla biter. Ama insanın Allah’a olan hasreti bitmez… Çünkü namaz, insanın Allah’a olan hasretine ilaç olarak bir lütuf tarzında verilmiş, bahşedilmiş insana. İnsana, yeryüzünde insanlığın başlangıcıyla birlikte verilmiş… 

Evet, İnsanın Allah’a kulluk serüveni, ontolojik gerçeğiyle birebir ilişkili. Namaz kulluğun en önemli ifadesi. İnsan ise duygularıyla kâim. Kulluk şuuru adına namazla yakalanan duygu, aslında bir hasret vuslat öyküsünün en can alıcı örneği. Hakikat adına bir duygu yakalamak, hissetmek ve orada kendi varlığını tescil etmek istiyor insan. Namazda yakaladığı duyguyu günlük hayat içinde kendi zaaflarıyla birlikte eritiyor ve adeta bitiriyor. Bu anlamda, “Namaz bitiyor dünya başlıyor, dünya bitiyor namaz başlıyor.” gibi oluyor. Bunu sık sık hissediyoruz. Namazla irtibatlanan ve ihlası elde etmeye çalışan her insan ilk önce bu duyguyu hisseder. Çünkü namazın, kendi gönül iklimindeki karşılığını bulmak için çabalar durur. Nitekim insanın kalbi ve ruhu, hakkıyla kılınmaya çalışılırsa namazda çok büyük bir huzur bulur. İnsan namaza dururken daha, o Yüce Yaratıcı’nın huzurunda olduğunu hisseder, tabir yerindeyse yeniden hatırlar. Asıl amaçsa hiç unutmamaktır. Çünkü insanın ruhu Allah’ı (c.c.) ister, sever, arzular… Bu duygu, yerine başka bir şey koymakla asla telafi edilemeyecek bir duygudur. 

Aslında bu durumun, ilk insanla başlayan duygusal bir serüveni var. Çünkü genlerle kromozomlarla aktarılan bilgi ve etkilerin duygusal bir karşılığı var insanda. Dr. Mehmet Öztürk, dergimizde yayınlanan “Ruh Bantlarımızdaki Şifre: Ebediyet Arzusu” başlıklı yazısında namazın, “a priori” bir bilgi şeklinde insanın ruh bantlarına evrensel bir ritüel olarak kodlanmış olduğunu çok güzel bir biçimde izah ediyor: 

“Peygamber Efendimiz namazı tanımlarken “şükretmek” şeklinde tarif ediyor. Peygamber Efendimiz sabahlara kadar namaz kılıyor, ayakları şişiyor… Hz. Aişe “Ya Resulallah, siz gelmiş geçmiş en büyük insansınız, niye kendinizi bu denli yoruyorsunuz?” dediği zaman Peygamber Efendimiz “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuruyor. Şükür, yani “teşekkür”. Teşekkür, ihsana karşı bir mukabeledir. Yani bir insan iyilik karşısında teşekkür etme ihtiyacı hisseder. Şimdi etrafınıza bir bakın; insanlar teşekkürlerini ifade ederlerken evrensel birtakım ritüeller sergilerler. İster ABD’de, ister Japonya’da olsun; bu ritüeller evrenseldir. Mesela bir gösteri sahnesinde veya bir tiyatroda alkışlanan göstericiler buna karşı bir teşekkür ifadesi olarak eğilirler. Veyahut da insanlar saygı duydukları kimselerin karşısında bir teşekkür ifadesi olarak el pençe divan dururlar. İşte bunun gibi insanların teşekkür ifadesi olarak sergiledikleri üç temel duruş vardır. Bunlardan bir tanesi el bağlamaktır, ikincisi de eğilmektir, tiyatrocu örneğinde olduğu gibi. Üçüncüsü ve en belirgin olanı ise yere kapaklanmadır. Kralların ve padişahların huzurunda insanların yere kapaklanması gibi. Dikkat edin; bunlar aslında namazın ritüelleridir. El bağlamak kıyamdır, eğilmek rükûdur, yere kapaklanmak da secdedir. Yani buradan anlaşılıyor ki, insanların ihsana karşı sergiledikleri temel davranış kalıpları, insanın ruh bantlarına kodlanmış… Bu aslında Peygamber Efendimiz’in (sav) teşekkür ifadesi olarak tanımladığı namazın, bütün insanların ruh bantlarına evrensel olarak kodlandığını göstermektedir. Eğer siz bunu kuralına göre yani Allah’ın (c.c.) emrettiği bir şekilde yerine getirirseniz, bunun adı “namaz” oluyor. Eğer siz bunu kurallı olarak yerine getirmezseniz, o zaman da kula kulluk etmiş olursunuz. Çünkü bu sizin ruh bantlarınıza kodlanmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah’a eğilmezseniz fıtrî olarak kullara eğilirsiniz.” (Feyz Dergisi; sayı 273)

Hz. Adem (a.s.)’ın Pişmanlığındaki Sır: “Allah’a Olan Hasret!”

Namaza yüklenen anlamla dünyaya yüklenen anlam arasında bir anlam arayışına girsek insanlığın atası Hz. Âdem’in yeryüzüne inmesiyle başlayan insanlık serüveni, cennetten ayrılmanın getirdiği ilk şaşkınlık, tarifi imkânsız pişmanlık, yüzyıllarla ifade edilen tövbe, ardından ancak mecburen yaşanılan bir hayata dönen bir ızdırap ve bitmek tükenmek bilmeyen bir hasret… Ta ki tekrar dünyadan ayrılana, ruhlar âlemine açılan ölüm kapısından geçip, o kutsî pencereden lahuti âlemleri seyredene kadar... Evet, Hz. Adem’in yeryüzüne indiğindeki tedirginlik ve şaşkınlıkla başlıyor insanın dünyadayken Allah’a olan hasreti. Bütün zamanlara sinen bir duygu aslında bu. Sonuç itibarıyla kâinata bakıp Yaratıcı’yı hissetmede de aynı hasretin izleri var. Bunun bir muhataplık olduğunu fark ettiği an insan çok ama çok mutlu olur. Amaç Allah’ı hissetmekse eğer, insan, Peygamberlere yüklenen özel görevler dışında, kendisinin de bizzat Allah’ın varlığına muhatap olduğunu, çok kıymetli bir canlı olduğunu bizzat kendi kalbinin derinliklerinde hisseder, hisseder... Peygamberlerin insanlara vermek ve hissettirmek istediği duygu da bu değil mi? İşte insan o zaman anlıyor, yeryüzünde “halife” olduğunu, eşref-i mahlûkat olduğunu, Adem’in ta kendisi olduğunu… Ayrılığın ızdırabıyla, günahın pişmanlığıyla, imtihanın acı tadıyla, nefsin dünyalık lezzetleriyle, duyguların gel-gitleriyle, bir sevene ihtiyaç duyuşuyla, sevme ihtiyacıyla; velhasılı kulluğun getirdiği tüm duygu ve duyumsamalarla başbaşa kalmakla… Bazen aklıyla, bazen duygularıyla bazen bedeniyle, kendisine verilen her şeyle imtihan oluşuyla…

Zamanla insan, bu büyük hasretin ancak namazla giderildiğini anlar. Namazda huşû ile Allah’ın huzuruna çıkan insan, namazla aslında her zaman huzurda olduğunu anlar. Ve ancak işte o zaman, namazın böyle bir hasretin telafisi için insana büyük bir merhamet gereği, Rahman ve Rahim olan Allah’ın merhametinin bir eseri olarak “Sen aksi halde ruhen çok aç ve hasretin dayanılmaz boyutlarda olduğu için mutsuz olacaksın.” anlamında verildiğini anlar. İnsan kıymetlidir ve buradan da anlaşılmaktadır ki, Allah insanı ta Hz. Adem’den başlayarak sevmektedir. Aslolan ise Allah’ı (c.c.) hiç ama hiç unutmamaktır.

“Kıyam, Kıraat, Rükû ve Secde…”

Namazdaki hareketler bize neyi ifade eder? Kıyam, kıraat, rükû, secde ve zikir… Huşû koridorunda beden ve kalp.  Başlama tekbiri; elleri omuz hizasına kaldırarak namaza durmak. Elleriyle her şeyi ama her şeyi, dünyaya ait bütün iş ve gaileleri arkasına itmek… Allah (c.c.) ile başbaşa kalmak… Dil ve kalbi birleştirip Allah’ın (c.c.) yüceliğini haykırmak… Tüm gaflet unsurlarını arkada bırakmak ve boynu bükük bir halde Rabbiyle baş başa kalmak… Söylediklerini kalbe tasdik ettirmek… 

Kıyam; saygı ile ellerini bağlamak, Yüce Yaratıcı’nın önünde el pençe divan durmak… Zihnen ve hayalen Allah’ın (c.c.) huzurunda, Kâbe’nin önünde durmak… Bütün arzu, heves ve istekler silinmiş... Bütün azalarıyla dergâh-ı ilahî’nin kapısı çalınıyor. Azamet ve Kibriya sadece Allah’a ait ve kendine şah damarından daha yakın bir Zât’ın huzurunda… Yahudilerin Müslümanlarda en çok haset ettiği şey, namazdaki her bir hareket değişiminde “Allahu Ekber” demeleriydi…

Kıraat; kulun Allah’la konuşması… 

Tekbirden sonra ilk okunan “Sübhaneke”; “Sübhansın Allahım! Hamdın sadece sana ait olduğunu arz ediyor, senin bütün kusur ve eksikliklerden berî olduğunu itiraf ediyorum. Her hayrın ve bereketin kaynağı sensin, şanın ise çok yücedir. Senden başka da ibadete layık gerçek bir ilah yoktur.” demektir. Sübhaneke, Rabbinin huzurunda kulun, ihtiyaçlarını arz etmesinin başlangıcıdır. Kul, bu dua ile gafletten sıyrılır, çünkü gaflet, kul ile Allah (c.c.) arasında perdedir. Kul, bundan sonra Allah’a (c.c.) münacaat ve dua makamındadır. Artık Allah’ın (c.c.) hoşuna gitmeyecek her türlü davranış, fikir ve hareketten uzak bulunmalı, durumunu arz etme ve mağfiret dilenme makamında olmalıdır. Başka şeylerle meşgul olmak mümkün değildir. Aksi halde Allah’ın (c.c.) ona olan mukabelesi farklı olacaktır. 

O nedenle Sübhaneke’den hemen sonra “Euzübillahi mineşşeytanirracim” diyerek kovulmuş şeytandan Allah’a sığınır insan… Kovulmuş şeytandan ve onun yaptığı hatayı yapmaktan… “Sen beni koru ya Rabbi! Onun gibi kaybetmekten, kapı dışarı edilmekten koru…” der. Ardından “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek, sonsuz merhamet, şefkat ve mağfiret sahibi Allah’ı (c.c.) anar. “Ben senin o sonsuz af ve merhametini senden talep ediyorum.” der 

Namazda kıyam ne anlama geliyor?

Namazda kıyam, insana Allah’ın (c.c.) huzurunda vereceği hesabı hatırlatır. Çünkü bir zaman gelecek ve o Zât’ın huzurunda hesap verecektir. Bacaklarda dermanın kesileceği o büyük günün bir provası ve hazırlığı yapılır namazda ve hassaten kıyamda. 

Rükû; sonsuz kudret sahibinin huzurunda iki büklüm olmak… 

“Allahu Ekber” diyerek rükûya eğilir insan, iki büklüm olur. “Allahu Ekber’ler” namaz kılan insanı yüce Allah’a yükselten basamaklar gibidir. Rükûda bel bükülmüş, eller dizlere konmuş, dudaklar “Sübhane Rabbiye’l-Azim’lerle” kıpır kıpırdır artık. “Bütün eksiklik ve kusurlardan uzak ve münezzeh olan benim Rabbim yücedir, azamet sahibidir.” der kul… Allah’tan başka hiçkimsenin önünde böyle eğilmez Müslüman. Kendi küçüklük ve aczini idrak eder, Allah’a ne kadar muhtaç olduğunu hisseder. 

Kavme 

“Semi’allahu limen hamideh” (Allah kendisine hamdedeni işitir.) der rükûdan doğrulan ve kavmeye gelen insan. Bu halde iken sahabe-i kiram efendilerimizden birisi başkalarının da duyabileceği şekilde bu duayı okumuş, namaz bittikten sonra Allah Resulü (sav) bu duayı okuyanın kim olduğunu sormuş ve bu dua ile gök kapılarının açıldığını haber vermiştir: “Allahım, ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur. Çokça, tertemiz, mübarek hamdler Allah’a mahsustur.” 

İnsanın Rabbine en yakın olduğu an: Secde

Secdede başlar, ayakların bastığı yerlerdedir. Müslüman secdede büklüm büklümdür. Efendimiz (sav) bu ânın kıymetini şöyle ifade eder: “Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. Orada duayı çokça yapın.” Bir rekâtta bir rükû varken iki secde olması kalp ve ruhu ayakta tutan gıdalara olan açlık ve ihtiyaç nedeniyledir. Günahların çokluğu ile insan, birden fazla secde ister, bütün halini Allah’a (c.c.) arz edeceği ikinci bir secde ister. Secdede çokça dua etmek çok önemlidir. Peygamberimiz (sav) Hz. Sevbân’a hitaben “Çok secde etmelisin, zira her secde ettiğinde Allah Teâlâ seni bir derece yükseltir, bir hatayı da senden siler.” (Müslim; Salât 215)  Secdede insan yere burnunu değdirerek, en şerefli uzvu olan yüzünü yere götürerek Rabbi karşısında iki büklüm olduğunu haykırır. Görünen yüzü ile beraber kalp yüzünü de yere sürer. Efendisinin huzurundaki köle misali halini O’na arz eder.  

“Kalbin Secdesi”

Namaz dünyayla başlar dünyayla biter. Ama insanın Allah’a olan hasreti bitmez… Çünkü kalp secde eder ve bir daha da kalkmaz. Ölenin kalıbının bir daha kalkmaması gibi, nefsi terbiye olanın da kalbi dirilir. Gözü açılan kalp ise “kalp gözüyle” hakikati fark eder ve hayat bulur. Evet, kalp secde eder ve bir daha da kalkmaz. Çünkü kalp secdeyle hayat bulur, dirilir; aslına rücu eder. Akvaryumdaki balıklara “Senin asıl vatanın neresi?” diye sorduklarında “Benim asıl vatanım denizlerdir.” dediği gibi, insan ruhu da asıl vatanı olan ruhlar âlemi ile latif yapısıyla irtibata geçtiği an artık Rabbini unutmamak üzere, o güzelliklerden ayrılmamak üzere secdedeki halini muhafaza etmek ister. Bedeni dünyevi zevklerden lezzet aldığı gibi, ruhu da manevi zevklerle “zevk sarhoşu” olur, kendinden geçer, gözü hiçbir şeyi görmez, O’nun (c.c.) zâtından başka… Çünkü kalp, kimin huzurunda olduğunu bilir…

İki secde arasında oturuş: Celse

Celsede ise Allah’ın her halimizden haberdar olduğu duası vardır. Efendimiz (sav) iki secde arasındaki bu oturuşu secde gibi uzatır, burada Rabbine dua, istiğfar ve tazarruda bulunur, “Allahümmağfirlî” (Allahım beni mağfiret et, beni bağışla) diyerek dua ederdi.

Teşehhüd, tahiyyât, salât ve selâm   

Teşehhüd, kendi çapında bir Miraç yaşayan Müslüman’ın Allah’a övgüler yaptığı andır. Burada kul; “Bütün övgüler, selam ve saygılar, iyilik ve güzellikler Allah’a aittir. Allah’ın selamı, merhameti ve bereketi senin üzerine olsun Ey nebi! Allah’ın selamı aynı zamanda bizim ve Allah’ın diğer salih kullarının üzerine de olsun. Ben şehadet ediyor, görür gibi iman ediyorum ki, Allah’tan başka gerçek bir ilah, layığınca ibadet edilecek birisi yoktur. Ve yine şehadet ediyor, gözlerimle apaçık müşahede edercesine inanıyorum ki, Muhammed (a.s.) O’nun hem kulu hem elçisidir.” der. Aynı zamanda o esnada müminleri ve Salih kulları, Allah’ın huzurunda anan Hz. Peygamberin fedakârlığını ve ümmetine olan sevgisini düşünür.

Teşehhüde devam ederken salli-barik duaları okunur. Bu dualar; “Ey benim Allahım! İbrahim’e (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) aile efradına salât ettiğin gibi, Muhammed’in (a.s.) aile efradına da salât et. (Onları mağfiretine mazhar et ve onlara merhamet eyle.) Ey Allahım! Muhammed (a.s.) ve Muhammed’in (a.s.) aile efradına bereketler ihsan eyle. Tıpkı İbrahim’e (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) aile efradına bereketler ihsan buyurduğun gibi.” anlamındadır. Bu iki salât, duaların kabul edilmesinin en önemli vesilelerindendir. Namazın son duası, adeta bir mühür hükmündedir. Namazdan çıkarken önce sağa sonra sola verilen selam ise melekleri ve/veya Peygamberlerin ruhaniyetlerini selamlama mülahazasıyla yapılır. (M.Yusuf Güven-Hayat Kaynağımız Namaz / Kıyam, Kıraat, Rükû, Sücud)   

“Allah’ı görür gibi namaz”

Allah (c.c.) huşû içinde namaz kılanların kurtuluşa erdiklerini bildirerek övmüştür: “Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarında huşû içinde olanlardır.” (Müminun, 23/1-2)

Huşûnun fazileti hakkında Osman bin Affan (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurur: “Benim abdest alışım gibi abdest alıp iki rekât namaz kılan ve namaz esnasında aklından başka düşünceler geçirmeyen kimsenin geçmiş günahları affolunur.”

Huzeyfe (r.a.)’den rivayetle, Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Farz bir namazın abdestini, huşûsunu, rükû ve secdesini güzel (tam) yapan kimse için bu namaz büyük bir günah işlemediği sürece önceki günahlarına kefaret olur. Bu hep böyle devam eder.”

Evet, insan namazda Allah’tan başka neyi görür ki… İnsan namazda kendini Hira’da, Tur-i Sina’da, Beytullah’ta bulur. Belki de Hz. İbrahim gibi, mancınıkla içine atıldığı ateşin içinde bulur. Yunus (a.s.) gibi, balığın karnında bulur. Hz. Zekeriya (a.s.) gibi, testerenin ucunda bulur. İsmail (a.s.) gibi bıçağın sırtında bulur. Yüce Rabbimiz lütfederse Miraç’ta bulur. Peygamber Efendimiz buyurmamış mıydı; “Namaz Müminin miracıdır.” dememiş miydi? Evet, tüm bunlar için mümin olmak yeter, ister inanın ister inanmayın… Namaz işte böyle güzel bir lütuftur. İnsanın Allah’a (c.c.) olan hasretinin tatminini sağlamak için verilen lütuf… Şenel İlhan Bey’in söylediği gibi: “Bir an önce Allah’ın huzuruna çıkmak, varmak istersin ama farzın vakti girmediği için farz olan namazı kılamazsın!..” İşte namaz böyle yüce ruhların Allah’a (c.c.) olan hasretinin, arzusunun, sevgisinin, iştiyakının bir göstergesidir. Ama bir şeyleri göstermek için değil, “Ya Rabbi, lütfettin bu ânı bana, sana şükürler olsun; nihayet HUZURUNDAYIM İŞTE!” demek, diyebilmek, derdini açmak, gözyaşı dökmek, “Özledim ya Rabbi, ben kulunum senin!” demek, diyebilmek için… Müsaade varsa, nefes verilmişse, vakit geldiyse, duygular kıvamını bulmuşsa, gönül gözümüz hasret gözyaşları döküyorsa, vakti savmak için değil, vakte kavuşmak için oradaysak… İşte bu yüzden, her nerede olursak olalım, yeryüzü bize mescid kılındı… Ağlayan bir yavrunun bir an önce annesine kavuşması gibi, 30 yıldır annesinden ayrı bir insanın annesini kucaklamak istemesi gibi, hasretinden yanıp tutuştuğumuz Sevgili’ye kavuşmak gibi… Evet, Allah (c.c.) unutulmaz… Çünkü Allah (c.c.) kulundan vazgeçmez, Allah (c.c.) kulunu yalnız bırakmaz, Allah (c.c.) kendini unutturmaz. Bazen lütuflarla bazen dertlerle, bazen bela, bazen hastalıkla… Ve Feridüddin Attar (k.s.)’ın buyurduğu gibi “Allah (c.c.) dilediğine kendini zikrettirir.”